Bütün hayatlar birbirine çıkar. Büyük bir şehrin kimi sahile kimi yokuşa çıkan yolları gibidir ömürler. Bizi birbirimize düğümleyen yollar, derken tam da bunu söyler Gavras Bey. Göçler, idamlar, istifalar, muhtıralar, öğrenci olayları, uçak kazaları, tanklar, yanılgılar, fedakârlıklar ve şarkılar içinde geçen bir yüzyılın Türkiyesi’nde, bir göçe direnen köklerin, ayrılığın, yoksulluğun, ölümün, direncin hikâyesini hatırlatıyor Unutursun. Hacı Gavras Karamanlı, Unutursun’un en uzun yaşayan kahramanı. Hayatının tüm dönemeçleri Bir Cihan Kafes’ten tanıdığımız ve hikâyeleri henüz bitmemiş bir ailenin üç kuşak kadınına çıkıyor. Birlikte geçirdikleri bir ömür içinde birbirleriyle kucaklaşamamış Samire, Yaşar ve Lorin’i ölümüyle kavuşturan bu yabancı kim?
Unutursun, aşk için giden, kalan ve ölenin hikâyesi biraz da…
İstanbul’un son gayrimüslimleri, esnaf dostları Aşkale’ye gitmesin diye vergi borcunu ödemek için para toplayan Müslüman komşular, asılan bir başvekilin güçlü karısı, müge çiçekleriyle bezeli altmışlı yılların Ankarası’nı yasa boğan uçak kazası, savaşlardan sağ çıkmış sıhhiyecilerin yorgunluğu, Kapadokya’nın yer altı kentleri, karlı Berlin, ana kucağı Ihlara, tangolar, ağıtlar ve elbette bir esinti gibi geçip giden Nariye’nin şarkısı… Hepsi birer yağmur damlası bu hikâyede. Hasan Dağı’nın ardında yaşananlar unutulmasın diye.
KİMİ BİR MADALYA GİBİ TAŞIR YARA İZİNİ… KİMİ DE TENİNDE YENİ YARALAR AÇARSA, ESKİSİNİ UNUTUP HERKESE UNUTTURABİLECEĞİNİ DÜŞÜNÜR. OYSA ZAMAN HER İŞİ TEK HAMLEDE YAPABİLEN BÜYÜK BİR KAHRAMAN.
VE HEPİMİZİN KALBİNDE KAPAĞI ÖLENE DEK AÇIK KALAN BİR “UNUTMA! DEFTERİ” VAR.
*
BAŞLARKEN
(…)
Arkadaşlarımın şefkatli annelerine benzemezdi benim annem. Sertti, otoriterdi, yaptığım herhangi bir şeyi çok nadiren beğenirdi. Daima kızgındı sanki. Hep çok meşguldü, çok çalışırdı. Ve hep başı ağrırdı. Ama çok hünerli bir kadındı. Elleri durmadan üretirdi. Dikişler, konserveler, seramik çiçekler, makromeler, binbir çeşit pasta, örgü modelleri, biçkiler, domates suları…
Bütün bunları yapmayı öğretir ve harikalar yaratırdı bir yandan da. Ama bana karşı çok katıydı. Bütün yaşamım onun onayını almak için çabalamakla geçti. Hastalanmadan birkaç yıl önce geçmişe duyduğu üzüntüyü dile getirmeye başlamıştı. Bana sevgisini yeterince gösteremediğini ama böylesini doğru sandığını söylüyordu. Sonra hastalığı belirginleşti iyice. Ankara’daki evi topladık, kapadık. Hastalığının detaylarını anlatan doktor, annemle aramızdaki onca yılın kederini gösterdi bir beyin tomografisi üzerinde. “İşte şu nokta yüzünden böyle böyle davranmış olmalı,” dedi…
40 yılın gizemi çözülmüştü sanki. Annem beni seviyordu demek. “Hastalığını bilmesine gerek yok,” diyerek ne yapmamız gerektiğini anlattı doktoru. Kardeşimi aradım. “Meğer annem bu yüzden böyleymiş,” dedim. Sonra ağladım biraz. Ferahlamış gibiydim. Evini kapatıp İstanbul’a getirdiğimizde on gün içinde on yıl ilerledi sanki hastalığı. Gözlerimizin önünde oldu hepsi. Onu bütün hayatı ve geçmişiyle bağlayan o ev kapandıktan sonra büyük, karanlık bir kuyuya düştü sanki. Ve teslim oldu bu unutuşa.
Geçtiğimiz ay kahvaltı masasında annemin, adımızı anımsayamadığını fark ettik. Hatta kim olduğumuzu da. Ama içtenlikle gülüyordu. Bütün kalbiyle. Bir çocuk gibi neşeyle.
Sarıldık… Şefkatle saçımı okşadı. “Kardeşlerim, sizi çok seviyorum,” dedi.
Hava soğuk. Çekimler bugünlerde hep kar altında. Yorgunum. Az uyumuşum. Çok üşümüşüm.
Yatmadan ekmek pişirdim. Kızım sabah derse giderken götürsün diye. Eskiden kardeşimin beslenme çantasını hazırlayan, onu koruyup kollayan yarı annesiydim… Bugün artık annemin karder’iyim… (27 Ocak 2016)
Annem yavaş yavaş unuttu. Belki bir evlat için en zor ödevlerden biri, onu dünyaya getirenin ruhunda neler olup bittiğini anlamaya çalışmak. Bazen dalgın gözle rini bana çevirip “Kimsem kalmadı, herkes öldü, evim viran oldu,” diyor. Ona çocuklarını, torunlarını anımsatmaya çalışmanın nafile olduğunu anladık artık. Nereden anlatmaya başlarsa oradan devam ediyoruz sohbete. Ihlara’dan, köyünden çıkıp yatıla okula gittiği o günü anlatıyor sıklıkla. Tüm yakınlarını kaybettiğini, evlerinin dağıldığını, bu dünyada kimsesiz kaldığını söylüyor. Değiştiremeyeceğimiz, izah edemeyeceğimiz durumlar karşısında kabullenmek dışında seçeneğimiz kalmıyor. Biz de kabullenip susuyoruz. Az sonra unutuyor ve başka bir konuya geçiyor…
Aslında bir kitap yazıp annemi anlatmak istiyordum. Lakin masaya her oturduğumda ağladım. Bazen bilemiyordum neye ağladığımı. Bir kelime bile yazamadan kalkıyordum. Yukarıda okuduğunuz satırlar çok sevdigim bir fotoğraf sitesinde 2016 yılının Ocak ayında paylaştığım bir fotografin aluna yazdıklarımdan…
Bu yaz kitabı toparlamak üzere Berlin’e gittiğimde o ana dek yazdığım her şey bir kenara çekildi kendiliğinden. Yaklaşık bir yıldır bir şeyler karalayıp bir dosyaya koyuyordum ama Bir Cihan Kafes’in çok sevdiğim karakterleri çıkıp geldiler, Berlin’deki ilk sabah. Annemin bu dünyadan geçerken sevdiği her şeyi toplamışlardı gelirken. “Sen kaygılanma, telaş etme, anlatacaklarımız var ve senin istediğin gibi olacak, hiç merak etme,” dediler. Berlin’de, Buchkantine isimli bir kitapçı-kafenin kanal kıyısındaki bahçesinde, söğütler altında oturmuş notlar alıyordum. Onlar böyle söyleyince ben de onlara bıraktım. Sonrası kendiliğinden aktı.
Annem doğup büyüdüğü Ihlara’sını çok severdi. Onu büyüten babaannesini ve dedesini ve ülkesini. Annemin dünyasından isimleri ödünç aldı karakterlerim. O karakterlerin güzel yanlarını bir de.
Bütün olayları, bütün konuları onlar kendileri yazdırttılar. Hiçbiri yaşanmış anılar değildir. Türkiye’de güzel günler pek azmış ve bu yüzden pek kıymetlilermiş, anladım. Olayların tarihsel akışı sırasında araştırmaları, eski makaleleri okudukça, “Hiç mutlu günümüz olmuş mu?” diye sorduğum zamanlar çok oldu. Ben yazarken Türkiye’de yine büyük olaylar yaşanıyordu.
Yaşar’ın Unutma! Defteri’ni yazmaya başlayacağım sabah kütüphaneden annemin günlüğü düştü yere. 1984 Şubat’ında babaannesi ve dedesiyle yaşadığı köy gecelerini yazmış. İnanması zor gelebilir okuyana ama gerçekten tam da bir gece önce böyle bir bölüm yazmıştım.
Anlayacağınız, bu kitap annemin unutmasıyla başlayan “Unutma İclal! Unutmadan Yaz!” defteri oldu. Kimi ağladim, kimi durdum, kimi sustum…
Hep bir devam romanı yazmak istiyordum ama böyle bir roman mıydı, bilmiyorum. Dediğim gibi, isimleri dışında, tüm karakter kendiliğinden akan bir hayal yolunun insanlarıdır. Türkiye’nin gerçekleri arkada bir tül perde, kalemse sadece unutmanın dipsizliğine bir çare oldu…
Hastalığının hayatını altüst etmesinden önce annem bir gün bir hadiseye çok sıkılıyor. “Gideyim Ayten ablama da bir kahve içeyim, iki dertleşir rahatlarız,” diyor. Ayakkabılarını giyip kapıyı çektiğinde aklına geliyor ki, Ayten abla vefat edeli iki yıl olmuş. Eve dönüyor ve kaybettiği arkadaşının yokluğuna hüngür hüngür ağlıyor. Bana bunu anlattığı vakit o kadar üzülmüştüm ki…
Otoriter, kuralcı, siyasi görüşünden asla ödün vermeyen bir kadındı annem. Hepsini unuttu. Geriye salt sevgi kaldı. Bazılarımıza nedenini bilmeksizin gülümseyerek sarıldığı vakit anlıyoruz ki, hafızasında o sevgiden başka bir şey kalmamış geriye. Her şeyi unutan insan sadece sevildiğini ve sevdiğini unutmuyormuş. Annemi düşünerek başlamıştım bu kitaba… Sonunda bitti. Artık sizindir.
“Rabbim… Beni takdir ettiğin yere gönül rahatlığı ve buzur içinde koy ve çıkacağım yerden de dürüstlükle ve selametle çıkmamı sağla. Bana katından yardım edici bir kuvvet ver.”
BİZİ BİRBİRİMİZE DÜĞÜMLEYEN YOLLAR…
İÇİNDEKİ KARANLIK KUYUYA
YETERİNCE BAKMIŞTI
1954, Ihlara
(…)
Ve bütün bu dağların, oyulmuş kayaların, kızıl toprakların altında bizi birbirimize götüren geçitler, yollar, kanallar vardır. Birbirimizin zulmünden kaçalım, güvenli ve gizli sığınaklarımızda saklanabilelim diye. Oysa o güvenli mağaralara bizi ulaştıran da bu gizli geçitlerdir. Dedim ya, kaderin hayat suyu dolu dalları gibi bizi birbirimize bağlar. Sen belki de Ethem’in emanetisin bana. Anadolu’nun görünen toprağıyla değil, görünmeyeniyle düğümlüyüz çünkü biz birbirimize. Yerin altındaki onlarca geçitle, tarihin güneşte kuruttuğu kanla, birimizin düştüğü yerden diğerinin başladığı o koşuyla. Buradan göçüp gitsek de ardımızda bıraktıklarımızla bağlıyız. Birbirimizden kopup kopup yeniden kavuşup birleşen, yeni bir hayatın yeni bütünü olan tüm parçalarımızla…
(…)
Nariye gecenin kör karanlığında çıktı evden. Sessizce. Yalın ayak. Örtüsüz.
Sis, vadiye kadar inmiş. Sanki yolunu engellemek istiyor. Hiçbir şey göremesin de dönsün yuvasına yastığına, yapmasın, etmesin diye.
Oysa kalbindeki acı pusulası, meşalesi olmuş Nariye’nin. Bir vakitler Hasan Dağı’nın ağzından fışkıran ateşler gibi, kendini yaka yaka açıp aydınlatıyor yolunu. Acısı içinde ateş olup aktıkça taş kesiyor eli kolu Nariye’nin ama kimse görmüyor.
Ne birine dokunabiliyor, ne tebessüm ediyor, ne doğru dürüst işitip konuşuyor ne de bir şeyi sevebiliyor. Yapamaz çünkü yıllar var ki eli kolu gibi kalbi de taş oldu. Hasan Dağı’nın ağrıyan kayaları, sancılı uçurumları, lav içmiş toprağı gibi artık Nariye’nin bedeni. Yanmış, patlamış, akmış, donmuş bir volkan gibi…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli)
- Kitap AdıUnutursun
- Sayfa Sayısı424
- Yazarİclal Aydın
- ISBN9786053041702
- Boyutlar, Kapak13.5 x 21 cm, Karton Kapak
- YayıneviArtemis Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Araz ~ Kahraman Tazeoğlu
Araz
Kahraman Tazeoğlu
“Ayrılığı seçtin mi her şeyi götüreceksin yanında. Geriye hiçbir şey kalmayacak. Söylenmemiş sözler kalmamalı bıraktığın yerde ki ben en çok onları duydum. Gittin mi...
- Derin ~ Meltem Reyhan
Derin
Meltem Reyhan
Hayatla sürekli bir çarpışma hâlinde yaşayan, ışığını içeri hapsetmiş genç bir kadındır Derin. Geçmişin acı veren anılarını, kaybettiklerinin boşluğunu hayatının başköşesine yerleştirmiştir.
- Gecenin İkinci Rüyası ~ Leyla İpekçi
Gecenin İkinci Rüyası
Leyla İpekçi
Leyla İpekçi, zamanın, yolcunun, yolların, ötekinin, değişimin, değişmeyeni, vicdanın hayata ve ruha izini düşüren yüzlerine bakıyor. Erbilden, İsfahandan, Erivandan, Paris’ten, Konyadan, İskenderiyeden ve birçok...