“Misafir odasına girme.” Parmak uçlarıyla kapıya dokunurken Douglas Garrick’in yüzü gölgelendi. “Karım… çok hasta.” Muhteşem çatı katı dairelerini gezmeye devam etsek de kapalı kapının ardındaki kadın hakkında içime korkunç bir his dolmuştu. Fakat bu işi kaybetmeyi göze alamazdım, en karanlık sırrımı güvende tutmak istiyorsam olmazdı. Geçmişim hakkında sorular sormayan bir işveren bulmak çok zordu. Bu yüzden Garrickler mucizevi biçimde beni şehir manzaralı çatı katı evlerini temizlemek ve ışıl ışıl mutfaklarında yemek yapmak üzere işe aldıklarında şansıma şükrettim. Bir müddet orada çalışabilir, istediğimi elde edene kadar sessiz kalabilirdim.
Neredeyse mükemmeldi. Fakat girmemin yasak olduğu misafir odasının içini hiç görmemiştim. Bayan Garrick’le hâlâ tanışamamıştım. Ağladığını duyduğumdan emindim. Çamaşırları yıkarken beyaz geceliklerinin yakasında kan lekeleri buluyordum. Bir gün dayanamayıp kapısını tıklattım. Kapı usulca aralandığında gördüklerim her şeyi değiştirdi… İşte o zaman bir söz verdim. Ne de olsa bunu daha önce de yapmıştım. Kendi sırlarımı güvenle saklarken Bayan Garrick’i koruyabilirdim. Douglas Garrick yanlış yapmıştı ve şimdi bu yanlışın bedelini ödeyecekti. Asıl soru, ne kadar ileri gitmek istediğimdi…
Bu gece öldürülecektim.
Geceyi geçirdiğim ve çok yakında hayatımın ansızın son bulacağı kulübenin oturma odası şimşek çakmasıyla aydınlandı. Ayağımın altındaki döşeme tahtalarını şöyle böyle seçerken bir an için cesedimin o tahtaların üzerinde upuzun yattığını. alnımdaki kan birikintisinin eğri büğrü bir halka şeklinde yayılarak tahtaların içine sızdığını hayal ettim. Gözlerim açık. boşluğa bakıyorum… Ağzım aralık, çeneme doğru kan sızıyor… Hayır. Hayır.
Bu gece olmazdı. Kulübe yeniden karanlığa gömülürken kanepenin rahatlığından uzaklaşarak körlemesine önümü yokladım. Fırtına şiddetliydi fakat elektrikleri kesecek kadar da şiddetli değildi. Hayır, bu, başka birinin işiydi. Bu gece zaten bir can alan ve şimdi benimkinin peşinde olan birinin.
Her şey sıradan bir temizlik işiyle başlamıştı. Fakat şimdi kulübenin zemininden benim kanımın silinmesiyle son bulacak gibi görünüyordu. Bir başka şimşeğin önümü aydınlatmasını bekledikten
sonra mutfağa doğru dikkatlice ilerledim. Aklımda bir plan yoktu fakat mutfakta silah niyetine kullanabileceğim aletler bulunuyordu. Bir bıçaklık dolusu bıçak vardı mesela; hiç olmadı bir çatal bile işimi görebilirdi. Karşısına çıplak ellerle çıkarsam hapı yutardım ama elimde bıçak olursa şansım az da olsa artardı.
Mutfakta, kulübenin geri kalanından daha aydınlık olmasını sağlayan büyük pencereler vardı. Olabildiğince çok şey görmeye çalışırken gözbebeklerim büyüdü. Alelacele mutfak tezgahının yolunu tuttum ama muşamba döşemenin üzerinde üç adım atmama kalmadan ayaklarım kaydı ve sert bir şekilde yere düşerek dirseğimi çarptım, acıdan gözlerim yaşardı.
Gerçi dürüst olmak gerekirse gözlerim zaten yaşlıydı. Ayağa kalkmaya çalışırken mutfak zemininin ıslak olduğunu fark ettim. Bir şimşek daha çaktığı sırada avuçlarıma baktım. İkisi de kıpkırmızıydı. Su ya da süt birikintisine basıp kaymamıştım. Kana basıp kaymıştım. Bir müddet orada oturup vücudumu inceledim. Dirseğim dışında hiçbir yerim acımıyordu. Hála tek parçaydım. Yani kan bana ait değildi.
Henüz değildi. Harekete geç. Hemen harekete geç. Bu senin tek şansın. Bu sefer ayağa kalkmayı başardım. Mutfak tezgâhina varıp da parmaklarım soğuk sert yüzeyine değdiğinde derin bir oh çektim. Etrafı yoklayarak bıçak standını aradım ama bir türlü bulamadım. Neredeydi?
Derken gitgide yaklaşan ayak seslerini duydum. Bilhassa da her yer zifiri karanlıkken emin olması zordu fakat şu anda mutfakta birinin daha olduğunu sanıyordum. Bir çift gözün üzerime dikildiğini hissetmemle ensemdeki tüyler diken diken oldu.
Artık yalnız değildim. Tüm umutlarım suya düştü. Çok yanlış bir karar vermiş, son derece tehlikeli birini hafife almıştım. Şimdiyse bunun kaçınılmaz bedelini ödeyecektim. Bir saatlik ovalamanın ardından Amber Degraw’in mutfağı pırıl pırıl oldu.
Anladığım kadarıyla Amber neredeyse bütün yemeklerini civardaki restoranlarda yiyordu, hål böyle olunca boşuna uğraşmışım gibi hissettim. Param olsa, hepsini o lüks fırınını nasıl çalıştıracağını bile bilmediğine dair bahse girmeye harcardım. Hayatında bir kez bile kullanmadığına hayli emin olduğum aletlerle dolu kocaman, çok güzel bir mutfağı vardı. Bu aletlerin arasında Instant Pot, pilav pişirici, yağsız fricöz ve hatta dehidratör denilen bir şey bulunuyordu. Banyosunda sekiz farklı nemlendirici olan birinin dehidratörü olması biraz çelişkili bir durumdu ama ben kimdim ki onu yargılayacaktım? Tamam, azıcık yargılıyordum.
Sonuç olarak bu kullanılmayan mutfak aletlerinin her birini dikkatlice silmiş, buzdolabını temizlemiş, onlarca tabak çanağı kaldırmış ve yansımamı göreceğim kadar parlatana dek yerleri paspaslamıştım. Geriye bir tek son yıkanan çamaşırları yerlerine yerleştirinek kalmıştı, ondan sonra Degrawların çatı katı dairesi bal dök yala olacaktı.
“Millie!” Amber’in nefes nefese kalmış sesi mutfağa dolunca elimin tersiyle alnımdaki teri sildim. “Millie, neredesin?” “Buradayım!” diye seslendim. Gerçi nerede olduğum gayet açıktı. Birbirine bitişik iki dairenin birleştirilmesiyle oluşturulan bir süper-daire olan ev büyüktü ama o kadar da büyük değildi. Oturma odasında değilsem mutfakta olacağım kesin gibiydi.
Amber birçok marka elbisesinden birinin içinde her zamanki kusursuz şıklığıyla mutfağa girdi. Bu seferki derin V yakası ve narin bileklerine doğru daralan kolları olan zebra desenli bir elbiseydi. Elbiseyi zebra desenli çizmelerle tamamlamıştı. Her zamanki gibi nefes kesici görünse de bir yanım kıyafetine iltifat mi etse yoksa onu safaride avlasa mi bilemiyordu.
“Sonunda buldum seni!” derken sesinde hafif bir suçlama vardı, sanki olmam gereken yerde değilmişim gibi.
“İşim bitmek üzere.” dedim. “Çamaşırları da hallettim mi…”
“Aslında,” diyerek lafımı kesti, “senden kalmanı isteyecektim.”
İçin için yüzümü buruşturdum. Haftanın iki günü Amberin evini temizliyordum ama bunun yanı sıra başka işlerini de yapıyordum ve bu işlere dokuz aylık bebeği Olive’e bakmak da dahildi. Ücret harika olduğundan esnek olmaya çalışıyordum fakat Amber önceden sorma konusunda epey kötüydü. Buradaki bebek bakıcılığı işlerimin “yalnızca bilinmesi gereken kadar” ilkesine dayalı olduğunu düşünüyordum. Ve görünüşe göre yirmi dakika öncesine kadar bilmem gerekmiyordu.
“Pediküre gideceğim.” dedi sanki hastaneye kalp ameliyatı yapmaya gideceğini haber verir gibi bir ciddiyetle. “Ben yokken Olive’e göz kulak olman lazım.”
Olive çok sevimli bir kız çocuğuydu. Ona göz kulak olmayı hiç sorun etmezdim… genellikle. Hatta Amber’in ödediği başımı sokacak bir evimin, çöpten toplanmamış yiyeceklerimin olmasını sağlayan astronomik saatlik ücrete balıklama atlayacağım zamanlar vardı ama şu anda yapamazdım. “Bir saat sonra dersim var.”
“Ya.” Amber kaşlarını çattı, sonra yeniden boş bir ifadeye büründü. Geçen gelişimde bana gülümsemenin ve kaş çatmanın başlıca kırışık sebepleri olduğuna dair bir makale okuduğunu söylemişti, bu yüzden yüzünü mümkün olduğunca ifadesiz tutmaya çalışıyordu. “Gitmesen olmaz mı? Dersleri kaydetmiyorlar mı? Ya da transkript filan alamaz mısın?”
Kaydetmiyorlar. Dahası, Amber’in bu son dakika bakıcılık istekleri yüzünden son iki haftada iki ders kaçırmıştım zaten. Üniversiteden mezun olmaya çalışıyordum ve bu dersten iyi bir not almam gerekiyordu. Hem dersi seviyordum, toplum psikolojisi eğlenceli ve ilgi çekiciydi. Daha da önemlisi, diplomamı alabilmek için bu dersten geçmek zorundaydım. “Önemli olmasaydı,” dedi Amber, “istemezdim.”
Onun “önemli” tanımıyla benimki bir hayli farklıydı. Benim için “önemli”, üniversiteden mezun olmak ve o sosyal hizmet diplomasını almaktı. Pedikürün nasıl bu kadar önemli olabileceğini hayal edemiyordum. Son demleri de olsa hala kış mevsimindeydik, yani ayaklarını kim görecekti ki?
“Amber,” dememe kalmadan oturma odasında tiz bir çığlık koptu.
Şu anda resmi olarak Olive’e bakıcılık etmiyor olsam da buradayken ona hep göz kulak olurdum. Amber haftanın üç günü arkadaşlarıyla beraber onu oyun parkına götürürdü ama geriye kalan zamanda Olive’i başkasının sorumluluğuna devretmek için türlü türlü planlar tasarlıyor gibiydi. Kendisi çalışmadığı için Bay Degraw’in tam zamanlı dadı tutmasına izin vermediğinden dert yanmıştı, bu yüzden çocuk bakma işini bir dizi bebek bakıcısı aracılığıyla çoğunlukla…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Edebiyat Roman (Yabancı)
- Kitap AdıHizmetçinin Sırrı
- Sayfa Sayısı336
- YazarFreida Mcfadden
- ISBN9786256411623
- Boyutlar, Kapak13,5 x 21,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviOlimpos Yayınları / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Hain ~ Jonathan Holt
Hain
Jonathan Holt
“Hain” İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde Avrupa’nın ama özellikle İtalya’nın gizli tarihini adeta “deşen” ve günümüzde geçen bir polisiyeyi tarihsel bağlarıyla anlatan “Carnivia Üçlemesi”nin...
- Aspidistra ~ George Orwell
Aspidistra
George Orwell
İngiliz romancı George Orwell, Hayvan Çiftliği adlı siyasal masalında, zorbalığa dönüşen Stalin yönetimini yerden yere vurmuş; Bin Dokuz Yüz Seksen Dört adlı ünlü...
- İşin Aslı, Judit ve Sonrası ~ Sándor Márai
İşin Aslı, Judit ve Sonrası
Sándor Márai
Bir beyefendi, bir hanımefendi ve bir hizmetçi… Macaristan’ın en büyük çağdaş yazarlarından Sándor Márai, sadakat ve yalanı, gerçeği ve arzulananı, toplumsal ilişkilerdeki dürüstlüğü ve...