Yıllar süren savaş ve esaret döneminden sonra yurda dönen Gabriel Dan, sınıra yakın bir Polonya kentinde, Hotel Savoy’un altıncı katına yerleşir. Birinci Dünya Savaşı öncesinde kalan görkemli günlere tanıklık eden gösterişli dış cephesiyle bu otel, katlar arasındaki sınıf farklılıklarıyla her çevreden insanı ağırlamaktadır. Askerler, milyonerler, iflas bayrağını çekenler, döviz kaçakçıları ve varyete kızları, Hotel Savoy’da karşılaşırlar. Savaşla beraber kaosa sürüklenen dünyanın alegorisi gibidir bu otel. Gabriel Dan, Hotel Savoy’un temsil ettiği her şeyden, bozuk düzenden ve bedbaht hayatlardan nefret eder, buradan kurtulmanın yollarına bakar. Ama kalır. Kentte bir grev patlak vermiştir, bilinen dünyanın sonu yakındır.Joseph Roth’un erken dönem eserlerinden olan Hotel Savoy, Birinci Dünya Savaşı sonrasında açığa çıkan sosyal travmayı yansıtır. Devrimle çalkalanan Rusya ile Avrupa arasında sıkışıp kalan küçük bir kentte, kırılgan sosyal ilişkileriyle köklü değişimin eşiğindeki toplumu resmeden Hotel Savoy, ilk yayımlandığında, dönemin “insan trajedisi”ne parmak basan, güçlü bir eser olarak değerlendirilmişti.
Birinci Kitap
I
Öğleden önce saat onda Hotel Savoy’a varıyorum. Birkaç gün ya da bir hafta dinlenmeye karar verdim. Burası akrabalarımın yaşadığı şehir – annem babam Rus Yahudisiydiler. Yeterince para denkleştirip Batı’ya doğru yoluma devam etmek istiyorum.
Üç yıllık savaş esirliğinden dönüyorum; Sibirya’daki bir kampta yaşadıktan sonra işçi, gündelikçi, gece bekçisi, hamal ve fırıncı çırağı olarak Rus köylerinden ve kentlerinden geçtim.
Üzerimde bana birinin hediye ettiği bir Rus gömleği, ölmüş bir arkadaştan kalan kısa bir pantolon ve nereden geldiğini benim bile hatırlamadığım ama hâlâ kullanılabilir durumda olan çizmeler var.
Beş yıl sonra ilk kez yeniden Avrupa kapılarındayım. Yedi katlı Hotel Savoy, altın arması ve üniformalı kapı görevlisi ile bana Doğu’nun diğer tüm konaklama yerlerinden daha Avrupai görünüyor. Otel su, sabun, İngiliz tipi tuvalet, asansör, beyaz boneli oda hizmetçileri, ahşap kaplama komodinlerin içinde hoş birer sürprizmiş gibi duran sevimli pırıl pırıl lazımlıklar, bir çiçeğin çanak yapraklarını andıran pembe ve yeşil renkli abajurların ışık yaydığı elektrik lambaları, düğmeye basar basmaz çalan ziller ve vücudu sevecenlikle sarmaya hazır kuştüyü kabarık yataklar vaat ediyor.
O yıllarda sık sık yaptığım gibi, yaşadığım eski hayatı bir kez daha üzerimden sıyırıp attığım için seviniyorum. Gözümün önünden geçenler: asker, katil, katledilmekte olan adam, dirilen adam, esir, yolcu.
Ağaran günün nemini duyumsuyorum, en üst kattaki pencere camlarının takırtısı bana trampet seslerine ayak uyduran askerî birliğin yürüyüşünü anımsatıyor; beyaz yenli gömlek giymiş bir adam, askerlerin sert el kol hareketleri, ormandaki ağaçsız alanda çiy damlalarının parıldayışı gözümde beliriyor; “hayalî bir düşman” karşısında kendimi çimenlere atıyorum ve burada, burnumu gıdıklayan bu ipeksi çimenlerin üzerinde sonsuza dek yatıp kalmayı şiddetle arzuluyorum.
Hastane koğuşlarının sessizliğini duyuyorum, beyaz sessizlik. Bir yaz sabahı kalkıyorum, hayat dolu çayırkuşlarının şakımalarını duyuyorum, “ilk öğün”de tereyağlı sandviç ve sabah kakaosuyla birlikte iyot kokusunu da tadıyorum.
Gökyüzü ve kardan oluşan beyaz bir dünyada yaşıyorum, barakalar sarı cüzam lekeleri gibi toprağı örtüyorlar. Yerden toplanan bir izmaritten çekilen son nefesin zevkine varıyorum, memleketimi hatırlatan çok eski tarihli bir gazetenin ilan sayfalarını okuyorum, bu sayfalarda belki tanıdık bir sokak adı geçebilir ya da bildik bir tuhafiyeci çıkar karşıma, bir kapıcı ya da bir zamanlar yattığım sarışın bir Agnes.
Uykusuz bir gecede ferahlatıcı yağmuru, gülümseyen sabah güneşinde çabucak eriyen buz saçaklarını duyuyorum, yolda giderken rastlanan ve yosunların üzerine yatırılan bir kadının iri memelerini avuçluyorum ve görkemli beyaz baldırlarını. Samanlıkta, tahıl ambarında baygın düşmüş uyuyorum. Sürülmüş tarlalardan yürüyorum ve bir balalaykanın zayıf sesine kulak veriyorum.
İnsan bu kadar çok şeyi içine çekebilir ve gene de vücudu, yürüyüşü ve davranışı değişmeden kalabilir. Milyonlarca kaptan içip asla kanmamak; tıpkı bir gökkuşağı gibi her renkte ışık saçmak, gene de aynı renk paletinde bir gökkuşağı olarak kalmak.
Hotel Savoy öyle bir yerdi ki, üstümde bir gömlekle içeriye girmem ve oradan yirmi bavulla ayrılmam, ama hâlâ Gabriel Dan olarak kalmam mümkündü. Bu düşünce beni öylesine kendinden emin, öylesine gururlu ve hükmedici kılmış olmalı ki, kapı görevlisi beni, Rus gömleği giyen bu fakir yolcuyu selamlıyor, valizim olmadığı halde bir otel komisi canla başla benimle ilgileniyor.
Bir asansör beni içine alıyor, asansörün duvarları aynalarla kaplı, yaşlıca bir adam olan asansörcü çelik halatı avuçlarının arasından kaydırıyor, kabin yükseliyor, boşlukta süzülüyorum – sanki uzun süre yukarıya doğru uçuyormuşum gibi geliyor. Boşlukta süzülüşün keyfini çıkarıyorum, bir yandan da bu muhteşem asansöre binmeseydim, güçlükle tırmanmak zorunda kalacağım basamakları hesaplıyorum ve mazide kalan o dilencinin küskünlüğünü, fakirliğini, göç edişini, yurtsuzluğunu, açlığını, geçmişini sıyırıp aşağıya atıyorum – ta aşağılara, öyle ki bana, süzülerek yukarılara çıkan bu adama, bir daha asla ulaşamasınlar.
Odam –bana en ucuz olanlarından birini verdiler– altıncı katta bulunuyor, numarası 703. Bu sayı hoşuma gidiyor –ben sayılara inanırım– ortadaki sıfır, sanki bir yanına yaşlıca, bir yanına genç bir beyefendiyi almış olan bir hanımefendi gibi. Yatağın üstünde sarı bir örtü var; neyse ki gri değil, öyle olsaydı askerliği hatırlatabilirdi. Birkaç kez ışığı yakıp söndürüyorum, komodinin kapısını açıyorum, döşek elle bastırınca yaylanıyor, sürahinin içindeki su pırıl pırıl, pencere binaların arasındaki aydınlığa açılıyor, dışarıda renk renk çamaşırlar rüzgârda neşeyle uçuşuyor, çocuklar bağırışıyor, tavuklar keyifle dolaşıyorlar.
Yıkanıyorum ve yavaşça yatağa sokuluyorum, her saniyenin zevkini çıkarıyorum. Pencereyi açıyorum, tavuklar yüksek sesle neşeyle gıdaklıyorlar, tatlı bir ninni gibi. Bütün gün deliksiz uyuyorum.
II
Batmakta olan güneş karşıdaki evlerin en yüksek pencerelerini kızıllaştırıyor; çamaşırlar, tavuklar, çocuklar avludan yok olmuşlar.
Öğleden önce oraya vardığımda yağmur hafifçe yağıyordu; o arada hava aydınlandığı için, bana sanki bir gün değil, üç gün boyunca uyumuşum gibi geldi. Yorgunluğum geçmişti; kalbim neşeyle çarpıyordu. Merak ediyordum şehri, yeni hayatı. Odam bana çok aşina geldi, sanki uzun zaman orada yaşamışım gibiydi, çıngırak, açma kapama düğmesi, elektrik tuşu, yeşil abajur, elbise dolabı, yıkanma çanağı tanıdıktı. Her şey yuvayı çağrıştırıyordu, tıpkı insanın çocukluğunun geçtiği bir odadaki gibi, her şey avutucuydu ve sıcaklık saçıyordu, mutlu bir kavuşma gibi. Yeni olan sadece kapıya takılı kâğıt parçasıydı, üzerinde şöyle yazıyordu:
Gece saat ondan sonra gürültü yapılmaması rica olunur. Kaybolan değerli eşyalardan sorumluluk kabul edilmez. Otelde kasa bulunmaktadır.
En derin saygılarımla
Kaleguropulos, otel sahibi
İsim yabancıydı, bir Yunan ismi, içimden bu ismin çekimini yapmak geldi: Kaleguropulos, Kaleguropulu, Kaleguropulo – okuldaki kasvetli ders saatlerine dair sisli bir anı; Yunanca öğretmeni, unutulmuş yılların arasından bakır yeşili ceketiyle aklıma gelirken, onu itip uzaklaştırdım. Sonra şehirde dolaşmaya, zaman kalırsa belki bir akrabayı ziyaret etmeye, bu gecenin ve bu şehrin sunacağı zevklerin tadını çıkarmaya karar verdim. Koridor boyunca ana merdivene doğru yürüyorum ve otel koridorlarının güzel yer karoları, kırmızımsı tertemiz taşlar, sert adımlarımın yankısı beni mutlu ediyor.
Yavaş yavaş merdivenden iniyorum, alt katlardan sesler geliyor, burada yukarıda her şey sessiz, tüm kapılar kapalı, sanki eski bir manastırda, ibadet eden keşişlerin hücrelerinin önünden geçiyormuş gibi. Beşinci kat tıpatıp altıncı kata benziyor, insan kolayca yanılabilir; orada yukarıda ve burada merdivenlerin karşısında standart bir saat asılı duruyor, ancak ikisi de düzgün çalışmıyor. Altıncı kattaki saat yediyi on geçeyi gösterirken, burada saat yedi, dördüncü katta on dakika geride Üçüncü katta döşeme taşlarının üzerinde koyu kırmızı, kenarları yeşil halılar serili, adımlar duyulmuyor. Oda numaraları kapıların üzerine yazılmayıp, oval porselen tabelalarla belirtilmiş. Bir genç kız, bir elinde toz süpürgesi, bir elinde çöp sepeti yaklaşıyor, belli ki burada temizliğe daha çok önem veriliyor. Burada zenginler kalıyor, Kaleguropulos, o kurnaz adam, saatlerin özellikle geri kalmasını tercih ediyor; çünkü zenginlerin zamanı bol. En üst katta bir kapının iki kanadı da ardına kadar açık duruyordu.
Bu, iki pencereli büyük bir odaydı, içinde iki yatak, iki dolap, yeşil kadife bir kanepe, kahverengi bir çini soba ve valiz koymak için bir sehpa bulunuyordu. Kapıda Kaleguropulos’un notu yoktu – belki de birinci kattaki konukların saat ondan sonra gürültü yapmalarına izin vardı, onlara karşı “kaybolan değerli eşyalar”dan sorumlu olunuyordu – ya da onlar zaten kasadan haberdardılar, kim bilir belki de bunu onlara Kaleguropulos bizzat bildirmiştir?
Yan odaların birinden bir kadın enerjik bir tavırla çıktı, parfüm kokuları içinde ve gri bir otrişe bürünmüş – bu bir hanımefendi, diyorum kendi kendime ve hemen peşinden birkaç basamak iniyorum, onun küçük parlak ayakkabılarını neşeyle seyrederek. Hanımefendi kısa bir süre kapı görevlisinin yanında duruyor, onunla aynı anda kapıya varıyorum, kapı görevlisi selam veriyor, kapı görevlisinin belki de beni bu zengin hanımefendinin refakatçisi sanması gönlümü okşuyor.
Nereye gideceğimi bilmediğim için, hanımefendinin peşinden gitmeye karar verdim.
Hanımefendi, otelin bulunduğu dar sokaktan sağa saptı, orası pazar meydanına açılıyordu. Herhalde o gün pazar kurulmuştu, kaldırıma kuru ot ve samanlar saçılmıştı, dükkânlar henüz kapatılıyordu, anahtarlar şangırdıyor, zincirler şakırdıyordu, seyyar satıcılar küçük el arabalarıyla evlerine dönüyorlardı, rengârenk başörtülü kadınlar kucaklarında dikkatle tuttukları ağızlarına kadar dolu tencereler ile kollarına astıkları içinden tahta yemek kaşıklarının fırladığı tıka basa dolu pazar çantaları ile koşuşturuyorlardı. Tek tük laternalar alacakaranlığa gümüşi bir ışık yayıyorlardı, kaldırım giderek gezmeye çıkanlarla doluyor, üniformalı ve sivil erkekler zarif bastonlarını sallayarak yürüyorlar, üzerlerinde Rus parfümü bulutları dalga dalga yükseliyor, sonra dağılıyordu. Arabalar geliyordu istasyondan, sarsıla sarsıla, içinde üst üste yığılmış valizler ve paltolarına sarınmış yolcular. Yol bozuk döşenmişti, yer yer çukurluklar ve ani çöküntüler vardı, hasarlı yerlerin üzerine çürük tahtalar örtülmüştü, bunlar ansızın çıkardıkları çatırtıyla şaşkınlık yaratıyorlardı.
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıHotel Savoy
- Sayfa Sayısı136
- YazarJoseph Roth
- ISBN9789750736094
- Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2019
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Ölü Canlar ~ Nikolay Vasilyeviç Gogol
Ölü Canlar
Nikolay Vasilyeviç Gogol
Gogol’ün ilk kez 1842’de yayımlanan romanı Ölü Canlar, 19. yüzyıl Rus edebiyatının başyapıtı niteliğindeki eserlerinden biridir. Yazarın Dante’nin İlahi Komedya’sından esinlenerek üç cilt olarak...
- Sil Baştan ~ Ken Grimwood
Sil Baştan
Ken Grimwood
Ken Grimwood’un sıradışı eseri Sil Baştan, zihninize şu soruyu kazıyor: Geçmişte yapmış olduğunuz hataları bilerek hayatınızı tekrar, tekrar ve tekrar yaşamak zorunda kalsaydınız ne...
- Romanovlar’ın Son Evi ~ John Boyne
Romanovlar’ın Son Evi
John Boyne
“Rusya’yı çürüyen bir nar gibi düşünmüşümdür hep. Kokuşmuş içini saklayan, dıştan kırmızı ve nefis; ama ikiye bölünce, çekirdekleri ve taneleri kapkara, iğrenç, önüne saçılır....