Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

İçine Çekenler
İçine Çekenler

İçine Çekenler

Demokan Atasoy

Çok kısa bir an için yaşlı adamı uyandırıp sigarasının parmağını yakacağı konusunda uyarmayı düşünse de karşı taraftan onu gözleyen gençlerin anlattıkları acımasız adamı hatırlayınca…

Çok kısa bir an için yaşlı adamı uyandırıp sigarasının parmağını yakacağı konusunda uyarmayı düşünse de karşı taraftan onu gözleyen gençlerin anlattıkları acımasız adamı hatırlayınca bu fikrinden hızla vazgeçti. Uzanıp adamın parmakları arasındaki izmariti kaparak yere attı ve üzerine bastı. Aynı anda sanki rüzgâr esmeyi, güvercinler uçmayı bırakmışçasına, büyük bir sessizlik kapladı hanı. Evrende sadece Arda, yıpranmış mokaseninin tabanı ve altında ezilirken sönmeye direnen izmaritin ateşi kaldı. O an sonsuzluk kadar uzun, hem de hiç olmamışçasına kısaydı.

Ruhlarındaki karanlığı dumana boğan, bazısı savaşan bazısı teslim olan, her nefeste kaygılarını sağaltırken ölüm meleğine nanik yapan, dertlerini sarıp ucunu yakan ve her seferinde içine çekenlerin maceraları. Demokan Atasoy’un sisli puslu hikâyelerinin içinde gezinirken bazen nefesinizi tutacak bazen de derin bir nefes alıp sıradaki maceranın dumanını içinize çekerken bulacaksınız kendinizi.

Taksi

Algın, öğlen yemeğinin ardından sigarasını tellendirirken yalnız kaldığı nadir anlardan birinde tok karnıyla yayıldığı iskemlede üzerine vuran güneş tatlı tatlı kemiklerini ısıtırken, bundan yaklaşık beş yıl önce babasının onu sabahın kör karanlığında uyandırıp sanayiye getirdiği sabahı hatırlayınca içi burkulmuş, hayatının dönüm noktası olan akşamın hatırası zihnini kavururken içi geçmişti. O sabah, Algın’ın çıraklığa başlamasının yanı sıra, babasının o güne dek hiç görmediği bir yüzüyle karşılaşmış olması itibarıyla da kayda değer bir sabahtı. Annesinin demlediği çay eşliğinde kızarmış ekmek, sararmış ve kenarları sertleşmiş “beyaz demeye bin şahit ister” peynir ve pörsümüş siyah zeytinleri iki lokmada mideye yuvarladıktan sonra, sobanın güven veren sıcaklığından zar zor kopup yıpranmış ve rengi yer yer solmuş deri ceketini sırtına geçiren babasını takip ederek evden çıkmıştı. Ebeveynleri gibi o da pek konuşkan sayılmazdı. Evin içindeki diyaloglar nadiren, “Kalktın mı?”, “Yedin mi?”, “Gittin mi?” ya da “Döndün mü?” gibi soruların ve karşılığında homurdanmayla verilen cevapların ötesine geçerdi. O sabah alışmış olduğundan daha erken uyandırıldığı için neler döndüğünü merak etse de cevap almayacağı soruları sormaktan vazgeçeli birkaç yıl olduğundan sessizce babasını takip etti.

Sokağın iliklerine kadar işleyen nemli soğuğundan kaçmak için alelacele babasının taksisine bindiler. Babası kontağı çevirip motora gaz verdiği sırada Algın’ın sivilceli suratı, kapıyı açıp içeri oturmadan önce tuttuğu soluğunu az sonra vermek zorunda olduğunun bilinciyle, kırmızıdan patlıcan moruna dönmek üzereydi. Bu kadar soğuk olmasa, kapıyı kapatmadan önce oyalanır, sokağın görece taze havasının tadını biraz daha çıkartırdı. Fakat bunu yapacak olursa babasının elinin tersiyle gereğinden çok daha erken muhatap olacağını bilerek kapıyı ardından kapatmıştı. Algın zaman zaman, babasının kendini bildi bileli şoförlüğünü yaptığı bu taksinin kül tablasının derinlerindeki bazı izmaritlerin kendinden daha yaşlı olabileceğinden şüphelenir ancak bu konuda da sesini çıkarmazdı.

Aracın, değil kumaşlarının, plastik parçalarının dahi içine işlemiş sigara dumanının gırtlak çeperine sinen bayat kokusu, onu en çok bir gece boyu kapalı kalmış taksiye sabahları ilk binişlerinde rahatsız ederdi. İlk anıları otomobille çıkılan gezilerden nefret etmesi üzerineydi. Derdini bile anlatamayacak kadar ufak olduğu yıllarda her yolculukta kustuğu için annesi Algın’ı otomobil tuttuğuna inansa da esas mesele bu ölgün aromanın genze yerleşen yapışkan parmaklarının içini kaldırmasıydı. Birilerinin bu araçla yolculuk etmek için üste para verdikleri düşüncesi onun için hayatın en büyük gizemlerinden biriydi.

Gözleri yaşarmış, kulakları çınlamaya başlamışken, dişlerini sıkabildiği kadar sıktıktan sonra çaresiz, soluğunu bıraktı. “Pfff.” Babası gözünün kenarıyla, yanında olduğunu o an fark etmişçesine, bir bakış attıktan sonra ceket cebinden çıkarttığı paketi sallayıp dudağına götürdü. Paketin ucundan sarkan sigarayı dişleriyle çekip paketi ön konsolun üstüne attı. Küllüğün altından bir kutu kibrit çıkartıp sigarasını yaktı. Pencereyi biraz aralasa, Algın babasına minnettar olurdu,oysa ne babası camı araladı ne de Algın bunu ona söyledi. Söndürülmeye üşenilmiş kibrit, kül tablasının içinde, antik izmaritlerin arasında tütmekteydi. Motor ısınınca yola çıktılar. Taksinin arka tarafında alttan gelen düzenli takırtıya ikisi de alışkın olduğundan sesi artık duymuyorlardı. Saatler sabah olduğunu gösterse de hava zifiri karanlıktı.

Gelgelelim trafik sıkışmıştı bile. Şehrin karbonmonoksit, demir, çelik, alüminyum, cam, plastik ve asfalt kaplı damarlarında kısılıp kalmış, çaresizce zavallı hayatlarını ve varlık sebeplerini sorgulamak zorunda bırakılmış dört milyon şoförün bilinçaltı, ağız birliği etmiş, aşağı yukarı aynı saatlerde aynı adama küfrediyorlardı. O günlerde aklından geçenleri dışarıda dile getirecek babayiğit neredeyse kalmadığından, egzoz dumanına eklenip havaya karışan sigara dumanları, okunan lanetlerin negatif enerjiyle yüklü akıl almaz gerginlikteki sessizliğinin gözle görülür kirliliği olmuş, mahallelerin, şehrin, ülkenin göğünü günden güne kaplamaktaydı. Patlayacak fırtınanın felaket getireceğini tahmin etmek için kâhin olmaya gerek yoktu…

Babası radyoyu hiç açmadığından, motorun homurtusu, kaloriferin mırıltısı, ara ara çalan kornalar ve aracın altından gelen takırtının monotonluğu içeriyi kaplamıştı. Algın, uzayıp giden iletişimsizlikte, babasının ona en son ne zaman doğrudan hitap ettiğini hatırlamaya çalıştı. Geçen akşam yemeğinde ortaya, “Tuz!” deyişini üstüne alınıp alınmayacağından emin olamadığından, bu nafile çabadan vazgeçti. Yarım saat kadar sonra hava aydınlanmaya başlamıştı. İşe geç kalan yayalar, otobüslerin ve dolmuşların arasından araçların önlerine atlayarak kronik yaşam kaygılarından kurtulmaya çabalasalar da İstanbul’un şoförleri bu tarz numaraları yemeyecek kadar tecrübeliydi. Birileri ölecekse, bu çoğunlukla yayaların değil, araçların kural ihlalinden, gözgöre göre olurdu bu şehirde.

Sigara dumanının solunabilir havayı seyrelttiği ve kaloriferin hamam gibi ısıttığı taksinin içinde Algın boğulmak ile baygınlık geçirmek arasında kalmış, çevreye olan ilgisini tümüyle yitirmişti. Tam içi geçmek üzereyken taksinin ani freniyle kendine geldi. Kafasını kaldırdı. Çevre yolundan çıkmış, mahalle arasına girmişlerdi. Neler olduğunu anlamak umuduyla babasına döndü fakat adam onunla ilgilenmiyor, yüzünde Algın’a yabancı gevrek bir sırıtışla ileri bakıyordu. Boş sokakta karşıdan karşıya geçmek için yolu kontrol eden genç kadından başka kimse yoktu. Uzun, siyah, fönlü saçları, pofuduk montunun kenarları kürk kapüşonunun üzerinden taşmış, beline dek uzanıyordu.

Geniş kalçalarını öne çıkartan dar kotunun altında uzun siyah, kalın topuklu çizmeleri vardı. Algın çizmenin topuklarını görünce çok şaşırmıştı. Hayatında hiç o kadar yüksek topuklu çizme ya da ayakkabı görmediğini düşündü. Genç kız, taksinin yavaşlayarak ona yol verdiğinden emin olunca -artık günün her saatinde sokakta yalnız dolaşan her Türk kadınının yaptığı gibi, aslanların bölgesinden geçen bir antilop edasıyla tetikte- başını elindeki telefona çevirip çevreye mutlak kayıtsızlık kisvesi altında karşıdan karşıya geçti. “Kalltakk!” Algın, babasının camları kapalı aracın içinde sadece kendilerinin duyabileceği bir sesle, gırtlaktan ve yaya yaya, ortaya söylediği kelimeyle irkilip tekrar ona döndü.

O güne kadar bu sözü hiç duymamıştı. Babasının bu gizemli lafı ederken yüzünün aldığı hâli de önceden hiç görmediğinden kafası karışmıştı. Babası, bakışları taksinin önünden yürüyerek karşıdan karşıya geçen genç kızın kalçalarında, geri kalan hiçbir şeyle ilgilenmiyordu. Algın neler döndüğünü anlamasa da iman tahtasının altında pır pır eden yüreği ona bir şeylerin ters gittiğini söylüyordu.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Edebiyat
  • Kitap Adıİçine Çekenler
  • Sayfa Sayısı192
  • YazarDemokan Atasoy
  • ISBN9786254130229
  • Boyutlar, Kapak11x21 cm, Karton Kapak
  • YayıneviOğlak Yayınları / 2022

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Tanrıların Krallığı / Kötülüğün Tasarımı ~ M. Olgay Söyler, Işın Beril Tetik, Demokan AtasoyTanrıların Krallığı / Kötülüğün Tasarımı

    Tanrıların Krallığı / Kötülüğün Tasarımı

    M. Olgay Söyler, Işın Beril Tetik, Demokan Atasoy

    Tanrıların Krallığı, “Kötülüğün Tasarımı” serisinin ikinci kitabı olarak, tarih ve edebiyatın kesişiminde benzersiz bir deneyim sunuyor. Tarihe ve korku edebiyatına ilgi duyan herkes için...

  2. Konuşulmayan ~ Demokan AtasoyKonuşulmayan

    Konuşulmayan

    Demokan Atasoy

    “…mavimtırak dudakları normal bir insanda gülümseme gibi duracağından emin olduğum bir şekle girdi. Aslında, o dudaklar Hande’nin yüzünde, aslı olmayan bir surete, kör bir...

  3. Ölümlüler, Deliler, Yalnızlar ~ Demokan AtasoyÖlümlüler, Deliler, Yalnızlar

    Ölümlüler, Deliler, Yalnızlar

    Demokan Atasoy

    Talih ve talihsizlik hayatlarımızın parçası. Bilirsiniz, başımıza iyi ya da kötü şeyler geldiğinde tekrarladığımız pek çok söz vardır; “Şans”, “Kader”, “Kısmet”, “Baht” deriz, “Hayırlısı!”...

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur