Birden fermuarını çözdü, pantolonunu indirdi. Sonra da külodunu çıkarttı. Beni nasıl aşağılıyacağını biliyordu ama öfkesini kontrol edemiyordu da: “Hadi, gel, gir içime! Hadi, hakkındır, beni evine aldın ya, beni o soğuk sokaklardan kurtarıp getirdin ya buraya, gir içime, hadi!..” diye bağırmaya başladı… Karanlık yerimin bu denli zorlanması, öfkeden deliye döndürmüştü beni. Ona tam, “Yeter artık, yeter; bitir, bu oyunu!” diye bağırırken, cinsel organının çevresinde, kasıklarında, karnının altında derin sigara yanıklarını fark ettim… İşte o anda öfkem gülünç geldi bir an bana, gülünç ve acınası… O ise adeta acıyla kıvranarak ve soluk soluğa, kendiyle konuşmaya devam ediyordu. “Gir içime ama sigara söndürme oramda!..”
YAZAMAYAN YAZAR
Günlerdir yazamıyordum. Ve bu defa farklıydı. Daha önceki tıkanmalarıma hiç benzemiyordu. Ruhumda bir göç başlamış gibiydi, içimde bana hayat veren varlıkları, dalgınlıkla incitip kırmıştım sanki. Onlar benden umudu kesmiş yeni bir vadiye yol alırken, bıraktıkları yerler anında çöle dönüşüyordu… Büyük ve benim olan aynalarım vardı eskiden ve hayattan kopup gelen yüzleri, düşleri, öyküleri içimdeki bu aynalarda konuk ederdim önce. Sonra hayata yolcu ederdim, yine onları… Emindim, onların kimlerin ruhlarına konuk olacaklarından…
Şimdiyse aynaların olduğu yerde, benim bile derinliğini tahmin edemediğim bir boşluk vardı. Yüzler, düşler, öyküler, bu dipsiz boşlukla hiçbir yankı, hiçbir ışık yaratmadan kaybolup gidiyorlardı. Her şey içimde kalıyordu artık… Yazamıyordum ama başka bir iş de yapamıyordum. Çalışan insanları delicesine kıskanıyordum. Bakkalın çırağını, mahalledeki terziyi, seyyar satıcıyı, musluk tamircisini, fırıncıyı… İçimdeki derin boşluğun nöbetini bekliyordum, günboyu… Bu bekleyiş, bu yolunu yitiren kaderin belirsizliği ölümden bile daha korkutucuydu. Aradan çok zaman geçti ve yavaş yavaş bu korku azaldı.
Boşluğum kendi kendine alıştı. İçimde gördüğüm, yaşadığım her şeyi yeniden hayata yansıtma hırsı ve iddiası, yerini dinginliğe ve sadeliğe bırakmıştı…
Kendime, daha önce hiç hissetmediğim bir merhamet duyuyordum. Çok büyük bir kazadan canını güç bela kurtarmış çok sevdiğim bir yakınım gibi davranıyordum, kendime. Çok uzaktan, zorlu geçen bir sürgünden yıllar sonra yine içime dönmüş gibiydim… Artık akşamüzerleri kitap sergilerini sakin adımlarla gezmeye çıktığımda bir zamanlar en büyük yayınevlerinde baskı üstüne baskı yapan kitaplarımın tozlu yerlere hoyratça atılmış ve “ne alırsan yüz bin lira”, yazılı bir etiket altında satıldığını görür ve kendime duyduğum bu merhamet, oracıkta sevinçli bir sızıya dönüşür, bu sızıyı daha da anlamlı kılmak için usulca eğilir, kitaplarımın tozunu siler ve düzgünce sıralardım onları. Sanki onlar, genç yaşta ölmüş çocuklarımdı benim. Tozlarını alır, sayfalarını düzeltip sıralarken kitapçıyı da bir mezarlık bekçisi gibi hisseder ve bakışlarımla ona, “Çocuklarıma göz-kulak ol, ezip geçmesinler, son uykularında incitmesin kimse onları!” der gibi bakardım. İçimdeki boşlukla bütünleşmiştim ama ruhumda giderek zonklaması artan yalnızlığım bu gizli anlaşmaya boyun eğecek gibi görünmüyordu.
Günlerdir hiçbir okurum ne bir telefon ediyor, ne de iki satır mektup yazıp hatırımı soruyordu. Hiçbir kuruluş veya dernek konuşma yapmam için davet etmiyor, gazete ve dergiler bir olay hakkındaki görüşümü sormuyordu bana… Yazmaya yeni başlayan gençler, dosyalarını göndermez olmuşlardı artık.
Bana artık nasıl davranırlardı bilmiyordum ama onların varlığını hissetmek istiyordum. Onlar beni aramazlarsa, ben onları arardım. Onlar yanıma gelmezlerse, ben onların yanına giderdim. Gururum bütün bu kararlarıma hiç başkaldırmamıştı. Kimbilir, belki o da tıpkı, yüzler, sesler, öyküler gibi içimdeki boşlukta kaybolmuştu…
Adres ve telefon deflerimi çıkarıp hepsini tek tek aramaya başladım. Birkaçı dışında hemen hepsi artık başka yazarları okuduklarını, onların yanında olmayı istediklerini, üstelik benim yazmayı bırakmamla kendilerine bir anlamda ihanet ettiğimi söyleyip yüzüme telefonu kapattılar…
Yazdığım mektuplara da benzer yanıtlar geldi. Onları ansızın kötülüklerin ortasında, yarı yolda ve çaresiz bıraktığımı, bu terk edilmeyi hiçbir zaman affedemeyeceklerini söylüyorlardı… Aslında, hak vermiyor değildim onlara. Ama yine de onlara ve kendime yaptığım bu haksızlığın ve bu ansızın terk edilişin anlamını çözmüş değildim ki ben de… Bu suçtaki payım ne kadardı, bunu kim bilebilirdi ki…
Ama yine de bazı eski okurlarım yanlarına gitmemi, konuk olmamı kabul ettiler. Onlar da kırgındılar ama bana duydukları acıma ve yakınlık, kırgınlıklarını örtüyordu. Ağır bir hastalık sırasında belleğini ve yaşama gücünü yitirmiş yaşlı bir hastaya davranır gibi davranıyorlardı, bana. O yapay, o abartılı saygılarından eser kalmamıştı. Benim yanımda, bir zamanlar rakibim olan yazarların kitaplarından bölümler okuyorlardı ve onlara her geçen gün daha da artan hayranlık duygularından bahsediyorlardı, hiç çekinmeden…
Aslında bu duruma başta üzülüyordum ama sonraları hiç aldırmamaya hatla bu durumdan garip bir haz almaya bile başlamıştım. Bu haz, bir özgürlük duygusu veriyordu bana. Kendimi bir roman, bir film kahramanı gibi uzaktan ve büyük bir dikkatle izliyordum. Ben, hem o kahramandım, hem değildim. Başıma daha neler geleceğini büyük bir merakla izliyordum. Üstelik geçmişle etrafım hayranlık ve sevgi çemberiyle örülüyken, kendini beğenmişliğin yarı dalgınlığı ve kolay sarhoşluğuyla gözden kaçırdığım birçok ayrıntıyı şimdi bütün açıklığıyla görüyordum.
Evlerinde konuk olduğum eski okurlarım, kimi zamanlar yanlarında meraklı arkadaşlarıyla gelir ve beni onlara, işte, “yazamayan yazar misafirimiz,” diye tanıtırlardı… Böyle anlarda kendimi türü bitmeye yüz tutmuş egzotik coğrafya hayvanları gibi hissederdim.
Bazen mahalledeki küçük çocuklar odamın penceresinden bana bakar, “Yazamayan yazar! Yazamayan yazar!” diye alay edip kaçarlardı…
Kimi geceler eski okurlarım bana şiirlerini, öykülerini gösterir, benden onları eleştirmemi isterlerdi. Eskiden, yazdığım yıllarda eleştirilerimi büyük bir dikkat ve saygıyla dinleyen okurlarım, şimdi yaptığım eleştirilere hemen alınıp öfkeleniyor; eleştirilerimi yersiz bulup, hatta onları yazabildikleri için kıskanmakla suçluyorlardı ve kapıyı suratıma çarpıp çekip gidiyorlardı… Ama ben yine de yılmıyordum eleştirmekten. Panellerde, söyleşilerde ayağa kalkıp konuşmacıları ağır bir dille yargılamaktan… Hatta bunu eskisinden daha bir yüreklice ve sonuna dek, adeta inatla yapıyordum. Çünkü eskiden ben de yazıyordum ve yazdıklarıma yeterince güvenemediğim için başkalarına karşı daha bir temkinli ve ölçülü bir saygı içindeydim… Şimdi artık kaybedecek bir şeyim yoktu. Hatta kimi kez kendilerini eleştirdiğim yazarların, konuşmacıların; “Siz önce yeniden yazı yazmaya bir başlayın, bu söylediklerinizi bir hayata geçirin, bizi ondan sonra eleştirin,” gibi yaralayıcı, küçük düşürücü sözlerinden, gizli, garip bir haz almaya başlamıştım…
Çünkü yazamamak yüzünden öylesine büyük bir acı çekmiştim ki bu sözler beni artık hiç etkilemiyordu. Eski okurlarımın gideremediği, hatta daha da arttırdığı yalnızlığımın ağrısını bile, geçici bir süre için uyuşturuyordu…
Bir süre sonra artık kendim gibi insanları arayıp bulmuştum. Artık yazamayan şairler, yazamayan romancılar, çizemeyen ressamlar, beste yapamayan besteciler, oynayamayan aktörlerden oluşan küçük bir grubumuz vardı. Hemen her akşam aynı meyhanede oturup acılarımızı, yalnızlıklarımızı paylaşıyorduk. Bizi kimse ciddiye almasa da basın toplantılarına, mitinglere, siyasi etkinliklere katılıyorduk. Hatta birkaç kez Cumartesi Anneleri’ne destek vermeye bile gitmiştik… Toplumsal bir devrim için ayaklanan insanların başını, bizim gibi insanların çekeceğinden artık hiç kuşkum kalmamıştı…
Herkes bizi yanlış anlıyordu… Biz yazan, üreten insanlara karşı bir hınç duymuyorduk. Hatta onların birbirlerine duyduğu o kıskançlıktan ve o kirli hırstan eser yoktu bizde. Bizim öfkemiz ruhumuz gibi çıplaktı ve sistemin ta kendisineydi.
Çünkü artık kimseden hiçbir saygı ve ilgi görmediğimiz için sistemin baskı gücünü, adaletsizliğin insanları nasıl acımasızca ezdiğini, bu sistemde koruyucu bir sıfatı olmadan, sıradan bir insan gibi yaşamanın nasıl ıstırap verici bir şey olduğunu bizzat yaşayarak görüyorduk… Kaybedecek bir şeyimiz yoktu. Ve ödünsüzdük sonuna dek… Ve birbirimizi, çıkarttığımız kavgalarda korumak zorundaydık. Çünkü yarın yazamayan bir şair arkadaşıma yapılan bir saldırının benzeri, ertesi gün benim başıma gelebilirdi… Küçümseniyor, değer verilmiyor, fikri sorulmuyor, hırpalanıyorduk ama pek aldırmıyorduk bütün bunlara, çünkü kendimizdik her yerde, her an. Artık yazdıklarıma öykünmüyordum. Okurlarıma, yazdıklarım gibi, içten tutarlı, sevgi dolu olduğumu kanıtlamak için uğraşırken düştüğüm o yapaylığa düşmüyordum…
Yazılarımı korumak için ruhumu ateşe atmıyordum. Başkalarının gözünde bir simge, bir tema değildim, sıradan bir insandım artık. Hiç kimse sözlerimin arkasında gizli bir anlam aramıyor ve elimi kolumu bağlayan ve özgürlüğü kısıtlayan ikiyüzlü ve zorlama bir saygıyla boğmuyorlardı beni. Kendileri de boğulmuyordu böylelikle…
Tek kişilik bir yolculuk değildi artık benim için sevişmek. Sevişirken gövdemden ve ruhumdaki o hastalıklı, o her şeyi kılı kırk yaran, merakı zaman zaman acımasızlığa varan gözlemciden kurtulmuştum sanki. Yanımdaki gövdenin içinde istediğim an kaybolabiliyordum…
Artık sokaklarda her an karşılaştığım birbirinden ilginç insan yüzlerini, ay ışığının kırık bir şişeden yansıyışını, tutkuları, kendilerini hayatın anlamına inandırmış yürekleri, hırsların ve gölgelerin içine gizlenmiş, sönmeye yüz tutmuş acıları bütün benliğimle ve hiçbir yazma endişesi taşımadan seyretmenin, derin hazzını yaşıyor…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Deneme Edebiyat
- Kitap Adıİçime Gir Ama Sigaranı Söndürme
- Sayfa Sayısı159
- YazarCezmi Ersöz
- ISBN9789754782455
- Boyutlar, Kapak14x21 cm, Karton Kapak
- YayıneviTekin Yayınevi / 2006
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Saçlarının Kardeş Kokusu ~ Cezmi Ersöz
Saçlarının Kardeş Kokusu
Cezmi Ersöz
Birazdan sabah olacak… Para, tarifeler, beklentiler, radevular, taksitler, iş, anneler ve korkular başlayacak… Bunlar varsa ve bizim için geçerliyse, aşk yoktur ve hiç olmamıştır,...
- Kim Var İmiş Biz Burada Yoğ İken ~ Cemal Kafadar
Kim Var İmiş Biz Burada Yoğ İken
Cemal Kafadar
Cemal Kafadar bu kitapta bir araya getirdiği dört denemede, on altıncı ve on yedinci yüzyıllar Osmanlı dünyasından oldukça mütevazı dört kişiyi ele alıyor: Babasından kalan arazi üzerindeki haklarını korumak için divan-ı hümayuna başvuran Mustafa adlı Yeniçeri; İstanbul'da günce tutan Seyyid Hasan adlı derviş...
- Dantevari Denemeler ~ Jorge Luis Borges
Dantevari Denemeler
Jorge Luis Borges
“Gün batmak üzere, ışıklar yorgun; gravürlere daha bir daldıkça anlıyoruz ki yeryüzünde olan her şey var bu gravürlerde. Geçmişte ve bugün olanlar, gelecekte var...