Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Homo Esteticus – Demokrasi Çağında Beğeninin İcadı
Homo Esteticus – Demokrasi Çağında Beğeninin İcadı

Homo Esteticus – Demokrasi Çağında Beğeninin İcadı

Luc Ferry

Luc Ferry Homo Esteticus’ta, modern felsefenin doğuşunu estetik tarihi çerçevesinde anlatıyor. Ferry’ye göre modern çağ, estetik alanda öznel beğeninin ortaya çıkması, siyasal alanda ise…

Luc Ferry Homo Esteticus’ta, modern felsefenin doğuşunu estetik tarihi çerçevesinde anlatıyor. Ferry’ye göre modern çağ, estetik alanda öznel beğeninin ortaya çıkması, siyasal alanda ise toplumsal sözleşme modellerinin ve akılcı siyaset felsefesinin doğuşuyla birlikte tanımlanır. 20. yüzyıl sanatçılarının özerklikten ziyade bireyselliği ön plana çıkardığı “postmodern uğrak” ise avangart akımları beraberinde getirir.

Aydınlanma ile birlikte, kaynağı ilahi otorite olan ve değişmez bir değerler düzenini yansıtan sanat ve dünya görüşüne ağır bir darbe indirildi. Otonomiye dayanan akılcı bir etik kurma girişimlerine sahne olan bu dönemde, estetik ve kişisel zevk öne çıktı. Hemen ardından, 20. yüzyılda bireyselliğin otonominin önüne geçtiği yeni bir hareket başladı. Evrensel bir aklın bağlarından sıyrılmanın gerekli olduğunun vurgulandığı bu akımın başını Nietzsche çekti.

Luc Ferry işte tam bu noktada postmodernizmin sivri uçlarına karşı çıkarak akli standartlar ve sanatsal özgürlük arasında bir denge kurulması gereğinin altını çiziyor.
Özellikle Kant ve Hegel estetiğini derinlikli ve karşılaştırmalı bir şekilde ele alan Homo Esteticus, estetik alanında önemli bir boşluğu dolduruyor.

Okuyucunun Dikkatine

Bu çalışma, demokratik bireyciliğin ya da modern öznelliğin tarihindeki önemli kavramsal uğrakların taslağını çıkarmayı amaçlıyor. 1. Bölüm’de açıkladığım nedenlerden ötürü estetik, bugün bile bu tarihin izlerinin anlamca en zengin, en belirgin olduğu alandır. Kısmen kırılgan olan bir zinciri iki ucundan tutmam gerekti: Bir yandan öznelliğin tanımlarını, bunların en sağlam şekilde ortaya konduğu yerde, yani felsefede yeniden ele almak, bir yandan da, neyse ki sanatın somut tarihinden ayrılmaz olan bir disiplinin, estetiğin çeşitli boyutlarını değerlendirmekten geri durmamak….. Tüm zorluk, felsefenin tarih bilimlerinden farklı olarak, “genel kültür” denilen şeye dahil olmayışından kaynaklanıyor. Amatör sanatseverler hatta uzmanlar Leibniz, Baumgarten, Kant ya da Hegel’in eserlerine her zaman aşina değildirler. Bunun biçimsel bir engelden kaynaklandığı ya da kimi zaman düşünüldüğü gibi, bu fikirleri sarmalayan “jargon”a bağlı bir sorun olduğu sanılmamalıdır. İşin esasını ilgilendiren bir engeldir bu: Kültür üzerine tefekkürü öylece kültür alanına dahil etmek mümkün değildir. Bu ikisi arasında kat edilmesi ve doldurulması daima sıkıntılı olan bir mesafe vardır.

Bu çalışmanın tezlerini (1. Bölüm’de), modern estetiğin iki kilit evresini, yani akıl ile duygu arasındaki çekişmeyi (2. Bölüm’ün başında) açıklarken ve bu hikâyenin nihai olmayan sonucunu (6. Bölüm’de) sunarken teknik olmayan bir üslup kullanmaya gayret ettim. Bu kısımlar kitabın geri kalan bölümlerinden nispeten bağımsız okunabilir. Fakat bu kısımların öznenin sistemli tarihiyle olan bağları, felsefenin dolambaçlı yollarına dalmadan kavranamaz.

Önsöz

Çağdaş düşünceye bir hayalet musallat olmuş durumda: Özne hayaleti. Bugün artık herkes, felsefeyle profesyonel anlamda ilgilenmeyenler bile bunu biliyor veya hissediyor: 60’lı yıllarda büyük gürültü koparan, şeceresini vaktiyle Nietzsche’nin çıkardığı “insanın ölümü” hâlâ hiçbir düşüncenin cevap getiremediği sorular ortaya çıkardı. Zerdüştün yazarı Nietzsche’nin de aralarında bulunduğu öncülerin izinden giden ve bu yüzyılın şüphesiz en büyük entelektüel hamlesi olan psikanaliz, kendi kendimizin maliki ve efendisi olduğumuz fikrine amansızca son verdi. Söylenegeldiği gibi özne “parçalandı” ve bilinç durumumuz, kavramlarımız ve duygularımız bilinçdışının ne idüğü belirsiz etkilerine maruz kaldı.

Demokratik kültürümüzün kendine has bir çelişkisi kabilinden, insanın ölüm ilanına insanlık tarihinde daha önce görülmemiş bir özerklik talebi eşlik etti. Bütüncül bakıldığında, bizimki gibi liberal-sosyal demokrat toplumlarda kendi eliyle kendine yasa koyma yetisi olarak anlaşılan özgürlük talebi, şurada burada ne söylenirse söylensin, hiç bu kadar güçlü olmamıştı. Küresel tüketimciliğe karşı mücadeleyi dava edinenler bile, ister istemez bu mücadeleyi insanların kendi kaderlerini belirleme ideali namına savunur duruma düşüyorlar. Bu noktada coşku verici olamayacağız; cumhuriyetçi değerler bizim için daha uzun zaman makul tek siyasal ufuk olmayı sürdürecek gibi.

Öyleyse bir paradoks söz konusu: Çağdaş felsefenin sapkın, ama aynı zamanda kurtarıcı bir gizemden arınma sürecinin sonucu olarak gördüğü dermansız bir kimlik kaybı duygusuna bu kimliği yeniden ele geçirmeye yönelik giderek büyüyen bir istenç eşlik ediyor: Bireysel planda, kayıp bir geçmişi ele geçirme çabasında; kolektif düzeyde, tüccar dünyanın sürekli kurduğu tuzaklara düşmeme kaygısında görülen bir paradoks bu.

Bu kaçınılmaz paradoksu ilk bakışta şu şekilde formüle edebiliriz: Yalnızca çoğulculuğun erdemlerine değil, kimi insanların, sınırlı da olsa, kendi tarihlerini yapma yetkinliğine de inanırken (ki bu, istesek de istemesek de piyasa yasalarının her tür eleştirisinin önkoşuludur), aynı anda, bilinçdışının değişik vechelerinin keşfiyle istenç kavramının bütün geçerliliğini kaybettiği tezini kabul edebilir miyiz?

İşte bana göre 20. yüzyıl sonunun felsefi-siyasi denklemi budur; uzlaşma şeklindeki bir cevabın ve tekrar söylemek gerekirse, “parçalanmış öznenin” ortaya çıkışından önceki öznellik şekillerine her türden “geri dönüş” teşebbüsünün ancak kısmi bir çözüm sunabildiği bir denklemdir bu.

Daha önce yayımladığımız La Pensée 68’te Alain Renaut ile birlikte, “çağdaş antihümanizm”in bizce en belirleyici figürlerini, klasik anlamda bilinç ve istenç olarak kavranan öznenin eleştirisinin belli başlı evrelerini sorgulamaya çalıştık. Çalışmamız bir polemik olduğu için çoğunlukla polemikle karşılık gördü: Bilinç ve istencin eleştirilerini eleştirdiğimiz için, olumsuzlamanın olumsuzlanmasının olumlama yerine geçtiği ilkesinden hareketle, bizim Descartes’a geri dönmek istediğimiz, yavanlığı yontulmamışlığa varan bir akılcılık adına Marx, Nietzsche, Freud, Heidegger ve onların Fransız takipçilerine karşı, yeni-Kantçı sorumluluk ve bilinç gibi eski canım değerleri, istenci ve kendine hâkimiyeti yeniden gündeme getirdiğimiz söylendi. Elbette bu, en bariz niyetimizi -yani metafizik hümanizme geri dönmek değil, her fırsatta üzerinde durduğumuz gibi, metafizik olmayan bir hümanizm inşa etme niyetini görmezden gelmekti; ama polemiğin mantığa sığmayan bir mantığı vardır. Yine de çocukların dediği gibi, “ilk biz kaşınmıştık.”

Polemik zamanı geçti ve artık insanın (öznenin) ölümü meselesinin salim kafayla ele alınabileceğini umuyorum. La Pensée 68’te önerdiğimiz gibi, insanın ölümü ideolojilerinin eleştirisi kendi başına yeterli değildir ve bu eleştirinin gerçekten pozitif hale gelebilmesi için “metafizik olmayan hümanizm” projesinin iki ayrı taleple yüzleşmesi gerekir:

Kendi içine kapalı ve şeffaf bir metafizik öznenin kuruluş evrelerinin çizgisel ve tekanlamlı bir sıralanışı olarak tanımlanan bir moderniteyi tektipleştiren okumalara karşı, modern öznellik anlayışlarının tarihine belirginlik kazandıran farklı tarihsel uğrakları çelişkili çok boyutlulukları içerisinde yeniden ihya etmek gerekir.

Fakat basite kaçan “-e geri dönüş” hipotezini daha baştan bir yana bıraktığımıza göre, öznelliğin çeşitli yapısökümlerinin ertesinde kendiliğin hangi temsillerinin hâlâ bir manası olduğu sorusuna da cevap vermek gerekir bugün yapısökümcülerin de bizzat mesele edinmeleri gereken bir sorudur bu.

Yakın zamanlı bir çalışma olan L’Ere de l’individu’de Alain Renaut bu iki soruyu felsefe tarihi açısından ele almaya çalıştı. Ben ise ilk çalışmalarımda kullandığım yönteme sadık kalarak, genel felsefe tarihi dışındaki bir perspektiften, burada estetik üzerinden, aynı soruları ele almaya çalıştım.

Bu tercih hiç de keyfi değildir. İnsanın ölümü temasının sorgulama konusu haline getirdiği her şey müellifin (Auteur), yani yaratıcı olduğu düşünülen öznenin konumuna dairdir ve bu temanın geliştirilmesi sanat üzerine teferkkürün ayrıcalıklı konusudur. Özellikle de, birazdan belirteceğimiz sağlam nedenlerden ötürü, modern zamanlara has dünyanın öznelleştirilmesi (subjectivisation) sürecinin yarattığı sorunlar, deyim yerindeyse kimyasal olarak en saf halleriyle estetik alanında gözlemlenebilir.

Tocqueville’den Arendt ve Heidegger’e, Weber’den Strauss ve Dumont’a modernitenin en derin tahlilleri, bireyciliğin ortaya çıkışının, negatif yönden, geleneksel dünyanın erozyonu manasına geldiğini vurguladılar: Ancien Régime’in zümre ve loncalarının yok olması, dünyanın büyüsünün bozulması, teolojik-politikanın sonu; organik topluluktan (Gemeinschaft) sözleşmeci topluma (Gesellschaft), kapalı dünya anlayışından sonsuz evren anlayışına geçiş; büyük kozmolojilerin, siyaset ve huhuka dair hiyerarşik ve nesnelci anlayışların geçersiz hale gelmesi ve tekniğin ortaya çıkışıyla Varlığın unutuluşu… Nietzsche’nin “trajedi kavrayışından” yoksunluk adını vereceği günaha düşmeksizin söz konusu modernite yorumlarının gücünü yadsıyamayız; bu yorumlar, Tocqueville örneğinde olduğu gibi, son noktada moderniteye bağlı kalacak dahi olsalar, Aufklärer’in (Aydınlanmacıların) hep bir ağızdan “ilerlemenin seyri” addettikleri şeyin faturasını hiç ödün vermeden çıkartırlar.

Bu tahliller hiç değilse, görmezden gelemeyeceğimiz ve kayıtsız kalamayacağımız bir teşhis üzerinde birleşirler: Modern Zamanlar kimilerine bugün bile, hatta bugün her zamankinden fazla cehennem gibi görünen bir dairenin içine sokmuştur bizi. Zira geçmişten neredeyse doğallıkla devralınan mihenk taşlarının giderek ufalanması, bizi gündelik hayatın en basit ama en derin değişkenlikleri karşısında cevapsız bırakıyor: Bireysel ölçekte, başarısızlıklarımızdan ziyade başarılarımıza, hastalık ve ölümden ziyade (Nietzsche’nin kastettiği anlamda) “aktif” anlarımıza mana atfetmek kolaydır; oysa geleneksel topluluklar bu olumsuzluklara da teorik ve pratik bir alan bahşetmeyi becermişlerdi. Alexis Philonenko’nun Rousseau’ya isnat ettiği mutsuzluk felsefesi Rousseau’dan iki yüz yıl sonra bugün yazılacak olsa, bu felsefenin, yavanlığı insanı savunmasız bırakan bir sorgulamaya cevap vermesi gerekirdi: Geleneksel topluluk perspektifine ya da herhangi bir eskatolojiye yaslanamadığımız bu devirde insanın sonluluğu, mutlaka sınırlı olan projelerimizin ve amaçlarımızın özünde anlam içerdiğine veya başka deyişle, anlamın kendi içinde hâlâ bir anlamı olduğuna inanmamıza elverir mi? Nietzsche’ye göre sahici aristokratlara has olan “oluşun masumiyeti” bizim için hâlâ mümkün mü?

Diğer taraftan, geleneklerin aşınmasının bizi belirsiz bir sorgulama çağına soktuğu doğru olmakla birlikte, bu sorgulama da bizzat geleneklerin erozyonuna kuvvetle katkıda bulunur: Sorular arttıkça, önceden ortaya konulmuş ölçütlerden yoksun olduğumuzdan, bunlara cevap vermek daha da zorlaşır; ölçütler yitirildikçe yalnızca entelektüel hayatın değil, gündelik hayatın da bireysel sorgulamaya tabi tutulan boyutları çeşitlenir.

Yine de bugün biz Modernler için fikriyat âleminin bomboş olduğunu söylemekle sınırlandıramayız kendimizi. Hele bu duruma üzülmekle hiç yetinemeyiz (özellikle Kierkegaard’dan Cioran’a, ihmal edilmeyecek kimi eserlere borçlu olduğumuz bu tavrı benimsemenin önünde engel yoktur gerçi). Ama eğer laik isek -teolojik politikanın sona ermiş oluşu Hıristiyanların büyük çoğunluğunu hiç değilse kamusal düzeyde kerhen laik olmaya zorlar, önümüzdeki on yıllarda meselenin bizde biteceğini teslim etmeliyiz. Yani bilim ve teknikteki ilerlemenin bizi durmadan sormak zorunda bıraktığı sorulara, insanlık dahilinde, insanlık için ve insanlık adına cevap bulması gerekenlerin yine bizler olduğunu kabul etmemiz gerekir. Bildiğimiz gibi, bunun en iyi örneğini biyoloji veriyor. Çok geçmeden bioetiğin en temel sorunu sınırların belirlenmesi olacak. Demokratik toplumlarımız kimin eliyle, nasıl, hangi ölçütlere göre birey özgürlüğüne sınır çizmek durumunda kalacak? İşte size, kısa süre sonra kaçınılamaz hale gelecek bir sorun, elbette bu sorunun yalnızca ekonomik ve ideolojik güçlerin oyunu tarafından çözülebileceğini kabul etmiyorsak.

Dolayısıyla modernitenin tarihinin yalnızca geleneklerin çöküşünün tarihi olmadığını, fakat öncelikle pozitif yönden, öznelliğin çeşitli boyutlarının tarihi olduğunu anlamakta fayda var. Bu tarih bundan sonra ister istemez ele alacağımız, hatta bazen çözmek zorunda kalacağımız çetin bir sorunu, yani insanın insan üzerindeki iktidarını sınırlandırma meselesini çözmemizi sağlayacak bir zeminin inşa edilişinin hikâyesidir. Kozmolojilerin veya büyük dinlerin tarihi bu yolda bize meşale olmaz artık; ne de modern siyaset felsefesi tarihi bunu yapabilir. Elbette bu tarihler de bir başka tarihin, estetiğin hikâyesinin negatifi olarak akılda tutulmalıdır. Estetiğin tarihine gelince, modern zamanları kuran farklı öznellik anlayışları, bu anlayışların yüksek gerilimi ve bunların yanı sıra geri plana atılmış, ama zimnen daima var olan birey ve topluluk ilişkisi meselesi hep estetik tarihi içinde pozitif biçimde kayıtlıdır.

….

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur