Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

İğne Deliği
İğne Deliği

İğne Deliği

Wiesław Myśliwski

“İğne Deliği” insanın yazgısı, belleği ve tarihi üzerine bir içsel dinginliğe ulaşma çabasıdır; bu dokunaklı anlatıda, yakın ilişkilerin karmaşık bilmecesi ve hepsinden öte gençlik…

“İğne Deliği” insanın yazgısı, belleği ve tarihi üzerine bir içsel dinginliğe ulaşma çabasıdır; bu dokunaklı anlatıda, yakın ilişkilerin karmaşık bilmecesi ve hepsinden öte gençlik ile yaşlılığın buluşmasının gizemi dile dökülür. Myśliwski’nin romanı dramatik, acı verici, gizli ve suskun taraflarıyla Polonya tarihinin bir parçasını da yansıtmakta. Ancak bu eserde özellikle söz konusu olan şey, zamanın geçişinin insanların kendileri ve dünyayla olan deneyimlerinde nasıl bir iz bıraktığıdır. Keskin bir gözlemin ve insanlara yönelik özel bir duyarlılığın sembolik boyutla iç içe geçtiği güzel, derin bir anlatıdır “İğne Deliği”.

“O yaşlı, vahşi, yeşil vadiden İğne Deliği’ne koşmuştum. Artık o dik, çelik merdivenlerin kenarında, şimdi geçen seferden ne kadar derine inmesi gerektiğini görerek bastonunu basamağa vuruyordu. Görünüşe göre çok daha derinde olduğunu düşünüyor olmalı ki, bir sonraki, bir sonraki basamağı da aynı biçimde kontrol ediyordu. Nasıl bu kadar yaşlı olabilir diye düşündüm, hatta bu durum beni kızdırmıştı. Onun yaşında bu dünyadan geriye ne kalmış olabilirdi ki, hâlâ gidiyordu, peki ne için?”

“Wiesław Myśliwski bir “star”ın zıddı – televizyona çıkmıyor, kitleyi eğlendirmiyor. Basitçe düşünüyor ve roman yazıyor.”
Dariusz Nowacki, Newsweek

1.Bölüm

Söylediğim gibi oldu. Bastonuna takıldı. Neden ardına dönüp baktı, bilmem. Arkasından kimse inmiyordu aşağıya. Tabii ki onu tanıdım. Gerçi tanınmayacak kadar değişmişti ama zaten bunca yıldan sonra değişmemek elde mi? Ancak onu tanıdığımı belli etmedim. Belki onu tanımadığımı düşünmüştür. Benim için o basamaklardan sürekli inip çıkan biriymiş gibi davrandım. Hatta o yaşlı, vahşi, yeşil vadiye inemeyeceği, çünkü artık o vadinin yerinde yeller estiği konusunda onu uyarmayı bile düşündüm. İnsanlar yaş aldıkça, artık var olmayan ya da bir zamanlar var olup olmadığı belli olmayan yerleri ziyaret etmeyi pek severler. Hangi özlem onları böyle çeker, anlamam. Ne yazık ki ihtiyarların özlemleri tehlikeli olabilir. Bu vadiye dümdüz gidilebilseydi onu yine anlardım. Ama hiçbir vadiye dümdüz gidilmez, vadilerin doğası böyledir. Bu merdivenleri, onun yaşında, üstelik elinde bir bastonla, bacakları itaati reddetmişken, gözleri ise sadece dünyayı değil, ileriye doğru atılan her adımı da farklı görürken inmek, tıpkı gençken eller yerine kanatlara sahip olmayı hayal edip bu vadiye doğru uçmaya benziyordu.

Onu beklenmedik bir biçimde beklemiştim. İçimi bir titreme sarmıştı, büzüşmüştüm, o anda ne burada ne de başka bir yerde olmak isterdim. İlk basamağı bastonuyla yokladı ve güvensiz bir biçimde bir ayağını basamağa koydu, sonra diğerini de koymaya cesaret etti. Aynı zorlukla, bir sonraki ve ondan sonraki basamakları da indi. Beceriksiz ama inatçı diye düşündüm. Neden ihtiyarlar inatçı olurlar ki, kendilerinden sonra yaşayacak olanları affetmeyecekleri için mi?

Her basamakta, ayaklarına sanki bu basamaklardan her zaman inip çıktığına emin değilmiş, sanki belleği onu yanıltıyormuş gibi kısa veya uzun bir süre bakıyordu. Onun yaşında bellek hatırlama konusunda yavaşlar, çünkü insanı onca yıl yaşayarak yoran birçok yük altına sokmuştur. Her basamakta bastonuyla bir aşağı basamağı yoklayarak, tehlikesiz bir biçimde inebileceğinden emin olmak istiyordu. Önce sol, sonra sağ ayağını atıyordu basamağa.

Aynı dikkatle, sağ ayağından sola geçiyor, bir sonraki basamağa iniyordu. Sağ elinde tuttuğu bastonu, sanki basamağa dokununca titriyormuş gibi gelmişti bana.

Böyle her adımda ayaklarına baktığı için başının dönmesinden korkuyordum. İğne Deliği’ne* vardığında yolunu açmak için yana çekilip çekilmemem gerektiğini düşünüyordum.

Beni görünce şaşırmamıştı, belki de parkı geçip buraya gelmeden önce onu uyaracağımı bekliyordu. Benden bir basamak yukarıda durdu ve gözlerime bakmadan dedi ki:

“Parktan bir kez daha geçtim, fakat bu seferki artık son. Hatırlar mısınız bilmem ama bazen kız okuldan eve dönerken parktan geçerdi. Banka oturup beklemeye karar verdim. Emzirdiği bebeğiyle çingene kadın çıkageldi. Durakladı mı dersiniz? Nerede? Yanımdan geçerken bebek sızlansa bile fal bakayım mı diye sormadı bana. Görünüşe göre geleceğin önümde değil, ardımda olduğunun ve yılların bana bir şey katmadığının farkındaydı. Uzun süre öylece oturdum, kalkmaya ve kente gitmeye niyetlendim, çünkü belki bugün kız, alışveriş yapacağı için kentten eve döner diye düşündüm ama yanıma bir ihtiyar kadın oturdu ve şöyle sordu:

“Birini mi bekliyorsunuz?”

“Hayır,” dedim, “bir zamanlar beklerdim ama eskidendi.” “Eskiden meskiden, insan severse hep bekler.”

“Siz sevdiniz mi peki?”

“Soruya bak, soruya; yaşayıp da sevmeyen var mı ki? Görüyorum da sizin de benim kadar yaşamışlığınız var, yoksa bunu bilmiyor musunuz? Hâlâ seviyorum da boşuna olduğunu biliyorum. Bunu ona asla söylemediğim için de çok canım yanıyor.”

“Neden söylemediniz?

“Hastalanmıştım, doktorlar çok yaşamazsın dediler, ona aşkımla yük olmak istememiştim. Hem zaten liseyi bitirir bitirmez de buradan gitti. Nereye gittiğini de bilmem, belki çoktan ölmüştür. Kaç sene daha yaşayacağınızdan emin olmasaydınız, yine de söyler miydiniz?”

“Bilmem, özellikle de bunca yıl sonra. Belki ben de ona, ölüm ona gelmişçesine aşkımı inkâr etmesinin vicdan azabını yükleyemezdim.”

“Yani siz de sevdiniz mi birini?

“Hâlâ seviyorum da yaşayıp yaşamadığından emin değilim. Ama yaşıyorsa da şimdi tutup bunu ona söyleyemezdim galiba, hem zaten karşılaşsak bile ne o beni tanır ne de ben onu. Gençliğimizde olduğumuz gibi değiliz ya.”

“İnsan seviyorsa, sevdiği hep aynı kalır. İnsan bunu gençken bilse, çok farklı yaşardı, hiçbir şeyi heba etmezdi. En çok da aşkı. Neyse gideyim ben. Kedilerimi besleyeceğim.”

“Çok mu kediniz var?”

“Değişir, ortaya kaç tane çıkarsa o kadar.”

“Sizi götüreyim.”

“Yok, teşekkür ederim. Evim uzakta değil. Siz nereye gidiyorsunuz? İsterseniz ben sizi götüreyim. Bakın bastonla yürüyorsunuz, beni çok şükür hâlâ ayaklarım taşıyor.”

“İdare ederim, gideceğim yer sizden daha yakın.”

Bastonla bir sonraki basamağı yokladı ama sanki bastona güvenmeden, çünkü ayağını koymadan önce bastonu önce sağa, sonra sola götürmüştü. Ona bu halde, yaşlı, vahşi, yeşil vadiye neden inmek istediğini sormak isterdim ama benden önce davrandı:

“Size daha uzun süre yaşamak zorunda olduğunuz için acıyorum. Ama belki daha fazla şansınız olur. Bunu size diliyorum. Her ne kadar dileklerin kimseye fayda sağlamadığını bilsem de.” Bir sonraki basamağı da bastonuyla aynı biçimde yoklayarak indi. “Doğrusunu söylemek gerekirse her dilek bir başkasının dileğinin tekrarıdır. Geçmiş bizden önde, bunu bilin, biz onu izliyoruz. Kim yaşamına ayak uydurabiliyor ki.” Bir sonraki basamakta durdu. “Buradan kaç ayak geçti. Basamakların nasıl yıpranmış olduğuna dikkat ettiniz mi, bunun için asırların geçmesi gerek. O zaman da buradan gitmedikleri ne malum. Belki ben de onlarla giderim. Şaşırdınız mı, kalabalıkta hep daha iyi olur.” Bir aşağıdaki basamağı bastonla yoklarken sanki birisi onu tutmuş gibi durdu. “Ben liseye giderken… Yaşayacağınız bir şeyi size niye anlatayım ki, zaten yaşamanız lazım. Çünkü o zaman değdi mi buna diye soramazdınız. Yaşamımız boyunca kendimize sorduğumuz bütün sorular tek bir şeye yönelir: Değdi mi buna. Yok, sizin yaşınızda değil. Ancak yıllar, yıllar sonra. Şimdi buna ne yanıt vereceğinizi bilmezsiniz. Ama unutmayın ki, gençlik çok aldatıcıdır. Aldanmaya izin vermeyin. Birden gençliğinizin yıllar öncesinde bittiğini anlayıverebilirsiniz.

Acı sözlerim için kusura bakmayın ama dilimde yalnızca acı sözler kaldı. Yaşamımı size vereyim. Boşluğa düştüğünüzde işe yarar. Boşluk başımıza gelecek en kötü şeydir. Sadece başkasının yaşamıyla bunun üstesinden gelinir. Zaten kimse yaşamına kendisininkiyle başlamaz. Şimdi siz bunu anlayamazsınız. Ama sizi zaman zaman ziyaret etmeye başladığımda… İzleniminizin ne olduğunu bilmek isterdim. Benim iyi ve kötü izlenimlerim olmuştur. Bir keresinde çocukluğumdan kaçtım ama siz belki hiç onu bırakmak istemediniz. Olur böyle şeyler. Ancak şöyle diyeyim size, faydası da yok. Yaşam kendini bulmak için amaçsızca dolaşmaktır. Ama yeter, benimki geçti. Burada hâlâ çok basamak var.”

Onu uzaklaştırdım. Birden elinden baston düştü ve aşağıya yuvarlandı, o da sendeledi ve peşinden yıkıldı. Başını kaldırıma vurarak basamakların sonundaki yola kadar düştü. O sırada kimse inip çıkmıyordu, dolayısıyla kimse bir şey görmedi. Ardından fırladım. Onu, belki hâlâ yaşıyor diye düşünmeden kaldırmaya çalıştım. Ancak ağırdı. Yaşarken uzundu, ölümden sonra külçe gibi olmuş, yani daha da ağırlaşmıştı. O sırada üstümde bir ses duydum.

“Bırakın. Ambulans geliyor.”

Kanlı başını kaldırımın üstüne bıraktım, ancak o sırada yanımda birkaç kişinin durduğunu gördüm. Böyle birdenbire nereden çıkmışlardı, bilmem. Belki de her olayda, insanlar topraktan fışkırıyor veya gökten düşüyorlar ama adam merdivenlerden yuvarlandığında yemin ederim ki hiç kimse yoktu çevrede. İnsanları dinlemeye de gerek yoktu, çünkü kimse ayağının bastona takıldığını görmemişti. Değişik şeyler söylemek mümkün, tanık tutulmak istemeyen herkes her zaman farklı bir şey söyleyebilir. Sonra anlaşıldı ki kimse istemiyormuş. Bana kaldırmayın diye bağıran, yakındaki bir evi işaret ederek benzer bir olayı anlattı:

“İşte şu evde silahlara pek aşina olmayan iki arkadaş, savaştan kalma bir tabanca bulmuşlar. Paslandığı için tetiği çalışmıyormuş, biri namluyu masaya vurmuş. Silah ateş almış. Ötekini tam karnından vurmuş. Adam yere düşmüş, beriki onu kaldırmış, galiba oturtmuş. Sonra doktor, ‘Kaldırmasaydınız ölmezdi’ demiş.”

O sırada sözleri yaklaşan ambulansın sireniyle karışmıştı. İki sağlık görevlisi sedyeyle aşağıya atladılar, gözkapaklarını kaldırarak gözlerini açan ve stetoskopu her ihtimale karşı göğsüne koyan doktor, adamın öldüğünü söyledi. Ambulanstan hemen sonra yine sirenlerini öttüre öttüre polis geldi. Arabadan iki üniformalı polis indi: Birisi yıldızlı, diğeri daha gençten, rütbeli bir polis memuru. Üçüncüsü arka koltuktan zar zor indi, şişkoydu, üniformasıyla komik görünüyordu.

Amir kim ne görmüştü, neler olup bitmişti diye cesedin çevresinde duranları sorgulamaya başladı, daha genç olanı da söylenenleri yazmaya girişti ama kimse bir şey görmediğinden yazacak pek bir şey de yoktu. Bazıları ceset kaldırımda yatarken benim merdivenlerden koşarak indiğimi görmüşlerdi. Bana onu yerden kaldırmamamı buyuran, benim adamı kaldırmak istediğimi ve kendisinin “Bırakın” dediğini aktardı, hatta şu karşıki evde olanları anlatıyordu ki amir onun sözünü kesti:

“Kim olduğunu bilen var mı?”

Oradan biri onu daha önce görüp görmediğinden emin olmadığını dile getiriyordu ki amir eliyle adamı susturdu.

“Ceplerini arayın” diye emir verdi.

Şişko polis cesedin üstüne eğilmeyi denedi ama yapamadı, bu sefer diz çöküp ceketin iç cebinden cüzdanını çıkardı, genç olana verdi. Cüzdanın pek çok bölmesi vardı ama içinde paradan ve bir genç kız fotoğrafından başka hiçbir şey yoktu, hatta bir makbuz bile.

“Kimlik kartı yok mu?” diye sordu amir şaşkınlıkla. “İyice bakın bakalım, belki başka cebindedir.” Yoktu. Daha da şaşırdı amir. “Kimlik kartı olmayan bir vatandaş, sanki hiç yaşamamış gibi” dedi şişko olan.

“Ceset olduğuna göre kimlik de olmalı” dedi genç olan. “Eğer kimlik yoksa ceset de olmazdı sanki. Soruşturmayı nasıl yapacağız?”

“Belki kimlik cesedin altına düştü. Kaldırın!” diye buyurdu amir.

Sağlıkçılar cesedi kaldırdılar ama altında yalnızca yayılmış bir kan lekesi vardı.

“Geri koyun. Bulduğumuz gibi yatırın!”

“Ya fotoğraftaki kız?” dedi genç memur, amirin elindeki cüzdanda bulunan fotoğrafa göz atarak. “Güzelmiş.”

Amir kafa salladı.

“Belki kızıdır, önceden onu tanıyan biri olabilir. Bakın!” Amirin elindeki resmi aldı ve oradakilerin gözlerine dayadı.

Omuz silktiler, tanımıyorlardı. İçlerinden biri şöyle dedi yalnızca:

“Eski olmalı. Çentikli kenarlı. Şimdi bunu yapan yok. Dedemlerde böyle fotolar var.”

“Ya sen,” diye bana döndü, “tanıdın mı?”

Evet, oydu, tanımıştım. Ama söylemedim. Ne de olsa üzerime kuşku gölgesi çekmek istemiyordum, amirin dikkatini bastona çektim.

“Belki bastonundan kim olduğunu çıkaran olur. Bastonlar insanlarla ilişkilidirler. Herkesin bastonu farklıdır. Bizim lisede bir öğretmen vardı…”

Amir lafımı bitirmeme izin vermedi, bana inanmadan baktı. Aslında sadece bana öylece baktı.

“Biz kimi, nasıl tanıyacağımızı biliriz. Onu bize bırak. Her ihtimale karşı şu bastonu arayın, bir de emanette parasi falan var mı bakalım. Cesedin etrafını çizin. Kim bilir, belki turisttir, kimliğini rehbere bırakmıştır.”

Cesedin etrafını tebeşirle çizdiler, ambulans cesedi alıp gitti, genç memurla şişko memur bastonu aramaya başladılar. Kanlı lekenin olduğu kaldırımda cesedin çevresinde beyaz tebeşirle çizilmiş çizgi sanki hâlâ onun soluğunu taşıyormuş, sanki hâlâ sözlerini fısıldıyormuş gibi gelmişti bana, bu görüntü sağlıkçılar onu alıp götürmeden önce orada öylece yatan cesetten daha etkileyiciydi.

“Kenti dolaşıp park etmiş yabancı araba var mı diye sormak gerek” diye emir verdi amir ama basamakları sıkı sıkı aramalarına karşın bastonu bulamamışlardı. “Bugün cumartesi, bugün gelmiş olmalı. Turistler kalenin oraya, tahıl ambarının yanına, yeni kente arabalarını park ederler, neyse işte her yeri araştırın. Neyse ki tek bir otel var, ona da sorun. Pansiyonlara da sormak lazım tabii. İllaki bir yere kayıt olmuştur.” Kasketini çıkardı, sanki düşünceleri yükselmiş gibi kafasını kaşıdı. “Bir de ilan asmak lazım, şu şu yaşındaki adam… Yahu adamın yaşını da bilmiyoruz ki, kimliğini bulamadık. Lanet olsun fotoğraf da çekmedik. Fotoğraf çekmeden niye gönderdik ki?”

“Kendini öldürdüğünü nereden biliyoruz?” diye lafa girdi şişko, “Kaza ihbarı yaptılar, kazada kol kırılır, ayak kırılır. Az mı bu pis merdivenlerde kol, bacak kırıldı?”

….

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Roman (Yabancı)
  • Kitap Adıİğne Deliği
  • Sayfa Sayısı288
  • YazarWiesław Myśliwski
  • ISBN9789750854590
  • Boyutlar, Kapak13.5 x 21 cm, Karton Kapak
  • YayıneviYapı Kredi Yayınları / 2022

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Fasulye Ayıklama Sanatı Üzerine Bir Tez ~ Wiesław MyśliwskiFasulye Ayıklama Sanatı Üzerine Bir Tez

    Fasulye Ayıklama Sanatı Üzerine Bir Tez

    Wiesław Myśliwski

    Çağdaş Leh edebiyatının önde gelen isimlerinden Myśliwski’nin “Fasulye Ayıklama Sanatı Üzerine Bir Tez” romanının adsız müzisyen başkarakteri gizemli konuğuyla sürdürdüğü monologda hayatının muhasebesini yapıyor....

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Yıldız Güncesi (SL3) ~ Stanislaw Lem Yıldız Güncesi (SL3)

    Yıldız Güncesi (SL3)

    Stanislaw Lem

    “Lem muazzam bir hayal gücü zenginliğine ve karakter yaratma hünerine sahip. Çok komik, alaycı, şaşırtıcı ve bilgili bir yazar.” — Theodore Sturgeon Zaman atlamalarında...

  2. Dünyanın Alacakaranlığı ~ Werner HerzogDünyanın Alacakaranlığı

    Dünyanın Alacakaranlığı

    Werner Herzog

    Başarılı yönetmen Werner Herzog 1997’de Chushingura adlı operayı sahnelemek için Tokyo’ya gider. İkinci Dünya Savaşı sırasında Filipinler’deki Lubang Adası’nda görevlendirilen ve imparatorluk ordusu dönene...

  3. Papazın Kızı ~ George OrwellPapazın Kızı

    Papazın Kızı

    George Orwell

    Taşradaki bir kilise papazının kızı olan Dorothy Hare, babasının tüm görevleri onun üstüne yıkmasıyla dükkân borçlarından mıntıka işlerine, bağış toplamaktan cemaati pohpohlamaya her şeyden...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur