İnsanların yaşantıdan söz ederken neyi kastettiklerini kendi kendime çoğu kez sormuşumdur. Bir teknisyenim ve her şeyi olduğu gibi görmeye alışkınım. Onların sözünü ettiği şeyi çok iyi görüyorum. Kör değilim ya (…) Neden korkayım? Eski vahşi hayvanlar artık yok oldu. Neden bunları düşüneyim? Ne taşlaşmış melekler ne de şeytanlar görüyorum.
UNESCO teknisyeni Walter Faber aklın üstünlüğüne güvenen pragmatik bir insandır. Mantığa, analize, rakamlara inanır. Korkunun, ümidin ya da sevginin işleyişini etkileyemediği makineye hayranlık duyar. Başına gelen tuhaf olaylar, onun olgulardan ibaret dünyasını alaşağı edecektir.
20. yüzyılın en önemli ve en çok okunan metinlerinden biri olan Homo Faber, modern insanın yapıtaşlarını tek tek yerinden oynatan muzip ve cesur bir roman. Katı mantığın ve teknolojinin insanı sokabileceği çıkmazları gösteren bir modern klasik.
“Faber, talihten ve kaderden muaf olduğuna inanan teknik varoluşun kusursuz bir örneğidir. Elli yaşını geçen Mr. Faber, Frisch’in sistemli bir şekilde teknikdışı, mantıkdışı dünyayla çarpışmasına izin veriyor.”
Darmstädter Echo
İlk Durak
Tipi yüzünden üç saatlik bir gecikmeyle New York LaGuardia’dan kalktık. Uçağımız, bu hatta uçanların çoğu gibi Super-Constellation’dı. Kendimi hemen uyumaya hazırladım; geceydi. Kalkmadan önce kırk dakika pistin başında bekledik, projektörlerin ışığında kar, tane tane kar, pistte karışıklık… Beni böylesine sinirlendiren, hemen uyuyamadığım için, hostesin bize dağıttığı gazetede öğlen okuduğum “First Pictures of Greatest Air Crash in Nevada”1 başlıklı haber değil, motorları çalıştırarak duran uçağın titreşimiydi. Bir de hemen dikkatimi çeken, yanımda oturan Alman’dı. Neden olduğunu bilmiyorum, ama dikkat çekiyordu; paltosunu çıkarırken, otururken, diz yeri yapmasın diye pantolonunu yukarı çekerken bir şey yapmadığı, yalnızca hepimiz gibi kalkışı beklediği ve öylece koltuğunda oturduğu halde, henüz kemerlerimizi bile bağlamadan kendini tanıtan pembe tenli sarışın bir adam oluşu sinirime dokunmuştu. Adını anlayamamıştım, motorlar gürültü yapıyordu, birbiri ardından hepsi tam gaz çalışıyordu.
Korkunç yorgundum.
Gecikmeli uçağı beklerken, Ivy, onunla kesinlikle evlenmeyeceğimi bildiği halde, üç saat boyunca benimle çene çalmıştı.
Yalnız kaldığıma seviniyordum.
En sonunda kalktı uçak.
Böylesine bir tipide daha önce hiç uçmamıştım, uçağımız beyaz pistten havalanır havalanmaz, yerdeki sarı ışıkların hepsi, daha sonra Manhattan’ın pırıltıları da görünmez oldu, öylesine yağıyordu kar. Yalnız uçağın kanatlarındaki yeşil işaret ışığını görüyordum, hızla sallanıyor, zaman zaman göz kırpıyordu; kimi zaman bu yeşil ışık bile kayboluyordu siste, insan kendini kör sanırdı.
Sigara içmek serbestti.
Yanımdaki Düsseldorf’lu, o kadar da genç değildi, otuzunun başlarında, gene de benden daha genç; bana hemen söylediğine göre Guatemala’ya gidiyordu, iş için sanıyorum.
Fırtına uçağı çok sarsıyordu.
Bana sigara sundu yanımdaki, sigara içmek istemediğim halde kendiminkinden bir tane yaktım, teşekkür ettim, yeniden gazeteyi aldım elime, bence dostluk kurmaya gerek yoktu. Kabalık ettim, olabilir. Yorucu bir hafta geçirmiştim, toplantısız bir tek gün bile geçmemişti, sessizlik istiyordum, insanlar ise yorucuydu. Daha sonra çalışmak için çantamdan belgelerimi çıkardım, ama ne yazık ki o sırada sıcak çorba veriliyordu ve Alman (onun kötü İngilizcesine Almancayla karşılık verdiğimde, İsviçreli olduğumu hemen anlamıştı) artık durdurulamaz olmuştu. Hava durumundan söz ediyordu, daha doğrusu çok az şey bildiği radardan; daha sonra, her zaman olduğu gibi İkinci Dünya Savaşı’na ve Avrupa Birliği’ne getirdi sözü. Ben az konuştum. Çorbalarımız bitince, dışarıda yaş kanatlar üzerindeki yeşil işaret ışığından, her zamanki kıvılcımlardan ve motor başlığındaki kırmızı ışıktan başka bir şey görünmediği halde ben pencereden bakmaya başladım. Hâlâ yükseliyorduk.
Daha sonra uyudum.
Bora dindi.
Adamın neden bu kadar sinirime dokunduğunu bilmiyorum, yüzünü bir yerden tanıyordum, çok Alman bir yüz. Gözüm kapalı düşündüm, ama boşuna. Pembe yüzünü unutmaya çalıştım, başardım bunu, aşağı yukarı altı saat uyudum çok yorgun olduğumdan; tam uyanmıştım ki, gene sinirime dokunmaya başladı.
O çoktan kahvaltıya başlamıştı.
Uyuyormuş gibi yaptım.
Mississippi’nin üzerinde bir yerdeydik (sağ gözümle gördüm bunu), çok yüksekte ve sakin uçuyorduk, pervanelerimiz sabah güneşinde parlıyordu, aynı camlar, insan bunları ve bunlardan dışarıyı görüyor, kanatlar aynı biçimde parlıyordu, boşlukta hareketsiz, hiçbir sallantı yok, bulutsuz bir gökte hareketsiz duruyorduk, daha önceki yüzlerce uçuş gibi bir uçuş, motorlar iyi çalışıyordu.
“Günaydın!” dedi.
Ben de selam verdim.
“İyi uyudunuz mu?” dedi.
Mississippi’nin kolları görülüyordu, buhar altında olsalar da üzerlerine vuran güneşin parlaklığıyla, pirinç ya da bronzdanmış gibi yavaşça akıyorlardı, uyumaya devam etmek için gözlerimi kapadım.
Karton kapaklı bir kitap okuyordu, Rororo Yayınevi’nin bir kitabı.
Gözlerimi kapamanın bir anlamı yoktu, artık iyice uyanmıştım, yanımdaki beni gene meşgul ediyordu, kapalı gözlerle de onu görüyordum. Kahvaltımı ısmarladım… Anlaşılan ilk kez Amerika Birleşik Devletleri’ne geliyordu, bu arada mutlak ve kesin yargısını da vermiş (genel olarak Amerikalıları kültürsüz buluyordu), şu yada bu şeyi de kabul etmişti, örneğin birçok Amerikalının Alman dostluğunu.
Karşı çıkmadım
Hiçbir Alman yeniden silahlanmayı istemiyormuş; ama Rusya, Amerika’yı zorluyormuş silahlanmaya, işin dramı da buymuş, bir İsviçreli olarak ben bütün bunları değerlendiremezmişim, Kafkasya’da bulunmuş, yalnız silahla sözünü dinletebileceğiniz İvan’ı, o tanırmış. İvan’ı o tanıyormuş! Bunu birkaç kez tekrarladı. Yalnız silahla sözünüzü dinletebileceğiniz biri, dedi çünkü… başka hiçbir şey etkilemezmiş İvan’ı.
Elmamı soydum.
Hitler’in kastettiği anlamda “üstün insan” ile “üstün olmayan insan” diye ayrım yapmak kuşkusuz saçmalıkmış, ama Asyalılar, Asyalı kalırmış.
Elmamı yedim.
Çantamdan tıraş olmak, daha doğrusu bir çeyrek saat yalnız olabilmek için elektrikli tıraş makinemi çıkardım; Almanları sevmem, dostum Joachim Alman olduğu halde… Tuvalette başka bir yere oturup oturamayacağımı düşündüm, doğrusu bu adamı daha yakından tanımama gerek yoktu, onun aktarma yapacağı México’ya kadar daha en azından dört saat vardı. Başka bir yere oturmaya karar verdim, boş yerler vardı. Tıraşlı olarak yeniden içeriye girdiğimde –kendimi daha özgür hissediyordum, daha güvenli, tıraşsız olmaya dayanamam– o, kâğıtlarımı yerden toplama yetkisini kendinde bulmuştu kimse üstüne basmasın diye, onları bana uzattı, kibarlık örneği adam. Belgelerimi çantama koyarken teşekkür ettim, fazla içten olsa gerek, çünkü teşekkürümden yeni sorular sormak için hemen yararlandı.
UNESCO’da mı çalışıyormuşum?
Midemi hissettim – son zamanlarda sık sık olduğu gibi. Kötü değil, ağrı yok, bir midem olduğunu hissettim yalnızca, ne budalaca bir his. Belki bu yüzden bu kadar dayanıksızdım. Yerime oturdum ve çok çekilmez görünmemek için işimden söz ettim, GERİ KALMIŞ ÜLKELERE TEKNİK YARDIM projesinde çalıştığımı söyledim; bambaşka bir şey düşünürken bile bu konuda konuşabilirim. Ne düşündüğümü bilmiyorum.
Bütün uluslararası şeylerden etkilendiği gibi, UNESCO da onu etkilemiş olsa gerek; artık beni bir İsviçreli gibi görmüyor, daha çok bir otoriteyi dinler gibi dinliyordu, saygıyla, boyun eğercesine ilgili, gene de bütün bunlar sinirime dokunmasını önlemiyordu.
Yere indiğimize sevindim. Uçağı terk ettiğimiz ve gümrük bankosunun önünde birbirimizden ayrıldığımız anda, daha önce dikkatimi çekenin ne olduğunu fark ettim; pembe beyaz ve dolgun yüzü, Joachim’inki hiç de öyle olmadığı halde bana gene de onu hatırlatıyordu.
Sonra unuttum bunu.
Texas’ta, Houston’da oluyordu bu.
Dünyanın yarısını benimle birlikte dolaşmış kameram yüzünden çıkan her zamanki zorluklardan sonra, gümrükten çıkıp bir içki içmek için bara gittim. Ama benim Düsseldorf’lunun barda oturduğunu ve bir sandalyeyi de tuttuğunu görünce –sanırım benim için yer ayırmıştı– dosdoğru tuvalete gittim, yapacak bir şeyim olmadığı için ellerimi yıkadım.
Yirmi dakika alanda kalacaktık.
Dakikalarca ellerimi yıkayıp kurularken aynadaki yüzüm mum gibi beyaz, daha doğrusu gri ve sarımsı yüzüm, mor damarlı, bir ceset gibi iğrenç. Neon ışıklarındandır, diye düşünüyorum, aynı biçimde sarımsı mor ellerimi kuruladım, sonra o hep aynı olan, bütün bölümlere, böylece alt kata da gelen hoparlör sesi: “Your attention please, your attention please!”1 Ne olduğunu bilmiyordum! Bu tuvalet oldukça soğuk olduğu halde ellerim terliyordu, dışarısı sıcaktı. Yalnız şunu ansıyorum: Kendime geldiğimde, şişman zenci bir kadın yanıma diz çökmüştü, daha önce ilgimi çekmemiş olan bu kadın şimdi çok yakınımdaydı; siyah dudaklı kocaman ağzını, dişetlerinin pembesini gördüm, çınlayan hoparlör sesini duydum yerde yatarken.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıHomo Faber
- Sayfa Sayısı224
- YazarMax Frisch
- ISBN9789750760211
- Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- İtalyan Kızı ~ Iris Murdoch
İtalyan Kızı
Iris Murdoch
Edmund Narraway, annesinin ölümünün ardından yıllar sonra çocukluk evine döner. Ancak bu ziyaretin mutluluğu uzun sürmez, ailesinden uzakta yalnız bir hayatı seçmesine neden olan...
- Beyaz Köle ~ Bernardine Evaristo
Beyaz Köle
Bernardine Evaristo
“Avrupalı köleler medeni insanların tutumlarını ve göreneklerini benimseme fırsatına kavuşurken, son derece korkunç ölümlerden, cezalardan, ahlaken iğrenç düşkünlüklerden ve serflikten kurtarılmıştır.” Hepimiz tarihe “Ya...
- Akdeniz Sürgünü ~ Hoda Barakat
Akdeniz Sürgünü
Hoda Barakat
Savaşın gölgesinde canlanan anılar… Hoda Barakat, kendisine Necib Mahfuz Edebiyat Ödülü kazandıran Akdeniz Sürgünü’nde, iç savaş sonrası harap olmuş Beyrut’ta, babasının kumaş dükkânının yıkıntıları arasında...