“Gözlerine bir müddet baktım; beni görmedi. Sonra bu kadar derin olduğu için mukaddes olan bu acıya diz çöktüm. Bu benim tanıdığım Selma’ya benzemeyen kadının sarkan elini tutmak istedim. Titreyerek çekildim. Bir ölü gibi soğuktu. Hususuyla bu buz gibi elin üzerindeki soğuk nem vücuduma buz cehenneminde titreyen bir ruhun azabını ihsas etti. Zavallı, zavallı Selma!”“Histeriyi kurmacalaştırması, sinir hastalıklarının temsili, döneminin psikolojik ve tıbbi söylemine işaret etmesi, estetik ve anestezik olan arasında girift ilişkileri sunuşu, metinler arası göndermeleri, müziği ve operayı anlatısına katışıyla Halide Edib edebiyatının tarihyazımına dahil edilmesi gereken Heyula, aramızda yeniden dolaşmalıdır.”Fatih AltuğKaleme aldığı her metinle yeniden tartışılan Halide Edib’in bütün eserleri, gözden geçirilmiş baskılarıyla Can Yayınları’nda.
Yeni milli romanımız: Heyula Muharriresi: Halide Salih Hanım
I
Ekseri tiyatrodan çıkarken tesadüf ederdim. Arabaya binerken öyle acib bir edası vardı ki daima karşısında bir mevki alarak sade ahenk olan o zarif vaz’ı seyrederdim. Birçok zamanlar yalnız ayaklarının ufak, nazik; belinin ince, giydiği renklerin solgun ve latif olduğuna dikkatle bakakalırdım. Ruhumu bu bedi heyecanlarla okşayan etvarı güzel kadının çehresini bile merak etmezdim. O oradan çekilince ben giderdim. Fakat en adisinden en kibarına kadar o kadına bakmak için tevakkuf ettiklerini görmüştüm. Hâlâ görmemiş olduğum meçhul çehre hakkında malumat almak üzere birkaç kişiye sordum: Güzel mi? Bilmiyorlardı. Çirkin mi? Onu da bilmiyorlardı. Hatta niçin durup arabasına baktıklarını da bilmiyorlardı.
Tiyatro mevsimi ilerliyor ve yalnız arabasına binerken gördüğüm kadının çehresine karşı bir tecessüs hissetmiyordum. Onu bana tuhaf bir tesadüf göstermişti: Geçen bahardaydı; bir sabah erkenden pencereyi açmıştım, denizlerin üzerine yayılan beyazımsı dumanların esrarına sabah pembe, turuncu bulutlar, gölgeler serpiyordu. Ağaç zirvelerinden yaprakların arasına doğru kayan rüyamsı bir hüzün rengi, yeni doğan ziyadan, başka bir hayat, rengîn bir neşe iktibas ediyordu. O günkü havayı hiç unutamam. Güya bütün bu yeni doğan esrarengiz renkler, renkli gölgeler, beyaz dumanlar revayih-i hususiyeleriyle havayı ta’tîr ediyorlardı. Ruhuma, damarlarıma, bütün varlığıma gaşy edici arzular veren bu müphem, yeni kokuyu hatırlayınca gözlerimi hâlâ sevdavi bir lerzeyle kaparım.
“Arabaya binerken öyle acib bir edası vardı ki…”
Çarçabuk giyinerek kendimi Fener’e attım. Yollar tenha fakat şu yalnızlıklarıyla bana pek aşina görünüyorlardı. Yürüdüm. Marmara’nın azametli, kurşuni nihayetsizliğini, canlı bir gümüşle kaplayan güneş yükseliyordu. Ne güzel, müstesna bir gündü. Tabiatın mealini, güzelliğin celaletini hissetmek için değil kendi küçük varlıklarını birbirine göstermek için gelen o tozlu, yeknesak, ruhsuz insanlar bile bu sabah buradan geçseler o manzaranın haşmet ve safiyetiyle kirli hüviyetleri yıkanırdı. Bununla beraber bütün bu güzelliklere tapınmak, o inceliklerini içmek için yalnız olduğumdan bahtiyardım. Servilerin arasından dönerek Fener’in yanındaki ağaçlara doğru gidiyordum. Bu aralık denizin üzerinde Adalar’a doğru incelen bir hattın mevcelerine, suların kıvrıntılarına bakakaldım. İstiğraktan başımı kaldırınca diğer bir tablo gözlerimi cezbetti: Mavilikten ufka karışarak ikisini birleştiren beyaz duman yığınları şafağı karşılayan sevdavi renkler, denizin uykusunu örten tülümsü bir şeker renk vardı ki insan bunlara baktığı vakit dalar, düşünür, bu letafet altında bir sır uyuduğuna, bütün bu rüyamsı menazırın bir perisi olduğuna inanmak ister. O müphemiyet arasında beyaz sislere bürünmüş uzak, hayalî bir çehre görür. Fakat o çehre arzdan hakikat pek baiddir
Onun meskeni, parıltısını ancak seçebildiğimiz yıldızlardır. O, gördüğümüz çehre ince amalimizin, şekilsiz arzularımızın serabıdır. Halbuki ben o sabah Fener’de geniş bir arabanın penceresinden denizlere bakan bir vech gördüm ki uzaklığı, esrarıyla bir hayal perisini tecessüm ettiriyordu.
“Bir çift göz ki…”
İsmini bilmediğimiz birçok akşam elvanından memzuc bir çift dalgın yorgun iri göz! Hemen gayritabii denilecek kadar uzun gölgeli kirpikler, yalnızlığın ıssızlığın verdiği ruhani korkuyu veren mahzun solgun bir alın, hele edalı bir yorgunlukla o alna gelişigüzel düşen düz ipek gibi saçlar! Bilmem nasıl oldu. Ufak bir vaziyetiyle dönüşü mü yoksa arabacının çehresi mi, onun yalnız arkasından tiyatro kapısında gördüğüm kadın olduğunu anlattı.
Ne kadar zaman o gözlerin düşüncesi o alnın ağırlığıyla o muattar havanın ağırlaştığını, başımı bilmediğim efkâr yığınlarının tazyik ettiğini hissettim. Şimdi anladım ki halk onun dilberliğini anlamaktan âcizdiler. Tahlil edilemeyen, insanlıktan yüksek geçici hisler karşısında olduğu gibi o çehreye tesadüf edince düşünüyorlardı. Düşündüklerini bilmeden düşündüren şeyi anlamayarak düşünüyorlardı. Eğer gözlerim benim şu alık bakışıma karşı zihni perişan edici bir tebessüme ilişmeyeydi istiğraktan kurtulamayacaktım. Çehrenin ruhaniliğiyle bütün bütün zıt olan kırmızı kalın dudakları, beyaz dişleri haris bir kadın ağzı onun bir rüya perisi olmayıp canlı bir kadın olduğunu anlatıyordu. Mamafih bu hakikatle ancak ona takarrüp edebildiğimi hissettim. Az zaman içinde kalbimdeki yalnızlığın yerine kendimden daha çok âlî, bütün ruhu ısıtıcı bir hissin kaim olduğunu duyuyor ve bu yeni zevke tapınmak istiyordum, artık bu kere bu çehreyi görmekle mahkûmiyet-i ademden kurtulmuştum. Hayatımı vücudumu hizmetine sarf edecek sonra onu sevmek için hayatı da kısa görerek ebediyet arzuları uyandıracak bir varlığa gördüm ki tesadüf etmiştim. Kendimde o kadar bir tahavvül eğer arabacı olmasaydı ona gidecek, ellerimi uzatarak, “Gel birbirimizi sevelim, el ele vererek insanın ebediyen yalnızlığa mahkûm olmadığını ispat edelim. Kalbimiz bir parça atsın, ruhlarımız birbirine sığınsın, böylece sermediyete kadar gidelim,” diyecektim. Çok sürmeden araba yollandı, sahibesinin o birkaç dakika için unutturduğu ıssızlık hem Fener’i hem beni istila etti.
Kim bilir bu da bir manzara-i tabiat gibi rengîn bir hatıra diye kalacaktı; yine evirip çevirip tahlil ederek bıktığım kendi varlığımla kalacaktım, artık Fener’de duramadım. Yetim bir çocuk gibi kendim de boynumu büküp ağlamak arzularını hissediyordum. Ne gülünç hal! Bir erkekten ziyade bir kadın hassasiyetine, zaafına yaraşır düşünceler değil mi?
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli)
- Kitap AdıHeyula
- Sayfa Sayısı88
- YazarHalide Edib Adıvar
- ISBN9789750741692
- Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2022
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Dünyanın İlk Günü ~ Beyazıt Akman
Dünyanın İlk Günü
Beyazıt Akman
On beşinci yüzyılda, 19 yaşındaki genç sultan, bütün dünyanın kaderini değiştirmek üzereydi… Doğu Roma’nın merkezi Konstantinopol’den kaçırılan Alexander, yaşayabilmek için çocukluk aşkından ayrılmak zorunda...
- Cennet ~ Muammer Yüksel
Cennet
Muammer Yüksel
Türk Romancı ve beyin cerrahı (Keşişin On Günü romanının yazarı, 2002) Muammer Yüksel, İslam ve Hıristiyan dünyasının kültürel köklerini sarsacak bir roman trilojisine CENNET’e...
- Bozkurtlar ~ Hüseyin Nihal Atsız
Bozkurtlar
Hüseyin Nihal Atsız
BOZKURTLAR, Ateş çocuk dergisinin 7 Ocak 1937’de çıkan 7. sayısından, 29 ve 30. sayılar haricinde, 40. sayısına kadar tefrika edilip kitap olarak yayınlanacağı 1946’ya dek yarım...