Hrant Dink’in anısına
İçindekiler
Önsöz
Hrant İçin Murathan Mungan
Talat Paşa’nın Savunmasıdır Hüsnü Arkan
Tarih, Coğrafya, İçimizdeki ve Dışımızdaki Ermeniler Karin Karakaşlı
Birbirini İnsanlık Dışı Yitirdikçe Selim İleri
İstiklâl Kırlardadır Mine Söğüt
Konu Komşu Enis Batur
Ermeni Kuşları Vivet Kanetti
1915 Evet, Soykırım Ferit Edgü
Yalan Yorgunluğu Ece Temelkuran
Üç Yüz Selim Temo
Kerem ile Aslı’yı Yeniden Okumak Beşir Ayvazoğlu
“Mutlu” Bir Gün Birsen Ferahlı
Yüzyıllık Arsızlık Akif Kurtuluş
Eve Girmeyen Jaklin Sema Kaygusuz
Ah Manuşyan Ahmet Telli
Hayat Dediğin Nedir ki! Nemika Tuğcu
Sarnisli Awedîs Şeyhmus Diken
Ermenilerle Tanışıklık (Aşinalıklar) Adalet Ağaoğlu
Salonda Gezinen Hayalet Murat Uyurkulak
Anılarımdaki Ermeni: İçeriye Bakmanın Sarsıntısı… Ayşe Sarısayın
Ayakkabısı Var Tabanı Delik… Adnan Binyazar
Zeytun, Dönüş Bejan Matur
Saroyan’a Ağıt Bejan Matur
Canımın Ilgınında Esen Bir Yel Gibiydi Orada Zaman
Feridun Andaç
Benden Önce Sen Asuman Susam
Koro Ahmet Tulgar
Onlar Her Zaman Bilirlerdi Oya Baydar
“Bahçelerimiz Bize Niye Ecnebi?” Murat Yalçın
Bir Anadolu Gezisi Şebnem İşigüzel
Sonra Hakan Günday
Define Müge İplikçi
Babamın Adı Behçet Çelik
Buzlar ve Fotoğraflar Gülayşe Koçak
Sır Murat Gülsoy
Adsız Irmak Zileli
“Biz” Kimiz, “Ecdadımız” Kim? Yiğit Bener
Önsöz
Ermeni yurttaşlarımızın yüz binlercesinin ölümüne ve sağ kalanların ezici çoğunluğunun da atalarının yüzyıllardır yaşadıkları yurtlarından sürülmesine neden olan “1915 Olayları”nın üzerinden tam yüz yıl geçti.
“Ermeni meselesi” nicedir her yılın nisan ayında gündeme gelerek hummalı tartışmalara yol açıyor. Gelgelelim bu tartışmalar genellikle siyasi temelde ve milliyetçi bir söylem içinde gelişiyor, esas olarak da 24 Nisan 1915’te İstanbul’daki Ermeni aydınlarının tutuklanmasıyla başlayan sürecin “tehcir” olarak mı yoksa “soykırım” olarak mı nitelendirileceği sorununa kilitleniyor. Sonuçta işin insani ve toplumsal boyutu ne yazık ki hep gölgede kalıyor.
Daha da ötesi, dünkü sorunu bugün tartışırken son derece hoyrat ve rencide edici bir dil kullanılması, hatta o dönemki tutumları haklı çıkarmaya çalışırken düpedüz nefret söylemine başvurulması, bu vesileyle şoven-milliyetçi ilkelliklerin kışkırtılması, yüz yıl önce yaşananları aşmamızı sağlamak şöyle dursun, 1915’te öldürülen ya da bu topraklardan sürülenlerin torunları ile kalanların torunları arasında uygar bir diyaloğu olanaksız kılarak geleceğe taşınacak yeni düşmanlıklar bile üretiyor.
Oysa ortak tarihlerinin bu kırılma noktasına kadar Anadolu’nun tüm halkları yüzlerce yıl yan yana ya da iç içe ama mutlaka etkileşim içinde, bazen birbirlerine sırt çevirseler de çoğu kez sırt sırta vererek yaşadılar.
Yüz yıl gibi uzun bir süre önce yaşananların bugün hâlâ milliyetçi ve çatışmacı bir perspektiften ele alınması, bütünüyle insanlık dışı bir çılgınlık olan Birinci Dünya Savaşı’nın, yani tüm gezegende yirmi milyon insanı yok eden, ülkeleri yakıp yıkan, tüm halkları perişan eden, savaşa katılan ülkelerden hiçbirinin “haklı taraf” olmadığı, yani savunulacak hiçbir yönü olmayan bir emperyalist talan ve milliyetçi katliam savaşının yıkıcı etkilerini bugünlere kadar taşımakta, o dönem insanları cepheye sürmek için üretilen şoven nefretle yeni kuşakları da zehirlemektedir.
Mesele artık yüz yıl öncesinde kalmış bir “büyük felaketi” değerlendirmekten ve “1915”in hangi siyasi ya da hukuki terimlerle niteleneceği sorunu olmaktan çıkmış, bugünkü değerlerimizin ne olduğunun sorgulanmasına ve yarınımızı nasıl inşa edeceğimizi tayin etme sorununa dönüşmüştür.
Aynı yurdu paylaşan halkların ortak tarihinin bu şekilde kesintiye uğraması, hiçbir toplumun kolay kolay altından kalkamayacağı derinlikte bir sarsıntıdır. “1915”e giden sürecin ve “1915”in insanların yüreklerinde açtığı yaraları ve kuşaktan kuşağa işlemeye devam eden acıları görmezden gelerek; bunu dile getirenlerin sesine kulağımızı tıkayarak; bu felaketin uzun zamana yayılan toplumsal sonuçlarını unutarak, unutturarak, geçiştirerek; işlenen suçların üstünü örterek, hafifseyerek, hele mazeret üretip savunarak ya da kurbanları suçlayarak; başka bir deyişle soruna milliyetçi ideolojinin gözlüklerinden bakarak bu sarsıntıyı atlatmak olanaksızdır.
Bu sarsıntıdan yüz yıl sonra hâlâ hukuki/siyasi “niteleme” eksenli ağız dalaşlarında takılıp kalmış olmamız, bu topraklarda geçmişte yaşamış ve hâlâ yaşamakta olan tüm halkların belleklerine –farklı biçimlerde de olsa– adeta dağlanmış olan bu korkunç sarsıntıyı atlatmakta ve yaraları sarmakta ne derece başarısız olduğumuzun kanıtı değil midir?
“1915”te yaşananlarla ve işlenen tüm suçlarla layıkıyla yüzleşmek şöyle dursun, biz özünde hâlâ cesetler üzerinde tepiniyoruz; çünkü aradan yüz yıl geçtiği halde o süreçte ölen insanlarımızın sembolik bir mezarları dahi yok.
“1915”i nasıl nitelersek niteleyelim, uygar bir toplum olabilmenin ilk koşullarından biri ölülerini gömmek değil midir? Neden ve nasıl öldükleri meselesinin ötesinde ve etnik kökenlerinden ya da dinlerinden bağımsız olarak, 1915’te ölen yurttaşlarımıza karşı bu asgari insani görevi bile yerine getirememiş olmanın haklı bir mazereti olabilir mi? Hele aynı tarihte savaş gemileriyle ülkeyi işgale gelip Çanakkale’de ölen dönemin “düşman askerleri”ne dahi anıtmezar dikmişken ve orada her yıl resmî törenler düzenlenirken…
“1915”in üzerinden koca bir yüzyıl geçtiğine göre, artık öncelikle Türk ya da Ermeni değil, önce insan olduğumuzu hatırlamanın, özellikle de dilimizi nefret söyleminden ve milliyetçi-liğin o öfkeli heyecanlarından arındırmanın zamanı gelmedi mi?
Zaten yüz yıl önce yaşananlara ortak bir insani açıdan bakmayı başarabildiğimiz gün, “niteleme” meselesinin ve milliyetçi temelli karşılıklı suçlamaların ne kadar anlamsız olduğu kendiliğinden ortaya çıkacaktır.
Çünkü ölen ya da yurtlarından sürülen insanlar için ya da beşeri mirasının, tarihî/kültürel/maddi zenginliğinin önemli bir bölümünü bir anda yitiren bir ülkede yaşamaya devam edenler açısından,başka bir deyişle siyasi/ideolojik gözlükleri atıp “1915”e insani ve toplumsal sonuçları açısından baktığımızda,“tehcir”ve “soykırım” arasında özünde hiçbir fark yoktur.
Sonuçta gerekçesi ve nitelemesi ne olursa olsun, “1915”te yalnızca insanlar yaşamlarını yitirmediler, yalnızca bu topraklarda yaşayan insanlarımızın önemli bir kısmını, onların bu ülkeye kattıklarını, taşıyıcısı oldukları tarihî ve kültürel mirası, bu toprakların özgün tarihine anlam katan ve birbirinden beslenen kültürel çeşitliliğin zenginliğini yitirmedik… Bunlarla birlikte, aynı yurdu paylaşan kadim halkların kader birliğinden oluşan ortak benliğimizi, belleğimizi, daha da önemlisi, aslında insanlığımızın bir parçasını yitirdik.
Can Yayınları’nın bu ülkenin önde gelen edebiyatçılarını, burnumuzun dibinde ya da uzaklarda, belleklerimizde, düşlerimizde ya da düşlemlerimizde, ola ki karabasanlarımızda ama bir şekilde hâlâ “içimizde” yaşamaya devam eden Ermenileri konu alan metinlerini bir anı kitapta, yani ortak bir tanıklıkta buluşturmayı hedefleyen İçimizdeki Ermeni (1915-2015) başlıklı bu kitap projesinin çıkış noktasında, meselenin işte bu insani boyutu var. “İnsana dair” olanı dile getirmek, görünür kılmak, hissettirmek, düşündürtmek, belleğe işlemek açısından en güçlü kozlara sahip uğraşlardan birinin edebiyat olduğu bilinci var.
Amacımız “1915”in yüzüncü yılında tartışmanın odağına “insan”ı oturtmaya, sakatlanmış belleğimizi sağaltmaya, yitirdiğimiz “ortak kader” duygusuna yeniden kavuşma çabasına mütevazı bir katkı sunmak…
Bu kitabı işte bu nedenle, söz konusu insani yaklaşımı ve ortak belleğimizi simgeleyen, belirli bir kökene sahip olmanın ötesinde, her şeyden önce insan, dahası aynı yeri yurdu paylaşan insanlar olduğumuzu bize hatırlatan ve olasılıkla tam da bu nedenle öldürülen Hrant Dink’in anısına ithaf ediyoruz.
Bu projeyi hazırlarken, katkılarını rica ettiğimiz yazar dostlarımız arasında dünya görüşü ya da siyasi tercih ayırımı gözetmedik ve onlardan “1915”in nasıl nitelenmesi gerektiğine dair siyasi bir değerlendirme kaleme almalarını talep etmedik: Siyasi tutum beyan edip etmemek her yazarın kendi takdiridir. Ortak bir metne imza atmalarını da istemedik; çünkü her biri ayrı kültürel/düşünsel birikime, bakış açısına sahip olan ve bunu ifade etmek için kendi dilini, üslubunu geliştirmiş yazarları tek bir ortak metnin indirgeyici sınırlarına hapsederek özgün katkıların çeşitliliğinden ve zenginliğinden kendimizi mahrum etmek gibi bir düşüncemiz asla olmadı.
Dahası, bu projede yer almayı kabul eden değerli yazarlar, katkılarının somut içeriğini tamamen kendileri belirledi: Dileyen “içimizdeki” Ermeni’yi konu alan şiirler, öyküler, anlatılar, anılar kaleme aldı, kimisi yakın zamanda yayımlanan romanından bir bölüm sundu, arzu eden de “1915”le ilgili görüşlerini açıkladı.
Dolayısıyla bu projede metinleri yer alan yazarlar, “1915” konusunda dar anlamda ortak bir siyasi beyanda bulunmuş ya da belirli bir nitelemede ittifak etmiş değiller. Öte yandan, ülkenin farklı kuşaklardan yazarlarının, “içimizdeki” Ermeni’den söz eden metinlerini “1915”in yüzüncü yılında ortak bir kitapta buluşturmalarının güncel güç kavgalarının ötesine taşan siyasi bir anlamı olduğu açıktır.
Bu projeye katkıda bulunan edebiyatçılar olarak bizler, 1915’te siyasi bir kararla bu topraklardan sürülen ve yok edilen Ermeni yurttaşlarımızın anısına hep birlikte sahip çıkıyoruz. Ermenilerin dün bu ortak yurdumuzda var olduklarına, bugün hâlâ içimizde var olmaya devam ettiklerine ve bu ülkenin gele-ceğinde yarın da var olmaya devam edeceklerine, yani bu ülkenin hem harcında hem geleceğinde Ermenilerin varlığına hep birlikte ama kendi özgün yaklaşımımızla tanıklık ediyoruz. Bu kitaba katkıda bulunan yazarların kişisel birikimlerinin de bir parçası olduğunu belirttiğimiz Ermeni varlığı ve kültürünün izlerinin toplumsal bellekten silinmesine asla razı olmadığımızı dillendiriyoruz.
Böylece niteleme meselesinin çok ötesinde, yani ister “soykırım” ya da “tehcir”, ister “etnik temizlik” ya da “insanlık suçu”, “katliam” ya da “mukatele”, nasıl nitelendirilirse nitelendirilsin, esas olarak “1915”in özüne ve doğurduğu tüm sonuçlara temelden itirazımızı ilan ediyoruz.
Bugün “1915”in hâlâ nefret söylemiyle tartışılması, yüzyıllar boyu aynı ülkeyi paylaşan kadim halklar arasına saplanmış zehirli bir hançerdir. “1915”in yüzüncü yılında artık bu hançeri çıkarmanın, ortak bir insani vicdanda buluşmanın zamanı gelmiş, geçmektedir.
Kendi adıma söylemem gerekirse, böyle bir çaba içinde yer almayı tüm insanlığa; bu topraklarda yaşanan tüm savaşlarda ve her türden milliyetçi cinnet sonucunda yitirdiğimiz her milletten, kökenden, yaştan, cinsiyetten, ırktan, dilden, dinden, düşünceden insanımıza; 1915’te yitirdiğimiz Ermeni yurttaşlarımızın anısına ve onların dünyanın dört bir tarafına yayılmış torunlarına, Ermeni kardeşlerimize; 1915’te talimatlara karşı gelerek Ermeni yurttaşlarını tehcir etmeyi reddeden Kütahya mutasarrıfı şair Faik Ali Ozansoy gibi Osmanlı idarecilerine; Ermeni komşularını katliamdan korumaya çalışan sıradan yurttaşlarımıza; bu meseleyle yüz yıl sonra hâlâ siyasi temelde pompalanan nefret, hedef gösterme, kışkırtma ve pervasız yalanlara dayalı propagandalar temelinde yüzleşmeyi hak etmeyen bu ülkenin tüm insanlarına; 1915’te öldürülen ya da yurtlarını terk etmek zorunda bırakılan meslektaşlarımız Krikor Zohrab, Rupen Zartaryan, Zabel Yesayan, Dikran Gamsaragan, Yervant Odyan ve niceleri gibi bu ülkenin Ermeni yazarlarına; İttihatçı dostlarının Ermeni politikalarını “emsalsiz zulüm ve cinayet” olarak niteleyen ve Cavit Bey’e yazdığı mektupta, “Ben kendi hayatımla bu fena ve çirkin şeyi ödeyebilsem öderdim. Fakat benim hayatım nedir ki?” diyebilen meslektaşımız Halide Edib’e ve daha 1908’de, “Hıristiyan vatandaşlarımız ile kardeşlik akdetmek bizi onlara esir etmek değil, bu esareti tertip eden hilelerden kurtarmak demektir,” diyerek kardeşliği savunan bir diğer meslektaşımız Ahmed Mithat Efendi’ye; bizleri onurlandırarak çağrımızı kabul eden ve bu projemize katkı sunan tüm yazar dostlarıma ve 1915’in yaralarını sarmak için elinden geleni yaparken İstanbul’un göbeğinde güpegündüz vurularak öldürülen “1915’in son kurbanı” sevgili Hrant Dink’ in anısına, ailesine ve dostlarına borç bilirim.
Can Yayınları adına, Proje Koordinatörü Yiğit Bener
HRANT İÇİN
Murathan Mungan
Hrant Dink’in öldürülmesinin sekizinci yılı nedeniyle 19 Ocak 2015’te yapılan anmadaki konuşma metni:
Merhaba arkadaşlar, Hrant Dink’in değerli ailesi ve dostları, hakikat ve adaleti kıymet bilenler, hepinizi sevgi ve saygıyla selamlıyorum.
Sekiz yıldır her 19 Ocak’ta olduğu gibi, bugün gene burada Hrant Dink için toplanmış bulunuyoruz. Ölümünden sonra milyonlarca kalbin evladı olan Hrant Dink için… 2007 yılında onun öldürülmesinin hemen ardından yazdığım “Cinayetin Arkasındaki En Büyük Örgüt” başlıklı yazım şöyle başlıyor:
“Söylenecek sözün çokluğu bazen insanı dilsiz bırakır.Tıkanır,kalırsınız.Haklılığın suskunluğu,diğer suskunluklara benzemez; düğümü zor çözülür. (…) Tek başına zaten yeterince trajik ve yaralayıcı olan bu ölüm, aynı zamanda yakın tarihi ürperterek çağrıştırdıkları, hafızadan geri çağırdıklarıyla da kavurucuydu. Her yeni ölüm, diğer ölümleri de ilk gün acısıyla diriltir. Kaç kitap yazarsanız yazın, bazen böyle dilsiz kalırsınız.”
Bugün sözlerimi, o gün kaldığım yerden sürdüreceğim: Dilsizliğin her çeşidinin yaşandığı bu ülkede ölenler, öldürülenler, katledilenler biz onlardan sonra birkaç kelime daha fazla söyleyebilelim, diye öldüler. Dilimizdeki kilitler çözülsün diye, dilsizi olduğumuz hakikatler içimizi daha fazla kavurup yakmasın diye… Onca zaman, bunca kayıp, bunca ölümle hem tarih içinde kilitli kalmış hem zaman içinde yol almış o fazladan birkaç kelimeyi bugün en azından onlara, onların hatırasına borçluyuz. Baskıcı iktidarlar korkunun bulaşıcı olduğunu bilir, bu yüzden toplumun korkularını sürekli diri tutmaya çalışırlar; onların bilmediği cesaretin de bulaşıcı olduğudur. Bu yüzden hayatın ve dünyanın gözlerinin içine bakarak cesaretle konuşmalıyız. O kelimelerin bizden başka sahibi yok! Bunu hiç unutmamalıyız.
Hrant Dink’in öldürülmesinin ardından sekiz koca yıl geçti. O yıl doğan çocuklar dillendi; okuma yazmayı söktü. Oysa Hrant Dink’in ölüsü, gerçek hikâyesi aydınlatılmamış bir cinayetin kurbanı olarak hâlâ bu kaldırımda yatıyor. Dünyayı kaybıyla ıssızlaştıranlar, hatıraları ve emanetleriyle çoğaltırlar…Ve emanetin başını bekleyen bizler, sekiz yıldır burada toplanıp adalet ve hakikat arayışımızı dillendiriyor, Hrant’ın ölüsünü unutkanlığın zalim ellerine teslim etmeyeceğimizi haykırıyoruz. Ayrıca Hrant Dink cinayetini, kendi siyasi projeleri için araçsallaştırmaya çalışanların emellerine terk etmeyeceğimizi de belirtmek istiyoruz. Bu sekiz yıl boyunca adalet yerinde sayarken pek çok şey söylendi, yazılıp çizildi. Bugüne, bana varıncaya dek sözler seyrelip azaldı belki ama acılar azalıp seyrelmiyor. Yerini bulmamış bir adaletin sancısı yüreklerde zonklamasını sürdürüyor; vicdanları sızlatmayı, aklımızı acıtmayı sürdürüyor. Dahası, o günden bu yana adlarını tek tek sayamayacağım her yeni kurban ve her yeni ölümle birlikte, Hrant Dink bir kez daha burada, bu kaldırımda vurulup öldürülüyor. Yerini bulmamış adalet, katillerini ve kurbanlarını çoğaltır. Gene öyle oluyor. Çünkü tetiği çeken parmaklar değişse de cinayetin arkasındaki en büyük örgüt aynı. Adı “faili meçhul” ama kendisi “faili belli” onca cinayetin işlendiği bu ülkenin değişmeyen kara gerçeği, bizi her seferinde aynı sözleri tekrara mahkûm ediyor. İktidarlar ve koltuk sahiplerinin maskeleri değişse de hiç değişmeden süren merkezi despot devlet geleneğinin elleri her seferinde gene aynı karanlık oyunu tezgâhlıyor. 1938’te Dersim Kıyımı’nı, 1978’te Maraş Katliamı’nı yapanlar, 1955’te 6-7 Eylül Olayları’nı başlatanlar, 1993’ te Madımak Oteli’ne sığınan canları yakanlar, 2011’de Roboskî’yi bombalayan kişiler ve zihniyetler aynı. Beş yüzü aşkın haftadır Galatasaray’da diz çürüten Cumartesi Anneleri’nin bağırlarını yakanlar da aynı. Adında “adalet” sözcüğünü taşıyan bir partinin on iki yıldır iktidarda olduğu bir ülkede yıllardır adalet bekliyoruz. Gelmiyor!
Arkadaşlar, bu ülkede insanlar yalnızca dostlarının değil, düşmanlarının da kendilerine benzemesini isterler. Kendisine benzesin ki, kiminle mücadele ettiğini, neyle savaştığını tanıyıp bilsin isterler. Birbirlerine benzeyenler birbirlerinin silahlarını, yaralarını, oyunlarını ve nefretlerini tanırlar. Sevginin sahtesi olur ama nefretin olmaz. Oysa Hrant Dink onlara benzemiyordu. Çünkü onların bilmediği bir Türkçeyle konuşuyordu, onların bilmediği bir Ermeniceyle konuşuyordu. O, tüm halkların eşitliğine ve kardeşliğine inanmış biri olarak barışın diliyle konuşuyordu. Laf olsun diye edilmiş temenni türünden bir barışın değil, sahici, hakiki, kalıcı ve sürekli kılınmasını istediği bir barışın diliyle… Kan kamaştıran savaş sözcükleri yoktu onun sözlüğünde, kin tazelemek için değil, hafıza tazelemek için söz alıyordu; insanları hınç bilemeye, ödeşmeye, intikam almaya değil, geçmişiyle, şimdisiyle ve kendiyle yüzleşmeye çağırıyordu. Türkleri ve Ermenileri “ebedî düşman” rolüne kapatıp kindarlığa kilitleyen tüm politikalara karşı çıkıyordu. Ötekileştirmenin dışlayıcı, düşmanlaştırıcı, şeytanlaştırıcı dilinden çok uzak bir dille konuşuyordu. Onların hiçbir zaman bilmediği; bilmek, öğrenmek istemediği yabancı bir dildi bu. Bu nedenle Hrant Dink Ermeniliğiyle “öteki”, diliyle “yabancı”ydı onlara. Hrant’la birlikte öldürülmek istenen işte bu dildi. Bir türlü hazmedemedikleri bu barış dili, dünyayı kardeşliğe çağıran bu insancıl dil… Bugün belki de her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyduğumuz bir dil.
Arkadaşlar, katillerin her infazla birlikte tabancalarına çentik attıkları İkinci Meşrutiyet öncesinden bugüne örgütlü, tasarlanarak işlenen gazeteci cinayetlerinin uzun listesinde Hrant Dink, siyasal bir cinayete kurban giden Altmış ikinci kişiymiş. Ülkemizin hemen her güne siyasal bir cinayetin, bir katliamın, bir toplu kıyımın düştüğü “Resmî Tarih Ajandası”nda, kaderi 19 Ocak 2007’ye düşen, sözünün bedelini, vicdanının maliyetini canıyla ödeyen altmış ikinci kişi…
Bu yüzden aradan geçen sekiz yıl boyunca yetişen yeni kuşaklar ve sislenen hafızalar için belki de Hrant Dink’i yeniden anlatmak, yeniden hatırlatmak gerekiyor: O, sadece Ermeni halkının bir sözcüsü değil, tüm Türkiye’nin sesiydi. Ezilen, dışlanan, sömürülen tüm kesimlerin sesi. Bugün aramızda olsaydı, Gezi Parkı Direnişi’nde bizlerle saf tutacak, tarih boyunca yetmiş altı kez kıyıma uğramış, Ortadoğu’nun en kimsesiz, en sahipsiz halkı olan Êzidîlerin yanında yer alacaktı. Hrant Dink yaşamı boyunca kendine ve değerlerine sadık kalmış biri olarak uzlaşmacı ama ödünsüz tutumuyla bu ülkede pek çok şeyi değiştirdi. Hatta ölümü bile çok şey öğretti bize. Hiçbir çevrenin, hiçbir iktidar odağının hoşuna gitmeye, gözüne girmeye çalışmadan, doğru bildiklerini söyleyip inandıklarını savundu. Onun ve benzerlerinin verdiği mücadele, onların ölümleriyle birlikte kesintiye uğrayacak bir mücadele değildir. Burada ve meydanlarda toplanan kalabalıklar da zaten bunu gösteriyor.
“İçimizdeki Ermeni” için 2 yanıt
Bir yanıt yazın
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Derleme
- Kitap Adıİçimizdeki Ermeni
- Sayfa Sayısı264
- YazarYiğit Bener
- ISBN9789750725371
- Boyutlar, Kapak14x21 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2015
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Ütopya ~ Thomas More
Ütopya
Thomas More
İngiltere kralı VIII. Henry’nin elçisi olarak ülke ülke dolaşan Thomas More, seyahatleri esnasında tanıştığı filozof arkadaşlarıyla uzun konuşmalar yapmaktadır. İdeal bir ülkenin nasıl olması...
- Manşetlerden Gaipliğe: Bay-Bayan Kenan Çinili’nin Evrak-ı Metrukesi ~ (Derleyen) Serdar Soydan
Manşetlerden Gaipliğe: Bay-Bayan Kenan Çinili’nin Evrak-ı Metrukesi
(Derleyen) Serdar Soydan
1935 yılının Nisan ayında görülmeye başlanan “basit” bir tehdit davası davalının cinsiyet kimliği nedeniyle ulusal basının derhal dikkatini çeker ve giderek bir skandala dönüştürülür....
- Ütopya ~ Thomas More
Ütopya
Thomas More
Ütopya, yorumları hâlâ birbiri ile çelişen, birbirini tamamlayan bir politik ekonomi klasiğidir. Karşımızda, o dönemde keşfedilmiş “Yeni Dünya”yı cennet olarak tasvir eden ikinci bir...
Savaşta soykırım olurmu hiç savaş bu insanlar savaşta ölür ülkeler var olma ve ayakta durma adına sert tedbirler alabilir.
Bu konu ne zaman gündeme gelse, konuşulsa;
Şu dizeler gelir aklıma:
Yaprak döker bir yanımız
Bir yanımız bahar bahçe
veya
Bakkal Karabet’in ışıkları yanmış
affetmedi bu Ermeni vatandaş
Kürt dağlarında babasının kesilmesini
fakat seviyor seni çünkü sen de affetmedin
bu karayı sürenleri Türk halkının alnına
19. yüzyılın son çeyreğinde Ermeni halkının ulus bilincine kavuşma sürecinde ABD, Avrupa devletleri, Rusya İmparatorluğu Osmanlı devleti topraklarını daha çabuk parçalayıp kendi egemenliklerine alma rekabetinde yarıştılar, bu yarışa din adamlarını da koştular ve başarıya ulaşmayacağı kesin olan isyanlar ile Ermeni halkının kırılmasının yolunu döşediler. O yolda, dar görüşlü, hırsları akıllarının üzerinde olan milliyetçi Ermeni siyasetçiler o ateşe odun taşıdılar. Osmanlı devletine egemen olan II. Abdülhamid’in islamcı çizgisi, sonra İttihat ve Terakki hükümetlerinin Türkçü çizgisi, şiddete başvuran Ermeni isyancıları cezalandırıp şiddete bulaşmayan tebaayı kucaklayan bir siyaset tarzı benimsemedi. Savaş cephesinin gerisini güven altına almak için sadece o bölgede yaşayan Ermeni tebaayı kendi sınırları içinde olan Suriye topraklarına sürgün etmek yerine, Anadolu ve Trakya’da yaşayan Ermenilerin çoğunluğunu sürgün etmeyi tercih etti. Bu tercihin arkasında Türkleştirme amacı var mıydı? Bana göre vardı ve önemli bir etkendi. Müslüman Osmanlı eşrafının, feodallerinin erdemli olmayan kesimi Ermeni tebaanın varlıklarına konma fırsatı görerek o ateşe daha çok ateş taşıdılar.
Yanan ateşte Osmanlı devletinin Türk tebaası da, Ermeni tebaası da büyük acılar yaşadı. Yaşanan acıları sayılara dökmek doğru değil, neticede acı çekenler, can verenler sayı değil insan.
Günümüzde, hala Ermenistan halkı yanlış siyasetçileri yönetime getirdikleri, Ermeni diasporası kendi mali kaynaklarını sürdürdükleri, hükümetlerimiz vatandaşımız olan Hrant Dink’in önerdiği doğru çözümlere kulak asmayıp sorunu kendi dar siyasi çıkarlarının gerisinde tuttukları için bu sorun iki halk için adil ve insani bir çözüme kavuşturulamıyor.
İki halkın ve devletin intikamcı ve dar siyasi çıkarları bu konuda kenara atmaları ve Hrant Dink’in ışık tuttuğu yolda çözüme gitmeleri gerekiyor.
“Hasta iki toplum var: Türkler ve Ermeniler… Ermeniler büyük bir travma yaşıyor Türklere yönelik, Türklerse Ermenilere yönelik büyük bir paranoya yaşıyor. İkisi de klinik vakalar… Kim tedavi edecek bizi? Fransız Senatosu’nun kararı mı, Amerikan Senatosu’nun kararı mı? Kim reçeteyi verecek? Kim bizim doktorumuz? Ermeniler Türklerin doktoru, Türkler de Ermenilerin doktoru… Bunun dışında doktor, ilaç, hekim mekim yok. Diasporaya sesleniyorum, Ermenilere… Şunun için sesleniyorum,”1915’e takılıp kalmayın, kendinizi 1915’e bağlamayın, kendinizi dünyadaki insanların bu soykırımı kabul edip etmemesine zincirlemeyin. Türklere diyorum ki, ya, Ermeniler niye bu kadar ısrar ediyor bu sorunun üzerinde, diye sorun kendinize… Biraz empati yapın, o zaman bu duruşta belki biraz onur görebilirsiniz… Ermenilere diyorum ki, Türklerin ‘Hayır, bu bir soykırım değildir’ demelerinde de bir onur görmeye çalışın. Nedir o onurlu duruş? ‘Bir Türk olarak ben soykırıma karşıyım, ırkçılığa karşıyım, soykırım Allah’ın belası bir şey, nasıl ya, benim atalarım böyle bir şey yapamaz, çünkü ben yapmam. Dolayısıyla burada da bir onurlu duruş vardır”