Mimar Sinan’ın güneşle aya emanet ettiği sır…
Kanuni Sultan Süleyman’ın Hürrem Sultan’dan bir kızı dünyaya gelir. Muhteşem padişah kızının adını kendi koyar: Mihrimah. Güzel sultan, büyüdüğünde iki talibi olur. Biri Diyarbakır Valisi Rüstem Paşa, diğeri sarayın sermimarı Mimar Sinan…
Grand Türk ve Bellini romanından tanıdığımız Mina Oğuz bu sefer, büyük aşkı Mimar Sinan ile annesi Hürrem Sultan arasında kalan Mihrimah Sultan’ın kaderine şahit kılıyor okuyucuyu.
…Koca Sinan’ın nasıl bir matematik zekası, nasıl bir dehası vardı… Bu mimarın aşkı nasıl bir aşktı böyle! Sinan’ın, aşkının muhatabının ismini -‘Mihr ü Mah’ı yani ‘güneş ve ay’ı- onun için imar ettiği iki mabetle sonsuzlukta buluşturması neyle izah edilmeliydi? Kendisi gibi nazenin bir ruha yaraşan, senelerdir sürüp gelen, samimi olduğu kadar engin bir aşkla!..
Minâ Oğuz, Hürrem’in Gölgesinde Aşk: Mihrimah Sultan & Mimar Sinan‘da Mihrimah Sultan ile Mimar Sinan aşkını anlatırken dönemin İstanbul’unu ve büyük şair Bâkî’nin saray cariyesi Tûtî’ye olan sevdasını da şiir tadında ve akıcı bir dille ortaya koyuyor.
…Aşk; Mimar Sinan’ın, ince bir hesapla Üsküdar ve Edirnekapı’da imar ettiği iki mabedin üzerinde yükselen ay ve güneşten ismini alan Mihrimah’a, asırlar geçse de hükmü dilden dile söylenecek olan hissiyatı idi…
***
Kanuni Sultan Süleyman’ın biricik kızı Mihrimah Sultan ile Mimar Sinan arasında, aşka uzanan bir muhabbetin olduğu ilk kez Arthur Stratton tarafından dillendirilmiştir. Ancak yazarın bu aşkı dayandırdığı herhangi bir kaynak yoktur. Nitekim Prof. Dr. İlber Ortaylı’dan, Prof. Gülru Necipoğlu’na, birçok tarihçimiz de belgelere dayandırılamayan bu aşkın hayâl ürünü olduğunu düşünmektedir. Onlara göre; Mimar Sinan’ın Mihrimah Sultan adına imar ettiği camilerde özel hesaplamalar yapmış olması ve camilerin mimarisini Mihrimah Sultan ile ona olan hissiyatını tasvir edecek şekilde tasarlamış bulunması, bu aşkın varlığını kanıtlamaya yetmez. Zira, Mimar Sinan hangi eserinde ince hesaplar yapmamıştır ki!
Tarihçilerimizin böylesi söylemlerine karşılık Prof. Dr. İskender Pala gibi kimi edebiyatçılarımız ise, “Mimar Sinan bir kadına âşık olsaydı bu kişi Mihrimah Sultan olurdu…” demekten kendilerini alamazlar.
Öyle ki Mihrimah Sultan’ın doğum tarihi olan 21 Mart gününün akşamüstü, yerleri dahi Mimar Sinan tarafından seçilerek inşa edilmiş her iki Mihrimah Camii’ni de görebileceğiniz bir noktadan bakarsanız; ay Üsküdar Mihrimah Camii üzerinden doğarken, güneşin Edirnekapı Mihrimah Camii’nin minareleri arasından garba meylettiğini görürsünüz. Şahit olduğunuz; Mihr ü Mâh’ın, yani Farsçadan çevirisiyle Güneş ve Ayın, günbatımında tüm muhteşemliği ve büyüsüyle tezahür edişidir.
Mimar Sinan bu iki abideye nakşettiği hayranlık uyandırıcı hesabıyla sevdiği kadının ismini mi sırlayıp yüceltmiştir, kesin olarak bilemiyoruz… Fakat bu iki nahif insan arasında aşk yaşandıysa ancak Osmanlı medeniyetine yakışır şekilde böyle yaşanmıştır, diyerek romana başlıyoruz.
Mu’ayyen kıssadur sevmek sevilmek mâ-takaddemden
Sevmek, sevilmek eskiden beri bilinen hikâyedir.
Bâki
Gece bir hayli ilerlemişti… Sönmeye yüz tutan mangala kömür atmaya üşendiğimden, alevlerin kireç duvarlar üzerine düşen gölgeleri de yok olmak üzereydi… Bunun üzerine ısınmak için yün battaniyeyi omuzlarıma almıştım fakat zaman ilerledikçe üşümekten diviti hokkaya batıracak gücüm de kalmamıştı, elim titriyordu artık…
Mürekkebi dökmemeye özen göstererek iskemleden kalktım ve odamın içerisinde ağır adımlarla dolaşmaya başladım. Ahşap zeminin, gecenin sessizliğini bozan gıcırtıları eşliğinde, bir seyyah olarak benim de dâhil olduğum, Garblıların “Muhteşem”, tebaasının ise “Kanuni” diyerek yücelttiği Sultan Süleyman’ın İstanbul’unda, yaşadıklarımı düşündüm…
Bu gece bu kadar hatırat yazmak yeterdi… Islak parşömeni kuruması için masanın üzerine dikkatlice bırakmadan evvel son yazdıklarımı ayaküstü tekrar okumadan edemedim:
“Mimar Sinan sözünü bitirdiğinde Benedict’in ve Hekim Arnavut Fikret’in de en az benim kadar pür dikkat sermimarı dinlediğini fark ettim. O vakit usta mimara Mihrimah Sultan’ı sormak istedim. Fakat nasıl edeceğimi bilemiyordum. Böylesi hassas bir mevzu bir ecnebi seyyah tarafından nasıl dile getirilmeli? Üstelik benim dışımda iki kişi daha var ki Mimar Sinan yeri gelse dahi sırlarını açık edemeyebilir.
Bir müddet maksadıma nasıl ulaşabileceğimi düşündüm. Sonra niyetimi kendime saklamayarak Mimar Sinan’ın Benedict’in bir sualini cevaplıyor olmasından istifâde ettim ve Fikret’e isteğimi fısıldadım. Arnavut, Koca Sinan’ın bu hususta açık sözlü olabileceğini sanmıyordu, nitekim ona göre bunu mimardan beklememeliydim de…”
Tahmin edeceğiniz üzere o gün çok istediğim halde Mimar Sinan’a bu sualimi arz edemedim… Fakat günler birbirini kovalarken, Mimar Sinan’ı mütemadiyen türlü inşaatlarını denetlerken ziyaret edip, Britanya’yı da görmüş biri olarak onun merakını tatmin edecek şekilde, yanımda getirdiğim İngiltere ve sömürgeleri ile yeni dünya Amerika’ya ait gravürlerden hediye ederek dostluğunu kazandım. Kimi zaman sabahtan, akşam güneşi guruba erene kadar kendisi ile oradan oraya dolaşıp, su kemerlerinden imaretlere, türlü yapıların inşaatlarında yanında bulunarak güvenine ve yakınlığına mazhar oldum.
Haftalar sonra nihayet yine böyle tamamına erdirdiğimiz bir günün mehtaplı gecesinde, Sarayburnu’nun Üsküdar’daki Mihrimah Camii’ne bakan bir yamacında, ne zamandır sormak istediğim sualimi arz ettim Mimar Sinan’a. O ise bir süre tereddüt ettikten sonra tüm samimiyetiyle anlattı bana mazisindeki Mihrimah Sultanı…
Hani bazen derunumuzu parçalayan acılar yakarız da bu halimizi en yakınımızla, en sevdiğimiz dostlarımızla paylaşamaz fakat uzağımızda olsa da bizi anlayabileceğini sandığımız birine anlatarak garip bir şekilde açılıveririz ya… Sınırım Koca Sinan için ben böyle biriydim. Çünkü bu medeniyetin adabını ve insanlarını iyiden iyiye tanıdığım şu günlerde, onun karakterindeki nahif ve içli bir insanın, bir başkasına Mihrimah’ı anlatabileceğine hiç ihtimal vermiyorum.
Kesinlikle ben onun muhitinin dışında olup yaşamına teğet geçen, fakat aynı zamanda hissiyatını anlayabilecek yegâne kişiydim… Bu nedenle cihanın mahir mimarı, ricamı abes bulmayıp Mihrimah Sultan’la münasebetlerini bana açık etmişti.
O gece sabaha kadar gözümü kırpmadım. Bu iki yalnız insanı ‘bir’ eden muhabbetleri ve alınyazıları öyle dokundu ki yüreğime, aşkın hakikatte ancak Şark’ta yaşanabildiğine inandım. Fakat aşktan konuşurken, Nakkaş Karamemi’nin dediği üzere; ‘…Aşkın görüntüsü türlü türlüdür…’ düsturundan hareketle söylüyorum.
O gece koca mimar, kendi imarı Mihrimah Camii’ni izleyerek inanılması güç, masalsı aşkını dillendirmişti. Onların aşkı; sevgiden tutkuya, şefkatten fedakârlığa lâtif hislerin sarmalında zengin bir sevdaydı… İşittiklerim ve Mimar Sinan anlatırken halinden ruhuma yansıyıp derunuma işleyen ıstırap, Şark’ta aşkın Garb’a nazaran nasıl da lâtif yaşandığını idrak ettirmişti… Şair Bâkî Efendi’nin, cariye Tûtî’ye sevdası, sevgiliye vuslatın hasretinde, yürek acısı çekerek seneler tüketmesi; Hekim Arnavut Fikret’in aşkla yanıp hiçlikte varlık bularak Yaradan’ının muhabbetine varmak istemesi de Şark’in aşkı üzerine edindiğim intibanın hakikiliğini ispatlıyordu.
İhtimal, ileride bu kayıt düştüğüm sözleri okuyacak olanlar da benim gibi, bir Osmanlı hanedan kızı ile İmparatorluğun başmimarı arasında yaşanan zarif aşk karşısında hayranlıklarını gizleyemeyeceklerdir…
Bâkî kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş.
Bâkî
1565
Bendeniz Josef Orient… Aslen Avusturya Almanya’sının Brüx şehrindenim fakat yaklaşık on iki yıldır cihanın en masalsı şehri İstanbul’dayım.
Ah İstanbul…
Otuzlu yaşlarıma merdiven dayadığım miladi 1553 senesiydi. Avusturya’dan İstanbul’a uzanan yolculuğumuzun nihayetinde kalyonumuz Haliç’e demir attığında, çocukluğumdan beri işitip durduğum ve kahramanlarını deliler gibi merak ettiğim Doğu masallarından biri hakikat oldu zannetmiştim. Bakışlarım İstanbul dolu, büyülenmiş gibi güvertenin korkuluklarına tutunup kalmıştım…
Tepeler üzerine kurulmuş cıvıl cıvıl bir şehirdi nazar ettiğim… Taze bahar ikliminden hâsıl muhteşem bir renk cümbüşü ve göz alıcı yeşillik içinde arz-ı endam eden ahşap ve kâgir evleriyle, göklere uzanan beyaz minarelerin gölgesindeki heybetli ve mistik camileriyle, Bizans’tan kalma yapıları ve kuleleriyle öyle işveli bir şehir… Saray yavruları ve konaklarla çevrelenmiş Boğaziçi, Binbir Gece Masallarındaki nehirler gibi pırıl pırıl, Gümüşi suların eteklerini yaladığı surlarla çevrili, yüksek servilerin arasından seçilen yapıları ve Osmanlı Hünkârının altın yaldızlı sarayı ile “şehirlerin sultanı” karşımdaydı işte!
İlk tecrübelerimin ışığında İstanbul için “şehirlerin sultanı” derdim, lâkin şehri iyiden iyiye tanıyıp Hünkâr Süleyman Han’ın biricik kızı Mihrimah Sultanefendi’nin namını işittiğim vakit, İstanbul’un kadın sultanları andıran zarafette bir kent olduğu kanaatine vardım ve halen bu kanaatimde sabitim.
Ah İstanbul’u ilk gördüğüm anlar… Sanki periler diyarına bakıyordum ve en çılgın, en mistik, en olmaz hayâllerimin bakışlarımda cisimleştiğini hissediyordum. Yeni bir medeniyetle müşerref oluyordum ve takip eden seneler içinde bu medeniyetin insanlarından biri haline gelecektim…
Bu on yılı aşkın süre içinde öyle şeyler yaşadım, öyle hallere tanıklık ettim ki tecrübelerimi paylaşmak maksadıyla artık elime kalemi alma zamanı geldi. Fakat divitimi hokkaya bandırdığım şu an, gördüğüm güzellikler kalemimin ucuna düşünce sönüp gidiyor sanki!
Şahit olduğum olayları, tanıdığım onca aziz şahsiyeti yazıp yazmamakta kararsızım aslında. Yazmayı tasavvur ettiğim şeyler bir bakıma bu insanlara ait sırları ifşa etmek olacak! Öyle ki, tereddüt ettiğimden kalemimin elimde kalakaldığı şu an dahi bu zatların birçoğu hayatta. Ve ben kimseyi gücendirmek niyetinde değilim…
Yazarsam onlara ihanet etmiş gibi vicdan azabı içine düşebilirim fakat bir yandan da başkalarının da bildiklerime, gördüklerime tanıklık etmesini istiyorum. Aşkla, sanatla, estetikle, adaletle, inançla yoğrulmuş bu medeniyeti en az benim kadar tanımalarını arzu ediyorum… Ayrıca birisi çıkıp bu medeniyetin insanlarının fikriyat ve hissiyatını, nasıl ömür tükettiklerini anlatmazsa bu tarihe ve vakanüvisliğe büyük haksızlık hatta ihanet olmaz mı?
Bilemiyorum…
Seneler boyunca hemhâl olduğum Osmanlı kültürünü, Hünkâr Sultan Süleyman Han’dan, mimariden anlayan biri olarak hayranı olduğum Mimar Sinan’a, güzeller güzeli hüzünlü Sultan Mihrimah’tan beliğ şair Bâkî’ye, Takiyyüddin gibi ilim adamlarından, Ebussuud Efendi gibi gönül erlerine tanış olduğum bunca insanı, birbirlerinin sarmalındaki kaderlerini ve elbette artık can dostum olan Hekim Arnavut Fikret’i gerektiği gibi dillendirebilir miyim?
Tüm cesaretimi topluyorum ve haddim olmayarak, bunca yıldır tanık olduklarımı aşikâr etmek maksadıyla bu zorlu işe kalkışıyorum… Sanırım en iyisi her şeyi en başından anlatmaya başlamak…
Bu şehre ilk gelişim, I. Ferdinand’ın yıllık vergisini Kanuni Sultan Süleyman’a sunmak üzere İstanbul’a gönderilen Ogier Ghiselin de Busbecq’in refakatinde gerçekleşti. Flaman kökenli bu meşhur Avusturyalı diplomat, ziyaretin evvelinde Avusturya elçisi olarak Osmanlı-Avusturya barışını yeniden sağlamak maksadıyla üç kez İstanbul’u ziyaret etmiş ve bu vesileyle Anadolu’nun nice şehirlerini gezmiş, kültürlü, mesleğinde de mahir bir zattı.
Bizim takvimimizle 1553 senesinde dâhil olduğum bu ziyaret de aslında diplomatik nedenlerle tertip edilmişti. Fakat biz Bohemya, Bosna, Sırbistan ve Bulgaristan üzerinden
“Hürrem Sultan’ın Gölgesindeki Aşk: Mihrimah Sultan ve Mimar Sinan” için bir yanıt
Bir yanıt yazın
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Tarihi Roman
- Kitap AdıHürrem Sultan'ın Gölgesindeki Aşk: Mihrimah Sultan ve Mimar Sinan
- Sayfa Sayısı232
- YazarMina Oğuz
- ISBN6055304119
- Boyutlar, Kapak13,5x21, Karton Kapak
- YayıneviPARADOKS / 2012
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Mihrimah Sultan ve Mimar Sinan (Hürrem Sultanın Gölgesindeki Aşk) ~ Mina Oğuz
Mihrimah Sultan ve Mimar Sinan (Hürrem Sultanın Gölgesindeki Aşk)
Mina Oğuz
Kanuni Sultan Süleyman’ın Hürrem Sultan’dan bir kızı dünyaya gelir. Muhteşem padişah kızının adını kendi koyar: Mihrimah. Güzel sultan, büyüdüğünde iki talibi olur. Biri Diyarbakır...
- Atam Oğuz ~ Ramazan Ateş
Atam Oğuz
Ramazan Ateş
Türklerin Atası olarak kabul edilen Oğuz Kağan kimdir? Bu soruya onlarca yanıt verebiliriz. Geçmiş zamanlardan beri Oğuz Kağan hakkında birçok araştırma yapılmış, birçok tez ortaya konulmuştur. Bu araştırmalardan yola çıkarak, Oğuz Kağan’ın Zülkarneyn, Makedonların efsanevi kralı Büyük İskender, Saka Hükümdarı Alp Er Tunga, Hun İmparatoru Mete Han, 2.Göktürk Devleti’nin kurucusu Bilge Kağan, olduğu iddia edilegelmiştir. Bu kişilerin her biri içinde güçlü kanıtlar sıralanmıştır.
- Şamanlar Diyarı ~ Barış Müstecaplıoğlu
Şamanlar Diyarı
Barış Müstecaplıoğlu
Bohçanızı hazırlayın. Kalyon limandan ayrılmak üzere… Dans ederek tanrıların katına çıkan şamanlar, yılanbaşlı kuyruklarıyla hayatı paylaşayan harnanlar, ışıl ışıl parlayan nar kuşları… Şamanlar Diyarı’nda...
Ya hala daha bu olayin gerçek olduğuna inaniyormusunuz lütfen tarihimizin bu güzel eserlerini veren insanlara dehalara saygili olun ve uydurma hikâyelerle avunmayin