“19 yaşındayım, taksi şoförüyüm. Sadece bu işe yarıyorum, birde arkadaşlarımla kâğıt oynamaya. Başka hiçbir uğraşım, isteğim, hedefim yok. Bir ev arkadaşım var, adı Kapıcı. Kendisi aynı zamanda köpeğim olur ve karşılıklı kahve içmekten büyük keyif alırız. Kısacası sıradanlığın mihenk taşıyım ve bundan şikâyetçi değilim. Ama bir gün posta kutumda bulduğum iskambil kartının, çerçevedeki bu resmi değiştireceğini nereden bilebilirdim ki? ‘Hiç’ oluşum, kimliği belirsiz birini rahatsız etmişe benziyor ve belli ki benimle oyun oynamak istiyor. Neden sorusunun cevabı aslında çok basit: umursamak için.
Peki o halde, oyuna hazırım!”
Dilde sadeliği kullanma yeteneğini başarılı bir şekilde ortaya koyan Markus Zusak, Hiç Kimse Sıradan Değildir adlı eğlenceli olduğu kadar düşündüren romanıyla, herkesin yapabileceklerinin ötesine geçebileceğini en sıradan insanlar üzerinden göstererek zekâsını gözler önüne seriyor.
***
gecikme
Soyguncu işe yaramazın tekiydi.
Biliyordum.
Kendisi de biliyordu.
Bütün banka biliyordu.
En iyi arkadaşım Marvin bile biliyordu ve Marvin işe yaramazlıkta o soyguncudan önde gidiyordu.
Bütün bu olayın en kötü tarafı, Marv’ın arabasının on beş dakika süreli bir park yerinde bekliyor olmasıydı. Hepimiz yüzükoyun yerde yatıyorduk ve park süresinin bitmesine sadece birkaç dakika kalmıştı.
“Şu herif acele etse,” dedim.
“Biliyorum,” diye fısıldadı Marv. “Rezalet.” Sesi zeminin derinliklerinden geliyor gibiydi. “Bu işe yaramaz sersem yüzünden ceza yiyeceğim. Bir cezayı daha kaldıramam, Ed.”
“Araba buna değmez bile.”
“Ne?”
Marv bana baktı. Olduğu yerde doğrulduğunu hissedebiliyordum. Öfkelenmişti. Marv’ın hoş göremeyeceği tek şey, birinin arabasını kötülemesiydi. Sorusunu tekrarladı.
“Ne dedin sen, Ed?”
“Dedim ki,” diye fısıldadım. “Cezaya değmez bile, Marv.”
“Bak,” dedi, “birçok şeyi hoş görebilirim, Ed, ancak…”
Kulaklarımı kapadım çünkü Marv arabasıyla ilgili konuşmaya başladığında tam anlamıyla baş belası olurdu. Bir çocuk gibi hiç durmadan konuşurdu ve Tanrı aşkına, yirmi yaşını daha yeni bitirmişti.
Ben sözünü kesene dek bir dakika kadar daha devam etti.
“Marv,” dedim. “Araban utanç verici, anladın mı? El freni bile yok; olduğu yerde durması için arka tekerleğine iki tuğla sıkıştırılmış.” Olabildiğince kısık sesle konuşmaya çalışıyordum. “Çoğu zaman kilitlemeye bile ihtiyaç duymuyor, muhtemelen sigortadan para alabilmek için birinin arabanı çalmasını umuyorsun.”
“Sigortalı değil.”
“Aynen.”
“NRMA * ‘dakiler buna değmeyeceğini söylediler.”
“Bu mantıklı.”
O sırada soyguncu dönüp bize bağırdı: “Kim konuşuyor orada?!”
Marv umursamadı. O anda arabasını savunmakla meşguldü.
“Ama seni işe götürürken pek memnun görünüyordun. Ed, seni lanet olasıca sefil, sonradan görme.”
“Sonradan görme mi? O da ne demek şimdi?”
“Oradakiler, sesinizi kesin dedim!” diye tekrar bağırdı soyguncu.
“Acele et o zaman!” diye gürleyerek karşılık verdi Marv. O anda keyfi kesinlikle yerinde değildi. Kesinlikle.
Bankada yüzükoyun yerde yatıyordu.
Banka soyuluyordu.
Bahar ayı için hava anormal derecede sıcaktı.
Havalandırma bozuktu.
Az önce arabası aşağılanmıştı.
Marv’ın sabrı taşmıştı, aklını kaybetmek üzereydi. Adına ne derseniz deyin canı burnundaydı.
Bankanın eskimiş, tozlu mavi halısının üzerinde dümdüz yatıyor ve hâlâ tartışmayı sürdüren gözlerle birbirimize bakıyorduk. Arkadaşımız Ritchie, Lego masasının yanında, yarı yarıya altında, soyguncu bağırıp çağırarak ve titreyerek içeri girdiğinde etrafa saçılan parçaların arasında yatıyordu. Audrey tam arkamdaydı. Ayağı bacağımın üzerinde duruyordu ve ağırlığından bacağım uyuşmaya başlamıştı.
Soyguncu silahını tezgâhın arkasındaki zavallı kıza çevirdi. Kızın isim etiketinde “Misha” yazıyordu. Zavallı Misha. Koltukaltları terden ıslanmış, en fazla otuz yaşında kravatlı bir adamın çantaya para doldurmasını beklerken, o da en az soyguncu kadar titriyordu.
“Şu herif acele etse ya,” dedi Marv.
“Onu zaten söylemiştim,” dedim.
“Ne olmuş? Kendi adıma yorum yapamaz mıyım?”
“Ayağını üzerimden çek,” dedim, Audrey’ye.
“Ne?” diye karşılık verdi.
“Ayağını üzerimden çek, dedim. Bacağım uyuştu.”
Audrey ayağını çekti. İsteksizce.
“Teşekkürler.”
Soyguncu bize dönüp son kez haykırdı: “O konuşan serseri kim?”
Marv’la ilgili sorun, en iyi zamanlarında bile sorunlu olmasıydı. Hep kavgacıydı. Pek sempatik olduğu söylenemezdi. Kendinizi sürekli tartışırken bulacağınız türden bir arkadaştı; özellikle de konu lanet olasıca hurda Falcon’una geldiğinde. Ayrıca, havasında olduğunda da olgunluktan tamamen uzak bir baş belasıydı.
“Ed Kennedy, Bayım,” diye seslendi şakacı bir tavırla. “Konuşan kişi Ed.”
“Çok teşekkürler!” dedim.
(Adım Ed Kennedy. On dokuz yaşımdayım. Yaşı tutmayan bir taksi şoförüyüm. Şehrin varoş mahallelerinde sıkça görebileceğiniz tipik gençlerden biriyim; pek gelecek vaat etmeyenlerden. Bunun yanı sıra, gerektiğinden çok daha fazla kitap okurum ve ayrıca, seks ve vergi ödeme konusunda kesinlikle berbatım. Tanıştığımıza memnun oldum.)
“Öyleyse çeneni kapa, Ed!” diye bağırdı soyguncu. Marv yüzünü buruşturdu. “Yoksa oraya gelip seni kıçından vururum!”
Sanki okula dönmüştük ve sadist matematik öğretmenimiz, hiç umursamamasına ve eve gidip televizyonun karşısında bira içerek şişmanlamak için zilin çalmasını sabırsızlıkla beklemesine rağmen sınıfın önünde bağırarak emirler yağdırıyor gibiydi.
Marv’a baktım. Onu öldürmek istiyordum. “Yirmi yaşındasın, Tanrı aşkına. Bizi öldürtmeye mi çalışıyorsun?”
“Kes sesini, Ed!” Soyguncunun sesi bu kez daha güçlü çıkmıştı.
Daha da kısık sesle fısıldadım. “Vurulursam suçlusu sensin. Bunu biliyorsun, değil mi?”
“Sana çeneni kapa dedim, Ed!”
“Her şey kocaman bir şaka, değil mi, Marv?”
“Yetti artık.” Soyguncu tezgâhın arkasındaki kadını unutarak bize doğru yürürken yüzü kıpkırmızıydı. Yanımıza geldiğinde hepimiz ona baktık.
Marv.
Audrey.
Ben.
Ve bizim gibi çaresizce yerde yatan herkes.
Silahın namlusu burnuma dayandı. Kaşındırmıştı ama kaşımadım.
Soyguncu bir bana, bir Marv’a baktı. Yüzündeki naylon çorabın arkasından zencefil rengi sakallarını ve sivilce izlerini gördüm. Gözleri küçük, kulakları büyüktü. Yerel panayırda üç kez üst üste çirkinlik şampiyonu olmasının hesabını sormak için bankayı soyuyordu muhtemelen.
“Hanginiz Ed bakalım?”
“O,” diye cevap verdim, Marv’ı işaret ederek.
“Ah, hayır, sakın,” diye itiraz etti Marv. Yüzündeki ifadeye baktım, olması gerektiği kadar korkmadığını görebiliyordum. Bu soyguncu ciddi olsa, şimdiye kadar ikimizin de ölmüş olması gerektiğini biliyordu. Kafasına çorap geçirmiş adama baktı. “Dur bir saniye…” Çenesini kaşıdı. “Yüzün bana tanıdık geliyor.”
“Pekâlâ,” diye itiraf ettim. “Ed benim.” Ama soyguncu, o anda Marv’ın söylediklerini dinlemekle meşguldü.
“Marv,” diye fısıldadım, telaşla. “Kes sesini.”
“Kes sesini, Marv,” dedi Audrey.
“Kes sesini, Marv!” diye seslendi Ritchie, salonun diğer ucundan.
“Sen de kimsin?” diye bağırdı soyguncu Ritchie’ye dönerek.
“Adım Ritchie.”
“O zaman asıl sen kes sesini, Ritchie! Bir de sen başlama!”
“Endişelenme,” dedi ses. “Çok teşekkürler.” Bütün arkadaşlarım ukalaydı. Nedenini sormayın. Diğer birçok şey gibi, bu da öyleydi işte.
Soyguncu öfkeden deliye dönmek üzereydi. Sanki derisinden fışkırıyor, yüzündeki çoraptan dışarı taşıyordu. “Bundan kesinlikle sıkıldım artık,” diye hırladı. Sesi dudaklarının arasından yayılan alevler gibiydi.
Ama Marv’ın sesini kesmesi için yeterli değildi. “Sanırım,” diye devam etti Marv. “Aynı okulda falan okuduk herhalde,”
“Sen gebermek istiyorsun,” dedi soyguncu, hâlâ öfkeliydi, “değil mi?”
“Şey, aslında,” diye açıkladı Marv. “Sadece arabamın park cezasını ödemeni istiyorum. Süre dolmak üzere ve sen beni hâlâ burada tutuyorsun.”
“Bak bu konuda çok haklısın!” Adam namluyu ona çevirdi.
“O kadar düşmanca davranmaya gerek yok.”
Ah, Tanrım, diye düşündüm. Marv iyice tozuttu. Adam onu gırtlağından vuracak.
Soyguncu bankanın cam kapısından dışarı bakarak hangi arabanın Marv’ın olduğunu anlamaya çalıştı. “Hangisi seninki?” diye sordu, itiraf etmeliyim ki kibar bir tavırla.
“Şurada duran açık mavi Falcon.”
“Şu hurda yığını mı? Bırak cezasını ödemeyi, onun üzerine bile işemem.”
“Hey, dur bir dakika.” Marv yine sinirlenmişti. “Bankayı soyduğuna göre en azından park cezamı ödeyebilirsin, değil mi?”
Bu arada.
Para tezgâhın üzerinde hazırdı. Tezgâhın arkasındaki zavallı kız, Misha seslendi. Soyguncu dönüp oraya doğru yürüdü.
“Acele et, sürtük,” diye gürledi, Misha çantayı ona verirken. Sanırım bu bir soygun sırasında zorunluydu. Anlaşılan doğru filmleri izlemişti. Kısa süre sonra elinde çantayla yanımıza döndü.
“Sen!” diye bağırdı bana. Parayı aldığı için cesareti yerine gelmişti. Tam silahıyla bana vuracakken dışarıda bir şey dikkatini çekti.
Daha dikkatli baktı.
Bankanın cam kapılarının dışında.
Boynundan ter damlaları süzüldü.
Zorlukla nefes alıyordu.
Kafasının düşüncelerle dolduğu belliydi, ve…
Kendini dünyaya kapatmıştı.
“Hayır!”
Polis dışarıdaydı ama bankada olup bitenden haberleri yoktu. Haber henüz dışarı ulaşmamıştı. Altın sarısı bir Torana’nın şoförüne, yolun karşı tarafındaki fırının önünde çift sıra park etmemesini söylüyorlardı. Araba yoluna devam etti. Polisler de öyle. İşe yaramaz soyguncu elinde para dolu çantayla kalakalmıştı. Arabası gitmişti.
Aklına bir fikir geldi.
Yine döndü.
Bize.
“Sen,” diye emretti, Marv’a. “ Anahtarlarını ver.”
“Ne?!”
“Beni duydun.”
“O araba bir antika!”
“O bir hurda yığını, Marv,” diye dalga geçtim. “Ona anahtarları ver yoksa seni ben geberteceğim!”
Marv öfkeli bir ifadeyle elini cebine sokarak arabanın anahtarlarını çıkardı.
“Nazik davran,” diye yalvardı.
“Canın cehenneme,” diye karşılık verdi soyguncu.
“Buna gerek yok!” diye seslendi Ritchie Lego masasının altından.
“Sen kapa çeneni!” diye bağırdı soyguncu ve kaçtı.
Sorun şuydu ki, Marv’ın arabasının ilk seferde çalışma olasılığı yüzde beşti.
Soyguncu kapıdan fırlayarak yola doğru ilerledi. Girişin yakınında tökezledi, silahı düştü ama almadan yoluna devam etmeye karar verdi. Silahı alıp almamaya karar vermeye çalışırken bir an için yüzünde beliren panik ifadesini görmüştüm. Zamanı olmadığı için silahı bırakıp koşmaya devam etti.
Hepimiz dizlerimizin üzerinde doğrulmuş, arabaya doğru koşuşunu izliyorduk.
“Şuna bakın,” dedi Marv gülmeye başlayarak. Audrey, Marv ve ben izlerken, Ritchie de bize yaklaşıyordu.
Soyguncu durdu ve kapının kilidini açan doğru anahtarı bulmaya çalıştı. O sırada hepimiz adamın beceriksizliğine kahkahalarla gülüyorduk.
Sonunda arabaya binmeyi başardı. Kontağı defalarca çevirdi ama motor çalışmadı.
O sırada.
————
* Ulusal Karayolları ve Motorlu Araçlar İdaresi (ç.n.)
“Hiç Kimse Sıradan Değildir” için 2 yanıt
Bir yanıt yazın
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıHiç Kimse Sıradan Değildir
- Sayfa Sayısı464
- YazarMarkus Zusak
- ÇevirmenSelim Yeniçeri
- ISBN6053480204
- Boyutlar, Kapak13,5x21, Karton Kapak
- YayıneviMartı Yayınevi / 2012
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Birimiz Ölmek Üzere ~ Karen M. McManus
Birimiz Ölmek Üzere
Karen M. McManus
Yeni bir oyuna hazır mısın, Bayview? Simon’ın ölümünden sonra bir sürü taklitçi türese de, Bayview Lisesi’nin dedikodu açlığı bitecek gibi değildi çünkü kimse gerçek...
- Vahşetin Çağrısı ~ Jack London
Vahşetin Çağrısı
Jack London
Vahşetin Çağrısı, hiç kuşkusuz Jack London’un başyapıtları arasında sayılır. Genç bir yazarken, zengin olma hayaliyle Alaska’da altın arama serüvenine katılan Jack London, hiç altın...
- Çarpık Evdeki Cesetler ~ Agatha Christie
Çarpık Evdeki Cesetler
Agatha Christie
Leonides ailesi, büyükbabaları Aristide bir ensülin iğnesiyle cinayete kurban gidinceye dek, Üç Kuleli Malikâne’de mutlu bir yaşam sürmektedir. Bütün ipuçları cinayeti aileden birinin işlediğini...
inanılmaz sıkıcı bir roman,herkesin çok ve anlamsız konuşan bir arkadaşı olmuştur mutlaka .kitabı okuduğum süre boyunca sanki o arkadaşımın yanımda konuştuğu hissine kapıldım.boğuldum, yoruldum usandım,yıkıldım,ezildim :) kesinlikle tavsiye etmiyorum.. hele hakan günday’dan sonra hiç gitmiyor arkadaşlar.
ben kitabı çok begendim fakat sonunda olan biteni anlamadım :(