Amsterdam Belediye Başkanı Robert Walter yeni yıl resepsiyonunda karısının, belediye encümenlerinden biriyle konuşurken kahkahalarla başını arkaya attığını görünce kendisini aldattığından şüphelenir.
Kısa süre sonra bir gazeteci, Vietnam Savaşı’nı protesto eden üç eylemcinin bir toplum polisini dövdüğünü gösteren bir fotoğrafla belediye başkanının karşısına çıkar ve bu eylemcilerden birinin kendisi olduğunu iddia eder. Tam da o sıralarda, Robert’in 94 yaşındaki babası oğluna, kendisinin ve annesinin kötüleşen sağlık durumlarıyla onu uğraştırmak istemediklerini, bu nedenle hayatlarına onurlu bir biçimde son vereceklerini söyler.
Bir zamanlar dengeli ve başarılı biri olan Robert, korkularının ve şüphelerinin esiri olur, kıskançlık ve paranoya içini kemirmeye başlar. Hiçbir şey göründüğü gibi değildir, ya da yoksa Robert en sonunda ilk kez dünyayı –ve karısını– gerçekten oldukları gibi mi görmeye başlamıştır?
“Belki de olmayan şeyleri insanın nasıl görebileceğini muhteşem bir şekilde gösteriyor H. Koch. Hendek, hayal gücüne bir övgüdür.” Het Parool
“Kıskançlık ve güvensizlik sağlam bir ilişkiye neler yapabilir? İşte, usta bir üslupçunun merak uyandıran keşfi.” Booklist
“Herman Koch beklentileri boşa çıkarıp beklenmedik kaçış çizgileri çiziyor.” Le Canard enchaîné
*
1
İsmine Sylvia diyeceğim. Bu onun gerçek ismi değil, gerçek ismi aklınızı karıştırabilir. İnsanlar her bir şeyi isimlere bağlarlar, özellikle de o isim buralardan değilse ve nasıl yazacaklarını bilmek şöyle dursun, nasıl telaffuz edeceklerini bile bilmiyorlarsa.
Her halükârda bir Hollandalı ismi olmadığını belirteyim. Karim Hollandalı değil. Nereli olduğunu şimdilik açıklamak istemiyorum. Elbette yakın çevremiz onun hangi ülkeden geldiğini biliyor. Ayrıca düzenli gazete okuyan ve haberleri seyredenlerin de gözünden kaçmamıştır ama çoğunun hafızası güçlü olmadığı için belki de bir kere duymuş ama sonra unutmuşlardır.
Robert Walter’ın karısı yabancı değil mi?
Evet doğru, haklısın, hmm… şeyliydi, nereliydi ya, söylesene. İnsanlar her şeyi yabancıların geldikleri ülkeye bağlıyor. Her ülkeye kendine göre bir önyargı ile yaklaşılıyor. Güneye indikçe, doğuya gittikçe bu önyargılar artıyor. Burada haritada daha Belçika’da başlıyor. Ülkemizde Belçikalılara hangi önyargılarla yaklaşıldığını burada hiç tekrarlamayayım. Peki ya Almanlara, Fransızlara, İtalyanlara? Doğuya ve güneye ilerledikçe yavaş yavaş insanların ten rengi değişir. İlk olarak sadece saçları; önce koyulaşır sonunda tamamen siyah olur. Sonra aynı süreç deri rengi için olur. Doğuya gittikçe sarılaşır, güneye indikçe koyulaşır.
Hava da gittikçe ısınır. Paris’in güneyinde sıcaklık artmaya başlar. Sıcak havada çalışmak daha fazla çaba gerektirir. Onun yerine palmiye ağacının gölgesinde oturmayı yeğleriz. Daha güneye indikçe ise artık hiç çalışmayız. Her şeyden önce dinlenmemize bakarız.
“Sylvia” aslında üç tercihten oluşan listemizdeki ikinci isimdi, ona Diana ismini koymasaydık vereceğimiz isim olacaktı. Ya da şöyle söyleyeyim; bir yerine üç kızımız olsaydı isimleri Diana, Sylvia ve Julia olacaktı. Eğer oğlumuz olsaydı onlar için de üç isim seçmiştik ama onları burada saymayacağım. Oğlumuz yok. Kızlarımız da yok. Sadece Diana var.
Diana’nın da kızımızın gerçek ismi olmadığını herkese açıklamalıyım. Bu, öncelikle onun mahremiyetini ve -benim gibi bir babayla zaten yeterince zor olan, kendi yaşamını daha rahat sürdürebilmesi için gerekli. Üç ismin de üç heceden oluşması ve hepsinin a harfiyle bitmesi tesadüf değil. Kızımızın adını (gerçek adını) seçerken bir ödün verdim. Karımın kendi ülkesinden farklı bir ülkede yeterince zorlandığını düşünüyordum. Bunun üzerine bir de kızımıza Hollandalı bir isim vererek durumunu zorlaştırmak istemedim. Onun ülkesinden bir isim vermeye karar verdik. Her gün söyleyebileceği, bildiği bir kız ismi olacaktı, Hollanda dili denilen o sert gargara yaparmışçasına veya soğuk bir şekilde boğazımızı temizlercesine çıkan seslerin içinde bildik bir isim, sıcak bir ses olacaktı.
Aynı şey karımın ismi için de geçerli. Kendisine de ismine de hemen âşık olmuştum. İsmini olabildiğince sık telaffuz ederim. Uzun yıllar önce, ailesinin evinde bana yer olmadığı için pansiyonda konaklamak zorunda olduğum o gecenin bir yarısında yapayalnızken de telaffuz ediyordum. O sesin hem tadında hem kokusunda bir şey var; erimiş çikolata ile odun ateşi arasında bir şey. Ona kendi ismiyle hitap etmediğimde “Canım benim” derimama Hollandaca değil, hayır, Hollandacada o kelimeleri büyük olasılıkla “Bunu önceden düşünseydin daha iyi olurdu canım benim,” derken gibi bir ironiyle, ağzımdan ancak büyük bir zahmetle çıkarabilirdim.
Karımın dilinde “canım benim” ifadesi kulağa tam gelmesi gerektiği gibi geliyor. Tatlı soslu bir yemeğin ya da yemek borusunda hafif yanık bir his bırakan, sıcak yapışkan bir içkinin ismi gibi ama bir yandan da birisine sardığın bir battaniye sıcaklığını taşıyor; Yanıma gel, canım benim.
KarimSylvia! Yeni ismine alışmaya başladım, şimdilik burada açıklamayacağım bir ülkeden geliyor. Hakkında yerli yersiz hem olumlu hem de olumsuz önyargıların olduğu bir ülke. O ülke hakkında konuşurken “tutkulu” ve “kanı kaynayan” sıfatlarından “çabuk kızan” sıfatına geçiş çok küçük bir adımdır. Aşk cinayetlerini, kuzey bölgelerinden önce güney ve doğu bölgelerine mal ederiz. Ne de olsa bazı ülkelerde insanlar bizden daha çabuk sinirlenirler, bu sinir önce gecenin bir yarısı bağıran seslerdir ama sonra ay ışığında birdenbire ortaya çıkan bir bıçak parıltısına dönüşebilir. Yaşam standartları buradan daha düşüktür, zengin ile fakir arasındaki fark devasadır, hırsızlık bizde olduğundan daha hoş görülebilir ama hırsızlara aynı hoşgörü gösterilmez. Hırsızlar, mağdur onlar, hesaplaşmaya gelmeden önce polisin eline düştüklerinde kendilerini şanslı sayarlar.
Bulunduğum mevkiden dolayı önyargısız olmam gerekse de ben de tamamen öyle değilimama en azından doğru oynuyorum. Şehrimizdeki her kültürden insanla bir fincan çay (bazen bira ya da daha sert bir içki) içmişliğim, benim kültürümden olmayan müzikle tempo tutmuşluğum, ne olduğu belli olmayan bir et yemeğini ellerimle ağzıma götürmüşlüğüm vardır ama bunlar beni önyargısız biri yapmıyor. Ayrılmaz bir parçammış gibi önyargılarımı hep besledim. Daha doğrusunu söylemek gerekirse; bu önyargilarım olmasaydı daha farklı bir insan olurdum. Yabancı birine ilk önce, arazisine birinin girdiğini gören çiftçinin doğal kuşkusuyla bakıyorum. Yabancı, dostane bir amaçla mı geliyor yoksa üzerine köpeklerimi mi salmalıyım?
Ama şimdi öyle bir şey oldu ki, her şey yerinden oynadı. Karımla ilgili bir şey. Belki ona olan sevgimden çok, geldiği ülkeyle, doğduğu bölgeyle ilgili bir şey bumilli karakteri sözünü henüz ağzıma almamak için sözcüklerimi dikkatle seçip kültürel geçmişi diyorum. En azından şimdilik…
Bu konuda onu kişisel olarak ne kadar suçlayabileceğimi ve bunu ne ölçüde doğduğu ülkeye mal edebileceğimi kendi kendime
soruyorum.
Bu ikisini birbirinden ayrı tutabilir miyim, emin değilim, bunu başka bir zaman yapabilir miyim, ondan da emin değilim. Acaba Sylvia Hollandalı bir kadın olsaydı daha mı farklı davranırdım?
Bir önyargı bazen yumuşatıcı bir durum, bazense ağırlaştırıcı bir durum oluyor. İşte böyledir onlar, kanlarında var. Kanlarında ne olduğunu herkes kendine göre yorumlayabilir: hırsızlık, bıçak çekmek, yalan söylemek, kadına kötü davranmak, kendi geri kalmış köylerinden olmayan başka etnik grupları dövmek, hayvanlara zalimce oyunlar oynatmak, din ile ilgili sebeplerle kan dökmek, kendi bedenine bilerek zarar vermek, çok fazla altın diş, görücü usulüyle evlendirilmiş oğullar ve kızlar ama diğer yandan bizden çok daha lezzetli olan yemekler, geceler boyu süren eğlenceler, hayata bir kez geliriz, yarın belki ölmüş olabiliriz hissi, kulağa daha heyecanlı ve kalbe daha yakın gelen ama bir yandan da daha melankolik olan müzikler, arzularını tek bir kadına yöneltmiş ve bir daha ondan kopamayan adamlar, belli bir adamı, sadece onu isteyen kadınlar; bakışlarından anlarsınız, gözlerindeki ateşten— sadece seni, seni, seni istiyorum, bu gece bana gel, pencereyi açık bırakacağım—, eşlerini başkasıyla bastıklarında kaburgalarının arasına bıçak saplayan veya uyurken hayalarını kesen kadınlar.
–
Ve bu zaten böyle diye düşünüyorum ortamın sessizliğinde, önyargısız olmaya çalışan ama olamayan – eskiden beri olmayan ben. Peki ya birden o önyargılar senin aleyhine dönerse ne olur? O zaman nasıl davranırsın? Diğer halklara ve kültürlere anlayış gösterdiği için gurur duyan bir Hollandalı gibi mi? Ya da ötekinin geldiği ülkeye ve milli karakterine daha yakın bir şeyle mi yaklaşırsın?
Şimdiye dek hep onun yanında yattım. Her gece önyargılarımla birlikte aynı yatağı paylaştım. Peki ya bir sabah erken saatte uyanıp yanında olmadığını fark ettiğinde? Hava daha karanlık, perdelerin arasından, açılmamış yorgana sokak lambasının ince bir ışığı düşüyor. Tanrı aşkına, saat kaç? Çoktan gelmeliydi.
Kulak kabartıyorsun, koridorda çıplak ayak sesleri duyuyorsun ama yatak odasının kapısını çalan kişi kızın. “Annem nerede?” diye soruyor.
Doğruyu söyleyip “Bilmiyorum” diyorsun.
2
Olay, yeni yıl resepsiyonunda meydana geldi, 16 Ocak Perşembe. Resepsiyon neden bu kadar geç bir tarihte yapılmıştı? Bu soruyu ilk defa yeni atandığımda ve sonrasında da birkaç kez sormuştum. Yeni yıl resepsiyonları yapılıp bitmiş, artık bir yıllığına geride kalmış ve herkes sonunda rahatlayıp bir nefes almışken bu resepsiyon neden yılbaşından bu kadar sonra düzenleniyordu? Tam cevabı unuttum. Gelenekle ilgili bir şeydi. Belediye baş sekreterinin (daha doğrusu bir önceki baş sekreter. Yeni yıldaki ilk işlerimizden biri yerine uygun birini bulmak olmuştu) “Böyle gelmiş böyle gider” şeklindeki cevabını hayal meyal hatırlıyorum. Cevap verirken omuz silkmişti ama bakışlarında okuduğum başka bir şeydi. Yemekten önce neden beş dakika daha dışarıda oynayamadığını bilmek isteyen bir çocuğa hitap eder gibi “Olmaz da ondan”, diyordu o bakış.
Herkes oradaydı. “Üçgen” de. — Emniyet müdürü, başsavcı ve benden oluşan üç kişilik yönetime böyle diyorlar. O an sadece başsavcıyı görüyordum. Atıştırmalıkların olduğu büfenin yanında duruyordu, ağzına daha yeni bir avuç fıstık veya çerez atmıştı. Büfede küp küp peynirlerin durduğu sunum tahtaları ve kırmızı-beyaz-mavi küçük bayraklı kürdanların batırıldığı ringa balığı kanapelerinin bulunduğu kâseler vardı.
İlk bakışta görebildiğim kadarıyla bütün meclis üyeleri gibi, belediye encümenlerinin hepsi de oradaydı. Ayrıca iş hayatından temsilciler, sanat dünyasından insanlar, Ajax’ın başkanı vardı. Hiç şüphe yok ki Ajax başkanı er ya da geç ulusal lig şampiyonluğu kutlamaları hakkında konuşmaya başlayacaktı. Kastettiğim geçen seneki ulusal lig şampiyonluğu kutlamaları. Art arda üçüncü kez, Heineken Music Hall ve Deutsche Bank’ın gökdelen ofis binası arasında sıkışıp kalmış Amsterdam ArenA’nın yanında bir alanda yapılmıştı. Aslında orası tam bir girdap. ArenA Bulvarı havayı emiyor, gökdelen ve stadyum gerisini hallediyordu. Sakin günlerde bu alan mini tornadolar ve hortumlar için ideal bir oyun alanıdır. Kum, gazeteler, boş patates kızartması ve hamburger kutuları yukarı çekilirler. Rüzgârın canı sıkılıp onları biraz ileride yere fırlatana kadar havada dönerlersık sık da orada Media Markt, Decathlon ve Perry Sport mağazalarından alışveriş eden insanların kafasına düşerler.
Islıkla yuhalandım. Haklı olarak ıslıkla yuhalandım. Üçgenin diğer iki üyesinin gerekçelerini kolayca kabul ettiğim için geri dönülemez bir değerlendirme hatası yaptığımı fark ettim. Şehir. Şehir merkezi. Güvenlik riski. Ülke şampiyonluğunu daha yeni kazanmış bir takımın şampiyonluk kutlamasının yeri tabii ki şehir merkezidir. Leidseplein Meydanı’nda, Stadsschouwburg’un balkonunda oyuncular ve antrenör, tezahürat yapan seyircilerin önünde kupayı sırayla kaldırırlar ama bu şampiyonluk kutlamaları geçtiğimiz yıllarda her zamanki gibi yine taşkınlıklarla bitmişti. Otobüs ve tramvay duraklarının tekmelenip göçertilmiş tavanları, dükkânların vitrinine fırlatılan saksılar, yağmalama olayları. Sarhoş gruplar ve aydınlatma direklerine tırmanan uyuşturucu almış holiganlar. Sonra da bitiş olarak bir western filminde Kızılderililer tarafından kuşatılan kaleye gelen süvari alayı gibiatlı polisin hücumu. Ertesi gün gazetelerin emniyet müdürünün ağzından yazdıkları gibi, “Hayati tehlikesi” olan durumlar oluştu. Daha kötüsü de olabilirdi. Ağır yaralılar olabilirdi, belki bir ölü.
O yüzden girdaplı boş bir alan seçilmişti. Burada parçalanacak az şey var. Dikkat çeken vitrinlerin bulunduğu ArenA Bulvarı, Gezici Polis Birlikleri’nden birkaç ekiple rahatça kapatılabilir. Şehir merkezinin dar ve küçük sokaklarında bunu yapmak daha zordur. Yüksek binalar arasında yankılanan Bob Marley’nin “Three Little Birds” şarkısının sürükleyici ritimleriyle ortam, kırmızı meşaleler ve dumana rağmen çok mahzundu. Özellikle de akşam haberlerde bütün dünyanın göreceği o görüntülere tekrar baktığımda, şunu düşündüm: Ajax belki de artık yetmişli yıllarda ve doksanlı yılların yarısında Avrupa futboluna hükmeden süper güç değildi ama her zaman sadece ve sadece saygıyla bahsedilen efsane bir isim olacaktı. Ve şimdi bütün dünya Hollanda’nın en iyi takımının şampiyonluğunu zavallı bir park alanında kutladığını görecekti.
Karım, resmiyetle ilgili her şeyden nefret etmesine rağmen yılbaşı resepsiyonunda her zaman bana eşlik eder. Sylvia hiçbir zaman “birinin eşi” veya gölgedeki kadın olmak istemez, kendi hayatını sürdürmeyi tercih eder. Halka açık davetlerde bulunma-
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıHendek
- Sayfa Sayısı240
- YazarHerman Koch
- ISBN9789750853968
- Boyutlar, Kapak13,5 x 21 cm, Karton Kapak
- YayıneviYapı Kredi Yayınları / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Kan Gölü – Cep Boy ~ Tess Gerritsen
Kan Gölü – Cep Boy
Tess Gerritsen
Anne Rice vampirleri için neyse, Gerritsen de tıbbi gerilim romanları konusunda odur… Palmer’dan iyi, Cook’tan iyi… Evet, hatta Crichton’dan bile daha iyi… Stephen King...
- Ruh Avcısı ~ Caleb Carr
Ruh Avcısı
Caleb Carr
Türünün çağdaş klasikleri arasına girmiş, müthiş bir seri katil hikâyesi. Yer, New York. Yıllardan 1896. Soğuk bir Mart gecesi, New York Times muhabiri John Schuyler Moore, arkadaşı ve bir dönem Harvard'da aynı sınıfta okuduğu psikolog, ya da 'ruh avcısı" Dr. Laszlo Kreizier tarafından East River'a çağırılıyor.
- Hokus Pokus ~ Paul Kieve
Hokus Pokus
Paul Kieve
Sihrin altın çağında yaşamış yıldız sihirbazların, 21. yüzyılda yaşayan acemi bir sihirbazın evine yaptığı ziyaretler sizi hayretler içinde bırakacak! Önsözünü Harry Potter karakterini canlandıran...