Bugün “Hristiyanlık” diye tabir ettiğimiz inanç sistemi, kendi meşru zeminini, Hz. İsa’dan sonraki dönemlerde Yahudi inancına başkaldırarak kurmuştur. Gerçekten dünya tarihini etkileyen önemli gelişmelerden biri, Hristiyanlığın doğuşu ve Hristiyanların döneminin iki büyük imparatorluğu olan Roma ve Sasani yönetimleriyle ilişkileridir. Hristiyanlar, ilk üç yüzyıllık zaman zarfında Decius veya Diocletianus gibi imparatorların yönetiminde bazen baskı görüp kovuşturulmuşlar ve bazen de şehitler vermişlerdir. Fakat onlar, pagan Roma ve Mecusi Sasani yönetimleri altında çoğu zaman elverişli koşullar altında kendi inançlarını özgürce yaşama ve hatta yayma imkânı bulmuşlardır.
Zafer Duygu, Hristiyanlık ve İmparatorluk adlı eserinde, Hristiyanlığın kurumsal ifadesi olarak Antikçağ’da sivrilen kilisenin Roma ve Sasani yönetimleriyle ilişkilerini, Hristiyanlığın Roma İmparatorluğu’nun resmî dinine dönüşmesi ve devletin siyasal sistemiyle eklemlenmesi sürecini anlatmış, ayrıca Antikçağ’da ve Geç Antikçağ’da kilise bünyesinde yaşanan teolojik tartışmaların kristolojik arka planına ve çarpıcı sonuçlarına ışık tutmuştur.
Nasıralı İsa “Hristiyanlık” adında bir din kurmuş muydu?
Roma İmparatorluğu yönetimi, genellikle zannedildiği gibi erken yüzyıllarda Hristiyanları tamamen yok etmek amaçlı bir din politikası mı izlemiştir?
Büyük kilise merkezleri arasında yüzyıllar boyunca yaşanan rekabet ve mücadeleler hangi sebeplerle ortaya çıkmış, nasıl bir arka plan barındırmış ve ne gibi sonuçlar doğurmuştur?
Doğu Hristiyanları, İslam fetihlerinin yaşandığı 7’nci yüzyıla nasıl bir dinî yapıda gelmişlerdir?
Bunlar ve benzeri pek çok sorunun cevabını Zafer Duygu’nun Hristiyanlık ve İmparatorluk adlı eserinde bulacaksınız.
II. HRİSİYANLIĞIN DOĞUŞU VE YAYILIŞI
Şu hususu kesin olarak biliyoruz: Nasıralı İsa’nın hareketi, 1’inci yüzyılın ikinci çeyreğinde, Filistin bölgesinde, “Hristiyanlık” değil de “Nasranîlik” tabir edilen bir tarikat hüviyetinde ortaya çıkmıştı (İşler, 24: 5). Ancak bu hareket, İsa’nın ölümünden muhtemelen 25-30 yıl kadar sonra Χριστιανισμός, “Hristiyanlık” ismini alarak bundan sonraki süreçte Romalılar tarafından kontrol edilen Akdeniz havzasında gelişmiş ve yayılmıştı (İşler, 11: 25-26). İşte bu aşamada karşımıza çıkan en önemli tarihsel figür, kendisinin Tarsoslu bir Yahudi olduğunu öne süren Paulos’tur. Çünkü birçok modern yazara göre Hristiyanlığın gerçek kurucusu Paulos’tur. Bu bağlamda, Hristiyanlığın ortaya çıkış sürecine ilişkin bahislerde aslında İsa’dan daha fazla Paulos’un üzerinde durulmalıdır ve doğrusu söylemek gerekirse zaten durulmaktadır. Nitekim bu konuya bir sonraki aşamada dönmek niyetindeyim. Tarihsel bir şahsiyet olarak İsa hakkında bilgi veren başlıca yazılı kaynaklar Hristiyanlığın Yeni Ahit isimli kutsal kitabında yer alan İncil metinleridir. Aslında 2’inci yüzyılın birinci çeyreğinden itibaren bir avuç pagan yazar ile erken dönemlerin muhtelif Yahudi rivayetleri de İsa hakkında çok sınırlı da olsa iyi-kötü bazı kayıtlar nakletmişlerdir. Ana akım Hristiyanlık geleneği tarafından ἀπόκρυφος (apokryphos, “saklanmış, bastırılmış; özgün olmayan”)
kabul edilen çok sayıda başka İncil metninden hareketle de İsa’ya ilişkin yine “tartışmalı” bazı sonuçlara ulaşmak mümkündür. Ancak kronoloji açısından bakıldığında İsa’ya en yakın dönemin kayıtları bilimsel olarak 70-110 yılları arasında derlendikleri kabul edilen “kanonik” İncillerde karşımıza çıkmaktadır. Burada şu hususu da hatırlamak gerekir: Paulos’un bazı mektupları bu İncillerden 20- 25 yıl kadar önceki tarihlerde kaleme alınmışlardı.
Fakat Paulos bu mektuplarda tarihsel bir şahsiyet olarak İsa hakkında neredeyse hiçbir şey söylememiştir. Robert Eisenman’ın tabiriyle, “Paulos, İsa hakkında ya hiçbir şey bilmiyordu ya da hiçbir şey söylememeye (adeta) yemin etmişti.”110 Yeni Ahit’te yer alan “kanonik” İnciller, Matta, Markos, Luka ve Yuhanna ismini taşımaktadır. Kilise geleneğine göre, Matta ile Yuhanna İncilleri İsa’nın Matta ve Yuhanna adındaki havarileri tarafından, Markos İncili İsa’nın başhavarisi Petros’un öğrencisi Markos tarafından, Luka İncili ise aşağıda tanıyacağımız Paulos’un öğrencisi ve hekimi Luka tarafından yazılmıştır. Ancak bu geleneğin gerçek durumu büyük oranda yansıtmadığını söyleyebiliriz.
Çünkü İnciller İsa’yı tanıyan veya İsa döneminde yaşananlara tanıklık eden yazarların eserleri değillerdir. Bunlar bizim bilmediğimiz yazarlar tarafından ve yine bilmediğimiz bölgelerde kaleme alınmış çalışmalardır. Nitekim anlatımları da bilimsel yönden ancak “rivayet” hükmü taşımaktadır. Nitekim bizzat Luka İncili’nin yazarı durumun böyle olduğunu bize açıkça söylemiştir (Lk., 1: 1-3). Diğer taraftan, yine bilimsel olarak bakacak olursak İncillerin İsa hakkında tutarlı bir sunum yaptıkları söylenemez. Birincisi, İnciller genellikle sanıldığı gibi İsa’ya ilişkin biyografi kitapları değildir. İncil metinlerinin anonim yazarları İsa’nın yaşamını anlatmak veya “gerçek haliyle” nakletmek gibi bir amaç ve kaygı taşımamışlardı. Onlar, basitçe, “Kurtarıcı” olarak gördükleri bir ilah figürünün kurtuluşa vesile teşkil eden “çarmıha gerilişinin öyküsünü” özetlemişlerdi.
Ne var ki, kimi İncil yazarı bu özeti biraz daha uzun bir girişle birlikte yapmıştı (Matta gibi), kimisi ise biraz daha kısa tutmuştu (Markos gibi). İkincisi, “kanonik” İnciller, hatta bir bütün olarak Yeni Ahit kitabındaki metinler, tarihsel bir şahsiyet olarak Nasıralı İsa ile sonraki nesillerin arasına kalın duvarlar ören ve İsa’dan sonraki tarihlerde ortaya çıkan teolojik bir yaklaşımın somutlaşmış yansımalarıdır. Çünkü bu İncillerin yazarları İsa’ya ilişkin duydukları veya belki okudukları bir takım rivayetleri kendi teolojik pencerelerinden yorumlayarak nakletmişlerdi. Örneğin Yeni Ahit kitabındaki Elçilerin İşleri bölümü Paulos’la İsa’nın “gerçek” havarileri arasındaki derin görüş ayrılıklarını gizleyebilmek amacıyla ve muhtemelen 1’inci yüzyılın sonlarına doğru Paulosçu bir yazar (Luka?) tarafından derlenmiştir.
Bununla beraber, geleneksel kilisenin “göksel” ve “kurtarıcı” Mesih anlayışının arkasında “gölge” bir figüre dönüştürülmüş durumdaki “gerçek” İsa’ya ve hatta O’nun “gerçek” havarilerine ulaşabilmenin bilimsel açıdan “en iyi” yolu da yine aynı İncil metinleridir. Bir yandan İncil metinlerinin İsa hakkında tutarsız bilgiler verdiklerini söylerken diğer yandan bu İncilleri İsa’ya ulaşabilmenin en iyi bilimsel yolu olarak göstermem şüphesiz okuyucuya “çelişki” gibi görünüyor olmalıdır. Fakat yüzlerce yıldır sürdürülen araştırmalar durumun böyle olduğunu göstermiştir. Yapılması gereken ise söz konusu İncil metinlerini belirli bilimsel metotlar yardımıyla okumaktır. Bu konuya burada hiçbir şekilde girmeyeceğim. Zira bu teşebbüs başlı başına ayrı bir çalışmanın konusudur. Bu kitap çalışmasında “kanonik” tabir edilen İncil metinlerini yüzeysel şekilde ve yöntemsiz olarak okumak istiyorum. Zira İncil derleyicilerinin en temel faaliyeti, İsa hakkında değişik kaynaklardan kendilerine ulaşan bir takım duyum ve rivayetleri kayda geçirmek olmuştur. Bu sayede meseleye yabancı olması çok muhtemel bazı okuyucular, Akdeniz havzasında 1’inci yüzyılın ikinci yarısında İsa’ya ilişkin dolaşan doğru-yanlış bazı rivayetleri tanımış olacak lardır. Ancak bundan da önce Hristiyanlık hakkındaki temel bazı bilgileri vermek niyetindeyim.
1. Hristiyanlığa İlişkin Temel Bazı Bilgiler
Hristiyanlık, görece “monoteist” karakterli ve “Göksel” ve “Kurtarıcı” Mesih olduğu öne sürülen İsa’nın geri döneceği beklentisiyle şekillenmiş eskatolojik bir inanç sistemidir. Bugün dünya çapında yaklaşık iki buçuk milyar insan bu dine mensuptur. Hristiyanlar, günümüzde, İsa Mesih’in “Tanrı Oğlu” olduğuna ve insanlığın O’nun sayesinde kurtuluşa ereceğine inanmış kimselerdir. Bu bağlamda, Hristiyanlığın başlıca inanç prensiplerinden birisi, Mesih’in Tanrı ile aynı cevheri/özü taşıyan ve Geç Antikçağ’da bazen ὑπόστασις (hypostasis) 111 veya πρόσωπον (prosopon) gibi Yunanca kelimelerle ifade edilen tanrısal bir şahsiyet (Lat. persona) olduğuna iman etmektir. Nitekim Hristiyanların büyük çoğunluğu tanrılık kavramının “Baba”, “Oğul” ve “Kutsal Ruh” tabir edilen ilahi nitelikteki üç varlıktan oluştuğu düşüncesini benimsemişlerdir. Bilindiği gibi, bu inanç ilkesi “teslis” (üçleme) tabir edilmektedir. “Teslis” hipotezinin büyük kristolojik tartışmaları da beraberinde getirerek doktrinal olarak muhtemelen 2’inci yüzyılda ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Örneğin 2’inci yüzyıl ortalarında yaşayan ilk Hristiyan apologia yazarı Iustinus112 (Şehit, İng. Martyr, ö. 165), Hristiyanların ateist olmadıklarını kanıtlamaya ve paganların Hıritiyanlara yönelttikleri “Haç’a gerilen bir adamı tanrı yapıyor ve sonra da ona tapıyorsunuz” suçlamalarına yanıt verirken, “bizler O’nu (Mesih’i) ikinci, Kutsal Ruh’u ise üçüncü sıraya yerleştiririz, (…) fakat (paganlara atfen), “onlar bunun içindeki gizemi anlayamıyorlar” demektedir.113 Iustinus’un bu sözleri “teslis” inancının 2’inci yüzyıl ortalarındaki varlığına delil teşkil etmektedir.
Kesin olan ise teslisin 4’üncü yüzyıldan itibaren ortaya çıkan yeni gelişmeler çerçevesinde ve devlet tarafından desteklenmesi sayesinde “ana akım” bir mahiyet kazandığı ve Hristiyanların genel kanaatine dönüştü(rüldü)ğüdür. Nitekim o zamanlardan itibaren Hristiyan Kilisesi’nin monoteizm anlayışı teslisçi açılıma dayanmaktadır. Henüz ortaya çıktığı günden itibaren Hristiyanlığın karakteri ve hatta kaderi, “ayrılık” veya “bölünme” kavramları etrafında şekillenmiştir. Öyle ki, Hristiyanlık bizzat “ayrılıkçı” bir din hareketi olarak tarih sahnesine çıkmıştır. Çünkü Nasıralı İsa’nın yaşamı sırasında Yahudi karakterli olup Musa Şeriat’ına ilişkin bazı ilkeleri içeren mezhepsel bir akım, İsa’nın ölümü sonrasında “Hristiyanlık” ismini alarak geniş çaplı dönüşümler geçirmiş ve evrensel ve bağımsız bir din mahiyetine evrilmişti. Hristiyanlığın ilk dönem sözcüleri açısından bu başarı, onun Yahudi karakterinden mümkün olduğunca ayrılması suretiyle olanaklı kılınmıştır. Denilebilir ki, bugün Hristiyanlık tabir ettiğimiz inanç sistemi kendi meşru zeminini İsa’dan sonraki tarihlerde Yahudi inancına başkaldırarak yaratmıştır. Kilise ise havradan ayrı bir din kurumu olarak mevcudiyetini bu ayrılığı özellikle ve itinayla derinleştirerek elde etmiştir. Bu bağlamda, henüz en erken dönemlerden itibaren Hristiyan yazarların eserleri katı bir Şeriat karşıtı, hatta Yahudi düşmanı karakter yansıtmışlardır. 1’inci yüzyılın ikinci yarısından itibaren kaleme alınan ve günümüze ulaşma olanağı bulan neredeyse bütün Hristiyanlık literatürü bu bakımdan örnek olarak gösterilebilir.
Mesela 130 yılı civarında yazılmış olabileceği düşünülen ve “Mathetes” (öğrenci) isimli birisine atfedilen bir mektubu (Ep. to Diognetus) bu çerçevede tahlil edelim. Mektup, 1’inci kısımda Hristiyanların Yahudiler gibi “boş inançlar” peşinde koşmadıklarını öne sürmüştü. Hâlbuki biz, bizzat Yeni Ahit’ten biliyoruz ki, İsa’nın havarileri İsa’dan sonraki tarihlerde de Yahudi bir hayat tarzı yaşamışlardı (örneğin bk. İşler, 15: 1). Mektup, 3’üncü kısımda Yahudileri İsa’ya ihanet etmekle suçlamıştı, Musa Şeriatı’nın hükümlerini küçümsemişti, Tanrı’nın Şeriat’ta geçen uygulamalara ihtiyacı olmadığını iddia etmişti. Ancak buraya da bir şerh düşmek zorundayız, çünkü bizzat Yeni Ahit kitabından Yakup114 ve havariler115 tarafından yönetilen İsa cemaatinin İsa’dan sonraki tarihlerde bile Musa Şeriatı’na riayet bakımından çok titiz kimseler olduklarını biliyoruz (örneğin bk. İşler, 21: 20). Mektup, 4’üncü kısımda Yahudilerin Şabat, sünnet ve oruç gibi ritüellerinin saçma ve kıymetsiz olduğuna dair iddialar içermişti. Yazar, bu kısımda, Hristiyanlığın Yahudilikten ayrı bir inanç sistemi olduğunu bilhassa vurgulamıştı. 11’inci kısımda ise İsa’nın Yahudiler tarafından horlandığı, ancak gentiles (lit. Yahudi geleneğinde Yahudi olmayanlar) tarafından kabul edildiği savını gündeme taşımıştı. Bu son iddiayı da açıkça “abartı” olarak görmek gerekir. Çünkü yine bizzat Yeni Ahit kitabından biliyoruz ki, İsa’nın ölümünden sonra “Yahudiler arasında BİNLERCE İMANLI vardı” (İşler, 21: 20).
Yani o zamanlar İsa’ya iman etmeyen çok sayıda Yahudi mevcuttu, fakat binlerce Yahudi de İsa’ya iman etmiş durumdaydı. Nitekim bu “abartı” söylem, erken yüzyıllarda Hristiyan yazarlar tarafından daima Yahudi karşıtı bir hareket olarak ve gentiles karakteriyle birlikte ortaya çıkan Hristiyanlığın meşruiyetini tartışmalı zeminden kurtarabilmek amacıyla sistemli şekilde gündeme getirilmiştir. Yukarıdaki tartışmanın bize gösterdiği ise şudur: Hristiyan yazarlar erken dönemde Hristiyanlığı Yahudilikten ayrı bir zemine oturtabilmek ve bu ikisi arasındaki ayrılıkları derinleştirip vurgulayabilmek amacıyla büyük çaba sarf etmişlerdir. Hristiyanlık tarihi açısından baktığımızda “ayrılık” kavramının muhtevası bununla sınırlı değildir.
Çünkü Hristiyanlar 1’inci yüzyıldan sonraki bütün tarihsel süreç boyunca da kendi içlerinde sayısız “ayrılıklar” yaşamışlardır. Bunun somut açıdan en önemli yansıması, aslında ilk andan itibaren hiçbir zaman var olmayan “Evrensel Kilise” ülküsünün teorik yönden de parçalanması olmuştur. Zira Hristiyanlar henüz en erken dönemden itibaren ayrı kollar oluşturmuşlar, ilerleyen yüzyıllarda da farklı kilise merkezleri etrafında teşkilatlanmışlardır. Bu konuyu aşağıdaki gibi detaylandırabilirim: Kilise, Hristiyanlığın olmazsa olmaz kurumudur. Adını Yunancada “halk meclisi” veya “toplanma yeri” anlamlarına gelen ἐἐἐἐἐἐἐ (ekklesia) sözcüğünden almıştır. Aynı tabir dinsel açıdan baktığımızda ise “cemaat” manasını yansıtır. Hristiyanlığı temsil eden bir kurum olarak kilise muhtemelen 2’inci yüzyılın birinci yarısında kendi hiyerarşik yapılanmasını oluşturmaya başlamıştı. Bu yargı kesin bir saptama değildir, fakat erken dönemin bazı kayıtları bu yönde bir çıkarım yapmaya olanak tanımaktadır. Örneğin, Hristiyan geleneğine göre 2’inci yüzyılın birinci çeyreğinde Roma’daki arenada şehit edilmiş olan ve o zamanlar Antiokheia cemaatinin liderliği görevini yürüten Ignatios, yine rivayete göre Roma birlikleri nezaretinde Antiokheia’dan Roma’ya götürülürken yolda çeşitli mektuplar kaleme almıştı. Önce, bu mektuplardan birçoğunun Ignatios’a ait olmayıp Pseudo(“yalan”, “sahte” anlam larındaki Yun. ἐἐἐἐἐἐ’ten) tabir edildiğini hatırlatmak isterim.
Ancak yine de bu mektuplardan bazısının ruhbanlık müessesesinin oluşum aşamasına ilişkin aktardığı kayıtlar yönünden büyük önem taşıdıkları anlaşılmaktadır. Örneğin, Ignatios ismini taşımasına rağmen muhtemelen Pseudo olan bir mektup (Ep. to Ephesians), muhatabı olan Hristiyan cemaatlere durmaksızın kilise görevlilerine itaat edilmesi tavsiyesini vermişti. O kadar ki, bütün bir mektup infaza götürülen bir ölüm mahkûmundan çok kilise hiyerarşisi ve görevleri için endişe hisseden bir adamın satırlarını çağrıştırmaktadır. Bu olgu da mektubun öncesindeki tarihlerde yerleşik bir ruhban hiyerarşisi bulunmadığını gösteriyor olmalıdır. Bununla birlikte, kilise her hülakarda bugünkü kurumsal yapısına büyük oranda 4’üncü yüzyılda kavuşmuştur.
Bu bir tesadüf değildir, çünkü Roma yönetimi kiliseyi bu yüzyılda benimsemeye başlamıştır. Kilise tabiri geniş manada ve teorik çerçevede tarih boyunca Hristiyanlık geleneğine mensup tüm insanları kapsayıcı bir anlama sahiptir. Ancak tabirin daha dar kapsamlı ve aslında gerçek durumu da çok daha doğru şekilde yansıtan ikinci bir tanımını da yapmak zorundayız. Çünkü Hristiyanlığın karakterini yansıtan “ayrılık” veya “bölünme” meselesi bizi buna mecbur kılmaktadır. Buna göre, kilise, ayrı inanç ilkelerini ve anlayışları benimseyerek ayrı ruhban hiyerarşileri etrafında kurumsallaşmış durumdaki Hristiyan cemaatlerin her birini ifade eden bir kavramdır. Anlaşıldığı gibi kilise tabiri birinci durumda “evrensel” bir ülkü içermiş, ikinci durumda ise “özellikli” bir şekle bürünerek gerçek durumu daha doğru biçimde ifade etmiştir. Nitekim Katolik Kilisesi ile Protestan Kilisesi kavramları veya Süryani Ortodoks Kilisesi ile Doğu Süryani Kilisesi kavramları, değişik dönemlerde başka hiyerarşiler şeklinde teşkilatlanmış durumdaki ayrı Hristiyan cemaatleri anlatan tabirlerdir.
Ancak bu noktada araştırmacıların veya okuyucuların yanıltıcı terminolojiye özellikle dikkat etmeleri gerekir. Şöyle ki, tarih boyunca bütün Hristiyan topluluklar kendilerini “Hristiyan”, “Ortodoks” veya “Kilise” gibi tabirlerle tanımlamışlardır. Rekabet halinde oldukları öteki Hristiyan grupları (kiliseleri) ise düşmanca isimlerle anmışlar, onları “sapkın” olmakla eleştirmiş ve ötekileştirmişlerdir. Burada şu hususu bilmek çok büyük önem taşıyor: “Hristiyan”, “Ortodoks”,116 “Kilise” veya “Katolik”117 gibi unvanlar, Hristiyanlık tarihindeki iç mücadelelerin sonucunda rakipleri üzerinde galibiyet elde eden ve bu sayede sonraki nesillere “ana akım” anlayış olarak miras kalan Hristiyanlık yorumlarının kullanmaya hak kazandıkları tanımlama biçimleridir. Bu yüzden bu unvanlara mezhepsel duruma işaret ettikleri yanılgısıyla bakmamalıyız. Zira bu unvanlar aslında çeşitli kilise merkezlerinin kendi varlıklarını veya savundukları öğretilerin kaynağını meşru farz ettikleri için kullandıkları tabirlerdir.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Tarih
- Kitap AdıHristiyanlık Ve İmparatorluk
- Sayfa Sayısı608
- YazarZafer Duygu
- ISBN9786050846751
- Boyutlar, Kapak13,5x21, Karton Kapak
- YayıneviTimaş Tarih / 2023