İçimde yıllar sonra memlekete dönmüş olmanın sevinci, ellerimde bavullar, havaalanının kalabalık telaşından kurtulup bir taksiye doğru yürürken azıcık terlemiş alnıma huzurun sessiz, sakin, ama garip bir şekilde ürpertici eli dokunuverdi…
Bavulları bıraktım, terimi sildim.
Tam bu sırada o boz renkli kertenkele, ayaklarımın ucundan sessiz, sakin ama garip şekilde ürpertici bir bakışla süzülerek geçip gitti.
Siz bu hikâyeyi daha önce okumuştunuz
İçimde yıllar sonra memlekete dönmüş olmanın sevinci, ellerimde bavullar, havaalanının kalabalık telaşından kurtulup bir taksiye doğru yürürken azıcık terlemiş alnıma huzurun sessiz, sakin, ama garip bir şekilde ürpertici eli dokunuverdi…
Bavulları bıraktım, terimi sildim. Tam bu sırada o boz renkli kertenkele, ayaklarımın ucundan sessiz, sakin ama garip şekilde ürpertici bir bakışla süzülerek geçip gitti.
Vay canına… İşte bir yabani kertenkele asfaltlarda elini kolunu sallayarak dolaşıyor.
İçimden yıldırım gibi şunun peşi sıra ayaklarımı pat pat yere vurarak koşup korkutmak geçti. İşte o kadar… Çünkü kertenkelenin yırtarak açtığı ipek çarşafın altından bütün bir tabiat sessizce gülümsemeye başlamıştı. Şakır şakır güneş içinde kalmıştım. Etrafımda arı ve sinek vızıltısı. Çığlığı duyulmayan kırlangıçların keskin kanatları. Az ileride bir salkımsöğüt, efendi efendi uzanıp duruyor. Aman Yarabbi… Her şey ne kadar sakin, ne kadar huzur ve sükûn içinde…
Bu şaşkınlığımı uzun süren bir daüssılanın ardından duyulabilecek şoka atfederek taksiye bindim. Şoför omzunun üzerinden gülümsedi; yumuşak, terbiyeli seslendi: Nereye abi?..
Şoförün yüzündeki gülümseme kertenkeleden beter. Düşünün; bu şoförün ne kasketi, ne bıyığı var. Kıravatlı, tıraşlı, takım elbiseli, alabrus kestirmiş saçlarını. Hadi bütün bunlara “eyvallah” dedik; ya o mahut gülümseme.
Kalabalıkta kimsenin yüzü kendinin değildir, bilirsiniz. Ben de zaten bir telâş içinde geçmiştim havaalanının kapalı mekânlarını. Ama şimdi gördüğüm görevli yüzlerindeki gülümsemeleri, parça parça birbirine ekleyince; bu taksi şoförünün yüzündeki ifade birden etekemiğe büründü. Ben de elimde olmayarak aynı şekilde gülümsedim galiba ve gideceğim yeri söyledim.
Yola koyulduk.
Kavaklar, tozlu yapraklarıyla yeni dikilmiş çınar ağaçlan, akasyalar, zakkumlar yol kenarında esas duruşa geçmişlerdi. Önümüzden yanımızdan geçen araçlar, ağaçlarla birlikte beni sessizce selâmlıyordu sanki. Bir daha “vay canına”… Böyle bir karşılama törenini mümkünü yok hayal edemezdim. Bunlar benim yıllar önce bırakıp gittiğim ağaçlar, yollar ve şoförler değildi.
Cinlerim ve onlarla haşırneşir olan fikirlerim etrafta bir muhalif mesaj aramaya koyuldu. Mahiyeti malum bir alışkanlıkla iki yanımızdan akıp giden duvarlara baktım. Biz eskiden duvarlarla konuşurduk. Duvarlar anlatırdı memlekette olupbitenleri. Güç kavgası onların üzerinden yapılırdı. Onların rengi yansırdı insanların yüzlerine.
Duvarları yıkmışlar… Tarihin sonu. Önünde ve ardında duranları birbirine kavuşturmuşlar. Yıkılan duvarların yerinde birlik ve beraberlik fotoğrafları çektiren o sessiz, sakin, garip bir şekilde ürpertici tebessüm.
Yıkılmayan duvarları da gördüm. Kıyısında, köşesinde kırmızı boyası uçmuş fırça izlen. Bu hatıranın üzerinde konser afişleri, yerli ve yabancı arabalar, piyangolar, mankenler…
Taksiden iniyorum.
Biraz nefes almam, kendime gelmem, etrafa şöyle bir
göz atmam lazım. Neredeyim ben?
Şoförün parasını dolar olarak verdim. Adam paraya
şöyle bir baktı, yüzünü buruşturdu:
Türk parası yok muydu abi!
Yok, dedim.
İşe bak. Ben giderken dolar baş tacı idi. Demek onu tahtından indirmişler.
Şoför paramın üstünü Türk lirası olarak ödedi. Ben elimdeki paralara şaşkın şaşkın bakarken, gazlayıp gitti.
Ne yapmalı?
Hemen bir sigara yakmalı. Yerli türünü özlemişim.
Köşedeki bayi borsa havadislerini okuyor. Kulübesini bir baştan bir başa yabana isimli yerli dergiler istila etmiş.
Bir gazete ve bir paket sigara alıp dönüyorum. Birden bir eski tanıdık ile burunburuna geliyoruz. Sarılıp yanaklarımdan öpüyor.
Şişmanlamış ve saçları dökülmüş. Parlak kumaştan takım elbise giymiş, kırmızı mendilkırmızı kıravat. Ayaküstü geçen yılların dökümünü yapıyor oracıkta. Ben gidince meğerse memleketi bir cehennem sıcağı kaplayıvermiş. Millet, aman bir gölge olsun da isterse süngü gölgesi olsun diyesiymiş. Kendisi de bu yeni ve çağdaş yapılanma içinde gölgelenecek bir mevki edinmiş tabi. Bana “nerden böyle” diye soruyor. Ona “bilgi ve görgümü artırmak için” dünyanın bir numaralı ülkesine gittiğimi söylüyorum. Üniversiteye intisap etmiş birkaç arkadaşın adı geçiyor. Doktoralarını yaptıklarını ve konut kredi taksitlerini Ödediklerini söylüyor. Herkes bir yerlere gelmiş, enflasyon düşmüş, ihracat gelirleri artmış, sinemada star sistemi yıkılmış.
Benim yine galiba ağzım bir karış açık, kulaklarım arabaların motor seslerinde. Oysa arabaların motor sesleri yok. Komaları çalışmıyor. Yayalar kırmızıda duruyor, yeşilde geçiyor.
Eski âşinâ ile ayrılırken kulağıma eğiliyor, sırnaşıyor: Kim bilir ne kadar döviz getirdin… Bunca yıl yurt dışında köşe olmuşsundur, köşe… Köşe kelimesini cebime koyup, bu huzurlu ortam içinde yavaş yavaş huzursuzlanarak yürüyorum. Şu bavullar Bir ağaç altı ve bir bank bulup oturdum, sigaramı yaktım. Yurdum insanları bir o yana, bir bu yana savruluyor. Etrafta ne idüğü belirsiz bîr kalabalık. Güvercinlere baktım, martılara. Bir kedi ayaklarımın dibinden ağır ve kalender yürüyerek geçip gitti. İyot, egzos, toz ve daha bilemediğim pek çok kokudan oluşan İstanbul havasını ciğerlerime çekiyorum. İstanbul böyledir. “Yaşanmaz burada” der, çeker gidersin; üç gün geçmeden özlersin. Çok özlemişim, çok.
İzmariti atıp üstüne bastım. Eve gideyim artık, evin kuştüyü kucağına uzanayım.
Bir taksi çevirip atladım. Millet Caddesi’nden gidiyoruz. Sonra Saraçhane’ye dönüp Haşim İşcan Geçidi’nden geçtik.
Aydınlığa çıktığımızda trafik tıkandı. Polis yolu kesmiş. Ne oldu acaba?
İkimizin resmini çıkarsınlar yan yana
Durduk. Ne oldu acaba?
Şoför camdan başını çıkarıp ileri doğru baktı baktı, anlayamadı.
İstanbul burası, kim bilir yine ne oldu, dedi. Bir sigara yaktı.
Sonra:
Rahatsız ediyor mu abi, dedi.
Yok, dedim. İç sen.
Epeyce bekledik. Sıkıldık bayağı. Yayalarda bir hareketlilik var. Bozdoğan Kemeri’ne doğru gidiyorlar. Ne oldu acaba?
Sonunda şoför de, ben de dayanamayıp indik arabadan.
Oooo.. Kemer’in dibi ana baba günü. Polis, itfaiye, ambulanslar. Önce kaza oldu sandık, meğerse değilmiş. Arabalar boşaldı, birlikte Kemer’e doğru gidiyoruz. Yolda birine sordum:
\”e var, n’olmuş? Adam kayıtsız:
Biri yine intihara kalkışmış galiba.
İşe bak, talihe bak, memlekete adım atıyoruz, karşımıza ilk çıkan bir intihar vakası. Oysa biz akademisyenler daha çok “Bir intihal vakası” cümlesine takılırız. Şimdi böyle soğuk esprilerin sırası değil ama, ne yapayım zihnimden geçiverdi.
Kalabalık kafasını kaldırmış Kemer’in üzerine doğru bakıyor.
Yaklaştık, baktık Bir kadın var orada.
Aşağıda bir karmaşa, televizyon kameraları, polisler, itfaiye önlem almış, atlar falan diye çadır mı, sünger yatak mı, işte ondan açmış. Her kafadan bir ses çıkıyor. Bir köşede bir grup genç “Atla, atla” diye tempo tutuyor. Ötekiler onları susturmaya çabalıyor. Şoför:
Çok oluyor abi. Eskiden Boğaz Köprüsü’nden atlamak moda idi, anında televizyona çıkıyorsun. Şoföre şaşkınlıkla baktım, sigarasını tüttürüyor, o da kayıtsız. Belli, bu gösteriye alışmışlar. Kemer’deki kadın. Esmerin karası bir kadın. Otuz yaşlarında varyok, ama çökmüş. Üstünde bir kısa kollu gri penye; altında lacivert bir eşofman, ayağında terlikler, saçbaşsurat dağınık, ağlamaktan gözleri şişmiş. O kadar uzaktan bu şişmiş gözleri nasıl görüyorum? Hayır görmüyorum, tahmin ediyorum. Roma devrinden bu yana Kemer’in üzerine çıkan kaçıncı insan bu? Ne tuhaf soru. Çıkmış işte, yürümüş, tam ortaya gelmiş, oraya çökmüş. Bir zaman altından akıp giden araçlara dalmıştır. Ve düşünmüştür? Sana ne be adam. İşte belli, ağlamış, susmuş, mevsim kışa döndü üşümüştür. Ama o ruh haliyle üşüdüğünü farketmemiştir, İstanbul’un bazı ağaçlan Şubat ayma kadar yaprak dökmez Hatta pastırma yazı olur, çimenler yeniden boy atar, san çiçekler açar, sanırsın bahar gelmiş. Kemer’in koca taşlan arasından incir filizleri, adını bilemediğimiz dikenler, bitkiler yeşermiş; yer yer otlar ve o sarı çiçekler.
Kadın orada oturuyor.
Kim bilir ne zamandan beri oturuyor. İlk kim gördü onu acaba? İntihar edeceğine nasıl karar verdiler? Belki çiçek toplamaya çıkmıştır. Sululuk etme. Her neyse işte polis, itfaiye, kalabalık herkes orada. Ama kadın farketmiyor kimseyi. Sesleri duymuyor.
Derken yangın merdiveni yükseldi. Yükseldi. Kadının önüne kadar geldi. İçindeki görevliler onunla konuşmaya çalışıyor.
Bu sırada kadın o elem dolu dalgınlığından kurtulup bağırıp çağırmaya başlıyor, ne dediği pek anlaşılmıyor. Sonra ayağa kalkıyor, yalpalayarak iki adım o yana, iki adım bu yana gidip geliyor. Arada bir işaret parmağını tehdit kabilinden sallayarak “yaklaşmayın, atlarım ha!” diye feryat ediyor.
Merdiven ucundakiler ağır ağır kadına yaklaşıyor, derdini anlamaya çalışıyor.
Bir ekip de arka taraftan yaklaşıyor, kadının onlardan haberi yok.
Bir ara sakinleşip oturuyor. Oracıkta fışkıran san çiçeklerin yanına çöküyor, çiçekleri okşarken derdini döküyor.
Kocası dört çocuğunu da alıp öteki kadının yanına gitmiş. Bu yalnız, bakımsız, kimsesiz, aç. Çocuklarına hasret. Uğraşmış, çırpınmış, adam geri dönmemiş. Üstelik epeyce bir zamandan beri çocuklarını da gösteriyormuş. Kadının artık canına tak demiş, öleyim de kurtulayım bari diye buraya çıkmış. Nereden biliyorsun bunları? Birazı kulaktan kulağa bize kadar geldi, gerisini ben tamamladım. Ama doğru yazmışım senaryoyu. Çünkü bir süre sonra görevliler kadına söz verdi. Sen atlama, vazgeç, biz hem kocanı, hem çocuklarını buluruz dediler. Kadın razı olmuyor, hemen şimdi istiyor çocuklarını. Teşkilat harekete geçiyor, bayağı iyi çalışan bir teşkilat yani; anında adamı buluyorlar, çocukları öteki kadınla birlikte bir arabaya atıp getiriyorlar.
Bütün bu işler olurken, yani kadın öndeki ekip ile pazarlığı sürdürürken, arkadaki ekip yavaşça Kemer’in üzerine çıkıp, zaten gücü iyicene tükenen kadını yakalıyor. Orada bir süre öylece kalıyorlar. Kadın direnmiyor artık. Sadece sarı çiçeklere bakıyor. Çiçeklere mi, çocuklarına mı7 Uzatmayalım, işin tadını kaçırmayalım. Gerçek bir intihar vakasını allayıp pullamayalım. Trafik tıkalı olduğu için babayı, çocukları ve öteki kadın ile babanın bir iki arkadaşını getiren minibüs, ötelerde bir yerde kalmış. Bunlar inip yürümüşler. Polisler kalabalığı yarıyor, oracığa bir meydan açıyor. Meydana giren çocuklar o tiz çocuk sesleri ile Ke…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Hikaye
- Kitap AdıHuzursuz Bacak
- Sayfa Sayısı168
- YazarMustafa Kutlu
- ISBN9789759954161
- Boyutlar, Kapak 13,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviDergah Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Ne Yeni Ne Başka ~ Ayşen Işık
Ne Yeni Ne Başka
Ayşen Işık
“Kendi geleceğimi görmüştüm onda. Bir daha hiçbir erkeğe güvenemeyecektim. Hiç iyileşmeyecek bir yarayla, ölünceye dek yakamı bırakmayacak bir acıyla günleri atlatmaya, her an yüzeye...
- Erkeklerin Hikayeleri (Murathan Mungan’ın Seçtikleriyle) ~ Murathan Mungan
Erkeklerin Hikayeleri (Murathan Mungan’ın Seçtikleriyle)
Murathan Mungan
İÇİNDEKİLER MURATHAN MUNGAN Önsöz CESAREPAVESE Kendini Öldürenler HENRY MILLER Madmazel Claude VLADIMIR NABOKOV Sesler BERNARD MALAMUD Meslek Seçimi JOHN CHEEVER Merhem RAYMOND CARVER Kameriye...
- Kapak Kızı ~ Ayfer Tunç
Kapak Kızı
Ayfer Tunç
Karlı bir kış günü, Ankara’dan İstanbul’a giden bir trenin yemek vagonu. Birbirini tanımayan üç kişi; bankacı Ersin, radyo programcısı Selda ve yemekli vagonun garsonu Bünyamin. Kapak Kızı, işte bu üç kişinin romanı.