“Musallada bir tabut, yeşil örtü üstünde, yapayalnız…
İkindi okunmuş, namaz kılanlar camiye girmiş, kılmayan kalabalık cami duvarına yanaşıp saçak altına sığınmış. Alafranga bir muhit; ama gelin durumu izah edin. Erkekler cami duvarında, kadınlar şadırvan altında. Haliyle haremlik selâmlık olmuş. Böyledir…
…
Önce bir büyücek naylon top, pat-pat zıplayarak müezzinin bahçesine kadar gitti, mısırların arasında kayboldu. Topun ardından bir oğlan çocuğu altı, yedi yaşlarda; onun ardından aynı yaşta bir kız, mısır püskülü sarı saçlarını savurarak koştular.
Hem koşuyor, hem gülüyor, hem cıvıl cıvıl konuşuyorlar. Mısırların arasında kayboldular. Çocuklar böyle bir rüzgâr estirdiler işte. Gökyüzünün karanlık çarşafı keskin bir bıçakla yırtıldı. Arasından güneş çıktı, beyaz bulutlar. Kuşlar ötmeye, çiçekler açmaya başladı. Şadırvan havuzundan su sesi geldi.
Hayat olanca parıltısıyla cami avlusunu ışığa boğdu…”
*
Bir yağmur, bir yağmur, iplik gibi, ipince; geceden başladı dur-durak bilmiyor. Kargalar kavak ağaçlarında donup kalmış. Gök kararmış, bulutlar şehrin üzerine abanmış. Şöyle bir sağanak boşalsa herşey ferahlayacak ama yok; kasvet, sadece kasvet.
Varlıklı, alafranga bir muhitte gariban bir cami. Bir iki esnaf el atmış; kapıcılar, şoförler; oğlunun, damadının yanına sığınmış ihtiyar emekliler omuz omuza verip camiyi kondur- muş oraya. İyiki de kondurmuşlar, yoksa varlıklı ama alnı secde görmemiş beyler bayanlar bir cenaze için taa nerelere gideceklerdi.
Ne kubbesi, ne minaresi; ne kavisli pencereleriyle mimari bir değeri vardı caminin. Mimariyi bir yana bırak ilk yapılan dış cephe boyaları yer yer dökülmüş, yamalı bohçaya dönmüştü. Neresinden baksan bir tamirat istiyordu.
Avlunun ortasında caminin cüssesine ters, iri mi iri bir şadırvan. Oturulacak yerleri betondan.
Yine de şadırvan başında yerini sevip serpilmiş ıhlamuru görmeden geçmeyelim. Gölgesinde bir bölük asker gizlenir. Süslü imam ara sıra gelir. Sesi iyidir, musiki talim etmiştir, mevlidhanlar arasında şöhreti vardır. Bu alafranga muhitin tüm ihtiyar hacıları tanır onu, mevlide çağırır. Yüklü para alır hocaefendi, arabası gıcır, takım elbise cilet gibi. Tüm işi İspirli müezzine yıkmıştır. Müezzin hayatından memnun- dur. Ölüye okur. diriye, hastaya okur, yolunu bulur. Dernek binasının yanındaki müştemilatta kalır. Avlu geniş, bir yaru toprak. İspirli toprağı boş bırakır mı? Her tür sebze yetiştirir, hem kendi yer hem komşu kapıcılara dağıtır.
Toprak adamı işte. avlu duvarlar kenarına mazı, çam, akasya değil meyve ağaçları dikmiş. Mübarekler yetişmiş. Az sayıdaki cemaat elma, armut, kiraz, mevsimine göre ayvaya kadar hem kendileri yer hem eve götürür.
Kötü mü?
Cemaat dokuzu onu geçmez.
Bahsi geçen ihtiyar emekliler, kapıcılar, esnaftan birkaç kişi. Müezzin kabına sığmaz dedik. Uğraşıp didinip caminin bir köşesine camlı dolaplar yaptırarak kütüphane kurmuş, hem kendi okuyor, hem çocukları okutuyor.
Musallada bir tabut, yeşil örtü üstünde, yapayalnız. İkindi okunmuş, namaz kılanlar camiye girmiş, kılmayan kalabalık cami duvarına yanaşıp saçak altına sığınmış. Alafranga bir muhit ama gelin durumu izah edin. Erkekler cami duvarında, kadınlar şadırvan altında. Haliyle haremlik selamlık olmuş.
Boyledir.
Kenarın dilberi ne kadar nazik olsa da nazenin olamaz. Ölümden, cenazeden, belki camiden çekiniyorlar, gelene- ge uyuyorlar. Ne de olsa onlar da müslüman. “Allah bir, peygamber hak” dedikten sonra mesele yok. Belki aralarına kulak Allah peygamber tanımayanlar karışmış olabilir ama, asmayın, bir iki kişiyi geçmez.
Lâkin alayı siyahlara bürünmüş.
Yahu bu gavur âdeti nasıl bulaştı bize. Erkek kadın koyu renk elbiseler, kara şemsiyeler altında kara gözlükler, öylece tabuta bakıp duruyor.
Cenazeden cenazeye birbirini görenler, meslektaş olanlar, merhumun yakınları, çalışma arkadaşları üçer beşer toplaşıp alçak sesle sohbet ediyor.
Kadınlar birbirlerini işaret ederek dedikoduya dalıyor.
Camiye girmeyip dışarda kalanlar musallaya tabuta bakmayıp, ölümden hastalıktan bahsetmeyip günün meselelerini konuşuyor, hatta bazıları havadaki bu kasveti dağıtmak için fikra bile anlatıyor.
Ölümden kim korkmaz?
Ancak erenler korkmaz.
Ama işte bunların korkusu, korku değil hastalık. Hani bir kabristanın kapısına “Her nefis ölümü tadacaktır” âyeti yazıldığında kıyamet kopmuştu. Öyle. Ne çırpınıyorsun kardeşim sen de sonunda imamın kayığına bineceksin. İyi, tamam, ama beni şimdi rahat bırak. Ne bu ölüm, kabir azabı, zebaniler, cehennem ateşi. Yahu şuracıkta gönül hoşluğu ile iki kadeh içemeyecek miyiz? İçin için, âfiyet olsun.
Kıble duvarının altındaki sokaktan iki kapıcı geçiyor. Camide cenaze olduğunu hemen anlıyorlar.
– Cenaze var.
– Öyle.
– Kim acaba?
-Arif’in Bedir Bey dedilerdi.
– Öyle miii! Ya, kurtulmuş fikara.
– Kurtulmuş ya, kaç zamandır aklı başında değildi. Alzaymer dedilerdi.
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Hikaye
- Kitap AdıHesap Günü
- Sayfa Sayısı160
- YazarMustafa Kutlu
- ISBN9789759956660
- Boyutlar, Kapak13.5x21 cm, Karton Kapak
- YayıneviDergah Yayınları / 2015
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- O Ada Senin Bu Ada Benim ~ Adil İzci
O Ada Senin Bu Ada Benim
Adil İzci
Ada! Ne güzel bir sözcüktür o! Söylemesi de, türlü türlü imgesi de… Sait Faik’in “Haritada Bir Nokta” öyküsünün ilk bölümcelerini anımsayalım: Bırakalım yüz yüze...
- Güneş Hırsızları ~ Doğu Yücel
Güneş Hırsızları
Doğu Yücel
Sabah uyanıyorsunuz, bir bakıyorsunuz her yer karanlık, Güneş yok! Işığa duyarlı bir uzaylı ırkı Dünya’da yaşayabilmek için Güneş’e perde çekmiş, insanlığı karanlığa, umutsuzluğa hapsetmiş....
- Uzun Hikaye ~ Mustafa Kutlu
Uzun Hikaye
Mustafa Kutlu
Ben o zamanlar on altı yaşındaydım, lise birde. İnce uzun bir oğlan. Saçlarım kirpi gibi dik duruyor; ne yana, ne geriye taranmıyor, beni deli...