Crystal yaralı bir kadındı. Aşkın acıdan başka bir şey getirmediğini uzun zaman önce öğrenmişti. Yaralı kalbini herkesten korumaya çalışıyor, özellikle de erkeklere asla güvenmiyordu. Çünkü bugüne dek tanıştığı herkes ya onu kullanmış ya da ondan bir şey almıştı.
Ta ki Gabriel Dalton hayatına girene kadar. Geçmişini saran o korkunç karanlığa rağmen Gabriel’ın içindeki iyiliği inkâr etmek mümkün değildi. Onun sessiz gücü Crystal’ın sert kabuğunu kırmış, o nazik sabrı bildiği her şeyi yeniden sorgulamasına neden olmuştu.
Belki de kırık bir kalbi tamir edebilecek tek şey aşktı.
GİRİŞ
Gitmek istemiyordum. “Lütfen, anneciğim, yarın gidebilir miyiz?” Annem sarı saçlarını geriye doğru atıp alnında ve dudağının üstünde biriken ter damlalarını silene kadar cevap vermedi. Yanakları yüksek ateşten kıpkırmızı parlıyor ve yeşil gözleri tıpkı yağmur sonrası apartmanımızın park yerinde oluşan su birikintileri gibi aynı anda hem ışıldıyor hem de donuk görünüyordu. “Gitmemiz gerekiyor, Ellie. Bugün kendimi yeterince iyi hissediyorum ama yarın iyi olur muyum bilemem.” Annem iyi hissediyormuş gibi görünmüyordu. Onu haftalardır hiç bu kadar kötü görmemiştim. Kapımızın önünde o kâğıt yığınını bulup ağladığı, sonra da üç gün yatak döşek yattığı günden bile daha beter hâldeydi. Bu kadar hasta durması beni korkutuyordu ve ne yapacağımı bilemiyordum. Bizim komşumuzken Bayan Hollyfield’ın kapısına vurur ve ondan yardım isterdim.
O da bir kâse tavuk suyuna çorba ya da bir kutu buzlu şeker getirir ve ben çizgi film izlerken annemle yatıştırıcı, alçak bir sesle konuşurdu. Bayan Hollyfield gittikten sonra kendimi hep daha iyi hissederdim ve annem de öyle görünürdü. Ama Bayan Hollyfield artık bizim binada yaşamıyordu. Başına kan pıhtısı dedikleri bir şey gelmiş ve onu beyaz bir sedyeyle alıp gitmişlerdi. 10 O olaydan sonra daha önce hiç görmediğim genç insanlar gelip onun yaşadığı apartman dairesini temizlediler. Onların cenaze masraflarını kimin ödeyeceğini tartıştıklarını duyduğumda, Bayan Hollyfield’ın öldüğünü anladım. Annem durmadan ağlıyor ve “Şimdi ben ne yapacağım? Ah, Tanrım şimdi ben ne yapacağım?” diye tekrar ediyordu. Ama ben ne kadar ağlamak istesem de ağlamadım. Çünkü bir keresinde annem doktorun muayenehanesindeyken Bayan Hollyfield bana öldüğümüzde tıpkı bir kuş gibi cennete uçtuğumuzu söylemişti. Bana cennetin altın taşlarla döşeli yolların ve dünyada bulunmayan renklerdeki çiçeklerin olduğu bir yer olduğunu anlatmıştı.
Hayal edebileceğimiz en muhteşem yermiş. Bu yüzden onun bana sarılışını, kahkahalarını, en sevdiğim kırmızı renkli lolipopu ve annemi gülümsetmesini özleyecek olsam da Bayan Hollyfield adına mutlu olmaya çalıştım. “Ayaklarını yerden kaldır, Ellie. Seni sürükleyemem ya.” Anneme yetişebilmek için adımlarımı sıklaştırdım. O kadar hızlı yürüyordu ki ona yetişebilmek için neredeyse koşmam gerekiyordu. “Babanın evine yaklaştık.” Zorla yutkundum. Başım dönmeye başlamıştı. Babamla tanışmak isteyip istemediğimi bilmiyordum ama onun neye benzediğini ve annemin izlediği pembe dizilerdeki aktörler gibi yakışıklı olup olmadığını merak ediyordum. Annem pembe dizilerdeki adamlardan oldukça hoşlanıyor gibiydi. Bu yüzden onun öyle birini seçeceğinden emindim. Hayalimde takım elbise giymiş, gür dalgalı saçları ve inci gibi dişleri olan bir adam canlandırıyordum. Özensiz kıyafetime rağmen beni güzel bulmasını umuyordum.
Ben daha doğmadan bizi terk etmiş olmasına rağmen benden hoşlanmasını umuyordum. Boyaları dökülen ve çarpık bir panjuru olan küçük bir evin önüne geldiğimizde annem durdu ve elimi sıktı. Dönüp önümde diz çökmeden evvel, “Lütfen Tanrım, bana güç ver. Başka bir seçeneğim yok, başka bir seçeneğim yok,” diye mırıldandı. “İşte geldik, bebeğim.” Gözleri yaşlarla dolmuştu, dudakları titriyor- 11 du. Bu hasta görüntüsü beni paniğe sürüklüyordu. Ama tatlı bir şekilde gülümsedi ve tam gözlerimin içine baktı. “Ellie, tatlım benim, seni sevdiğimi biliyorsun, değil mi?” “Evet, anneciğim.” Başını salladı. “Bu hayatta iyi şeyler yapmaya pek fırsatım olmadı, bebeğim. Ama yaptığım harika bir şey varsa o da sensin. Sen çok iyi ve akıllı bir kızsın, Ellie. Bunu sakın unutma, anlaştık mı? Ne olursa olsun bunu unutma.” “Tamam, anneciğim,” diye fısıldadım.
Şimdi daha fazla korkuyordum ve sebebini bilmiyordum. Annem ayağa kalktı ve eteği sökülmüş, eksik düğmeli hırkamı düzeltti. Ayakkabılarıma bakıp kaşlarını çattı ve sırtını düzleştirip elimden tutarak beni o çirkin, küçük eve yönlendirmeden evvel bakışları ayakkabımın burnundaki delikten fırlayan başparmağımda bir süre daha takılı kaldı. Annem kapıyı çaldı ve kapının diğer tarafından bir adamın bağırdığını duydum. Sesi sinirli geliyordu ve beni korkuttu. Anneme iyice sokuldum. Kolunu bana doladı ve beklemeye başladık. Annem çok sıcaktı ve bütün vücudu titriyordu. Bana yaslandı ve ikimiz birlikte devrileceğiz diye korktum. Bir doktora ihtiyacı olduğunu biliyordum ama durumu daha iyiye gitmemesine rağmen aylar önce doktora gitmeyi bırakmıştı. Doktorların sizi iyileştirmesi gerekmiyor muydu? Bir dakika kadar sonra kapı açıldı, dudaklarının arasında sigara sallanan uzun boylu bir adam karşımızda durdu. Annem derin bir nefes aldı. Adama bir bakış attım, o da annemle bana bakıyordu. “Evet?” Annem elini saçlarımda gezdirdi. “Merhaba Brad.” Adam sigarasından bir nefes çekerken sessizliğini korudu ve sonra gözleri şaşkınlıktan kocaman açılarak en nihayetinde, “Cynthia?” dedi.
Annemin gevşediğini hissettim ve kafamı kaldırıp ona baktım. Kiramızı geciktireceğimizde Bayan Gadero’yu ikna etmeye
çalıştığı zamanlardaki gibi yüzünde kocaman bir gülümseme
vardı. Brad’e yani babama yeniden baktım. Pembe dizilerdeki aktörler gibi uzun boyluydu ama tek ortak noktaları buydu. Saçları uzundu ve yağlanmış gibiydi, dişleriyse çarpık ve sararmıştı. Ama ikimizin gözleri de maviydi ve –annemin dediğine göre açık kumral– saç rengimiz de benziyordu. “Şuna bakın hele, başımıza taş yağacak. Burada ne işin var senin?” “İçeri girebilir miyiz?” Eve girdik. Mobilyalar annemle benim evimizdeki mobilyalardan daha iyi durumda değildi. Annemin derin bir nefes aldığını duydum. “Konuşabileceğimiz bir yer var mı?” Brad gözlerini kıstı ve konuşmadan evvel bakışları annemle benim aramda gelip gitti. “Tabii, yatak odasına gel,” dedi. “El, sen kanepede otur, tatlım.
Ben hemen dönerim,” dedi annem. Sonra hafifçe sendelediğini fark edip kendini hemen toparladı. Yanaklarındaki kırmızı lekeler şimdi daha da belirginleşmiş gibiydi. Oturdum ve önümde duran televizyona baktım. Bir futbol maçı açıktı fakat sesi kısılmıştı. Bu yüzden annemle babamın koridorun diğer ucundan gelen seslerini duyabiliyordum. “O senin, Brad.” “Senin derken ne demek istiyorsun? Bana kürtaj olduğunu söylemiştin.” “Şey, ben… olmadım. Onu istemediğini biliyordum ama bebeğimi aldıramadım.” Babamın küfrettiğini duydum, boğazıma bir yumru oturdu.
Babam beni istememiş miydi? Hem de başından beri. Şu âna dek annemin beni doğurduğunu bile bilmiyordu. Benim yaşadığımdan habersizdi. Annem bana böyle bir şey söylememişti ama kendi kendime hep babamın beni bırakıp gitmesi için iyi bir sebebi olduğunu düşünmüştüm. Ve hep görür görmez beni kollarına alacağını, her şeyin iyi olacağına dair teminat vererek benim gibi bir kızı olduğu için gurur duyduğunu söyleyeceğini umut etmiştim. Tıpkı anneciğimin bana her zaman söylediği gibi. Ve sonra babam annemi iyileştirmek için bir doktor bulacaktı.
“O çok iyi bir kız, Brad. Ne kadar güzel olduğunu görüyorsun. Ve çok da akıllı. Çok tatlı ve iyi huylu…” “Ne istiyorsun, Cynthia? Para mı? Hiç param yok. Sana verecek hiçbir şeyim yok.” “Para istemiyorum. Onu almanı istiyorum. Ben… ben ölüyorum, Brad.” Sesini alçalttığı için onu neredeyse duyamayacaktım. “Dördüncü evre kanserim. Çok az zamanım kaldı – haftalar, belki sadece günler. Yaşadığımız apartman dairesinden mahkeme kararıyla çıkarıldık. Bir komşumun Ellie’ye bakabileceğini düşünüyordum… ama o öldü ve benim başka kimsem yok. Ellie’nin bu dünyadaki tek yakını sensin artık.” Oda etrafımda dönüyordu. Yanağımdan bir damla yaş aşağı süzülürken kalbim sıkışmıştı. Hayır, anneciğim, hayır. Bunu duymak istemiyordum. Bunların gerçek olmasını istemiyordum. Ben annemin bir kuş gibi cennete uçmasını istemiyordum.
Onun burada benimle kalmasını istiyordum. Benimle. “Bunu duyduğuma üzüldüm ama onu almak mı? Kahretsin, onu yedi yıl önce de istemedim ve şimdi de istemiyorum.” Dişlerimi sıkıp tırnaklarımın kenarındaki deriyi yolmaya başladım. Kendimi annemin yiyecek vermeme asla izin vermediği sıska kedi gibi küçük ve aptal hissediyordum. “Lütfen, Brad, ben…” Sanki annem oturmuş gibi karışık sesler ve yatak gıcırtısı duydum. Ondan bir bardak su istedi ve babam odadan çıktığında sinirli görünüyordu. Bana kızgın bir bakış attı ve oturduğum koltuğa daha da gömüldüm. Evin arka tarafından bir kapının açılıp kapanma sesini duydum ama emin olamadım.
Sonra babam mutfak olduğunu tahmin ettiğim yerden elinde bir bardak suyla çıkıp yeniden koridor boyunca ilerledi. Küfrettiğini duydum. Annemin adını seslendi ve sonra alelacele oturma odasına gelip elindeki suyu duvara fırlatıp bardağı kırdı. Çığlık attım. Dizlerimi kendime çekerek bir top gibi kıvrıldım. “Şuna bak hele, ne hoş değil mi? O sürtük kalkıp gitmiş. Arka kapıdan kaçmış. Fahişe.”
Kalbim hızla çarparken gözlerimi kırpıştırdım. Anneciğim? Hayır, anneciğim, beni burada bırakma! Lütfen beni burada bırakma! Yerimden fırlayıp arka kapıyı bulduğum koridoru geçtikten sonra kapıyı savurarak açtım ve alelacele evin arkasındaki sokağa fırladım. Görünürde kimseler yoktu.
Annem gitmişti.
Bana veda bile etmemişti.
Bana veda bile etmemişti.
Beni burada bırakmıştı.
Dizlerimin üzerine çöktüm ve hıçkırıklara boğuldum.
Anneciğim, anneciğim, anneciğim.,
Brad beni yerden kaldırdı ve yanağımda patlayan tokadının acısı gözyaşlarımın ânında kesilmesine neden oldu. “Kes sesini, çocuk. Annen gitti.” Beni içeri sürükleyip kanepeye fırlattı. Gözlerimi sımsıkı kapadım. Uzun müddet ayaklarımın üzerine oturduğumda tenime batan minicik iğnelere benzeyen bir korku damarlarımda dolanıyordu. Gözlerimi açtığımda Brad dik dik bana bakıyordu. Suratındaki ifade beni daha da korkuttu.
Gırtlağından iğrenmiş gibi bir ses çıkardı ve sanki saatler geçmiş gibi gelen bir süre boyunca beni yalnız bıraktı. Gün geceye dönerken koltuğun üstünde dizlerimi göğsüme çekmiş, ileri geri usulca sallanarak bekledim. Anneciğim beni asla bu kadar uzun süre yalnız bırakmaz. Her zaman iyi bir kız oldum ve bana söyleneni yaptım ama o asla bu kadar uzun süre ortadan kaybolmaz. Buranın kokusunu sevmedim. Damlayan suyun sesini sevmedim. Tenimi kaşındıran bu koltuktan hiç hoşlanmadım. Korkuyorum. Anneciğim, lütfen geri gelip beni al. Brad nihayet geri geldiğinde ışığı açtı ve aniden odayı dolduran aydınlık gözlerimi kamaştırdı. Bu sefer öncekinden de öfkeli görünüyordu. Oturup bir sigara yaktı ve içine çekip dışarı üflediği duman gözlerimi sulandırdı. “Ben seninle ne yapacağım, çocuk? Ne bok yiyeceğim?” Boğazımdan kaçmaya çalışan hıçkırığımı bastırmak için bakışlarımı başka tarafa çevirdim.
Bayan Hollyfield bizi hayatta tutmak için kalbimizin sürekli atması gerektiğini söylemişti. Bayan Hollyfield demişti ki; eğer kalbimiz atmayı bırakırsa cennete gider ve artık acıyı hissetmezmişiz. Bayan Hollyfield’ın kalbi artık atmıyordu. Anneciğimin kalbi de yakında duracaktı. Benim kalbimse sanki göğsümde paramparça olmuş gibi gelse de hâlâ atıyordu. Artık canımın yanmasını istemiyordum. Kalbimin artık atmayı bırakmasını ve böylece Bayan Hollyfield’ın yanına cennete uçabilmeyi istiyordum. Ve annemin.
Kalbime durmasını söyledim.
Kalbime artık acımamasını söyledim.
Kalbime bir daha acı çekmesine izin vermeyeceğimi söyledim.
Asla.
1
Benimle gel, ben sana yardım edeceğim.
Görünüşe bakılırsa bir arkadaşa ihtiyacın var.
Racer, Serçelerin Şövalyesi
Crystal – Günümüz
Buraya ait değildi. Onu görür görmez neden bunu düşündüğümden emin değildim. Ama düşünmüştüm. Sorun görünüşü değildi – daha önce de yakışıklı, temiz giyimli, eli yüzü düzgün çocuklar görmüştüm. Hepsi de birkaç damla alkol alınca ya da havada gezinen kokusunu içlerine çekince tıpkı diğer ahmak sarhoşlar gibi paralarını ve sahip oldukları ahlaki değerleri bırakmaya hazır olurlardı. Ve buraya ait olmadığını düşünmem korktuğundan da değildi. Bunu daha öncede görmüştüm – gözleri etrafta dolanır, gergin ve heyecanlı görünürdü. Ama hayır, bu adam gerilerde bir masada tek başına oturuyor, Miller Lite içiyor ve korkmuş değil, sadece meraklı görünüyordu. Başını yavaşça çevirip odayı taradı. Ben de nereye baktığını merak ederek bakışlarını takip etmekten kendimi alamadım. Bu merakım aklımı karıştırdı ve beni rahatsız etti. Buraya gelen adamları merak etmek çok benlik bir şey değildi ve buna bir açıklama getiremiyordum. Gözlerimi kapadım ve yüksek sesli müzik kafamın içini doldururken bu düşüncelerden uzaklaştım. Gösterim bittiğinde alkış sesleri yükseldi, yüzüme bir gülümseme yerleştirdim.
Anthony hiç kimsenin sınırı aşmadığından emin olmak için kalabalığın arkasından çıkıp geldi ve aşanlarıysa onlar itiraz ederken benden uzaklaştırdı. Beş dakika sonra gitmek için döndüğümde gözlerim hâlâ aynı masada oturan ve beni seyreden arka taraftaki adamın bakışlarıyla buluştu. Omurgamı dikleştirdim. Yüzündeki bir şey aklımı kurcalıyordu. Onu daha önce görmediğimi biliyordum. Ya da görmüş müydüm? Dikkatimi çekmesinin sebebi bu muydu? Kulise geçtiğimde nakit parayı iç çamaşırımdan çıkardım ve kalın bir tomar hâline getirene kadar hepsini düzelttim. “İyi iş çıkardın, tatlım,” dedi Cherry. Sahneye giderken bana doğru yaklaştı. “Teşekkürler,” dedim yanımdan geçerken nazikçe kolunu sıkıp gülümseyerek. Koridordaki dolabımın kilidini açtım ve iki kızla daha paylaştığım soyunma odasına geçmeden önce parayı cüzdanıma tıkıştırdım. Bu akşam çalışmıyorlardı. Bu yüzden her zaman aşırı kalabalık olan bu oda bir kereliğine de olsa bana aitti.
Üzerinde küçük kutular, tüpler, kompakt makyaj malzemeleri, krem kavanozları, losyon ve parfüm şişeleri bulunan küçük makyaj masasının önündeki sandalyeye oturdum. Odanın sessizliğinde az önce beni dans ederken seyreden kalabalık erkek topluluğunun ulumaları, bağırtıları ve bana ne yapmak istediklerini detaylıca anlatan sözleri kafamın içini dolduruyordu. Hâlâ o erkeksi bağırtıların ve uzanan ellerin üzerine doğru eğildiğimde duyduğum bira kokan nefeslerin, ağır kolonyanın ve vücutlarının kokusunu alabiliyordum. Masanın üzerinde duran her şeyi kolumun tersiyle ittiğimi, yere çarpıp kırıldıklarını ve birbirlerine karışıp pudramsı bir doku, koku ve renk oluşturduklarını hayal ettim bir anlığına. Başımı iki yana sallayıp aynadaki aksime baktım ve aniden elime bir havlu alıp yüzümdeki makyajı bozma isteğime engel oldum. Tanrım, benim neyim vardı? Boğazıma bir yumru gelip oturdu ve o kadar hızlı ayağa kalktım ki az önce oturduğum sandalye geri doğru devrilip yere çarptı.
“Crystal?” Anthony’nin sesini duyunca döndüm ve yüzümde her ne gördüyse alnının kırışmasına neden oldu. “Sen iyi misin, tatlım?” Başımı sarsak hareketlerle aşağı yukarı salladım. “Evet, evet, ben iyiyim. Sadece susadım.” Su soğutucusuna doğru yürüdüm, karton bir bardak aldım ve tekrar Anthony’ye dönmeden evvel çabucak doldurup içtim. “Ne oldu?” “İki tane özel dans isteğin var.” Karton bardağı yeniden doldurup bir yudum su içtim. “Tamam.” “Biraz ekstra paradan kimseye zarar gelmez, değil mi?” Dudağının bir köşesi yukarı doğru kıvrılmıştı. “Asla gelmez,” diye mırıldandım.
Anthony yerinden kımıldamadı, dudakları yeniden ince bir çizgi hâlini alırken ciddiyetle beni inceliyordu. “Onlara senin hastalandığını söyleyebilirim.” Öyleyim. Hastayım. Bu şey beni hasta ediyor. Bu hayattan usandım. Beynimi meşgul eden negatif düşüncelerden kurtulmaya çalışarak başımı salladım. “Hayır, bana bir dakika müsaade et, hemen geliyorum.” Anthony başını eğdi ve kapıyı arkasından kapattı. Derin bir nefes alıp makyaj masaya giderek eğildim ve makyajımın bozulan yerlerini parmağımla düzelttim. Sonra dimdik durdum ve aynadaki yansımama sırıttım. “Gösteri vakti,” diye mırıldandım. Arkamı döndüm, kapıdan çıktım ve koridoru geçip kıvırcık sarı saçları ve uzun bir yüzü olan cılız adamın beni beklediği yere gittim. Ben ona doğru yaklaşırken yerinden sıçradı ve boğazındaki âdemelması aşağı yukarı hareket ederken oturduğu yerde iyice dikleşti. Benimse midemdeki safra boğazıma yükseldi. Ona ihtiraslı bir gülümseme gönderdim. “Selam şekerim. Benim için hazır mısın?”
Son dansımı yaptığımda kapanış saati iyice yaklaşmıştı. Yeniden soyunma odasına döndüm ve boynumu iki yana çevirerek gevşetirken hem bitkinlikten hem de rahatlamayla iç geçirdim. Biz kızlar sahnede ya da kapalı kapılar ardında dans etmediğimiz zamanlarda içki servisi yapıyorduk. Müdürümüz Rodney, ortalarda içki servis etmek için masaların üzerine eğilmemizden ve yanlarından geçtiğimiz adamları heyecanlandırıp daha fazla para harcamaya teşvik etmemizden hoşlanırdı. Böyle çirkin bir grupla uğraşmak ve onların bakışları altında soyunmak gerçekten mide bulandırıcı ve bıktırıcıydı. Ama aynı zamanda da sahneye çıktığımda bana karşı daha cömert davranmalarına neden olduğu için yapmam gereken şeyi yapıyordum. Yerinde bir göz kırpış masanın etrafındaki ahmakların her birine bir sonraki dansın onun için olduğunu düşündürüyordu. Üzerime çabucak kısa, beyaz bir şort, siyah beyaz çizgileri olan boyundan bağlamalı bir bluz ve kırmızı topuklu ayakkabılardan oluşan üniformamı giydim ve son birkaç tur içkiyi dağıtmak için bara gitmek üzere kapıyı açtım. Korkarak irkildim. Kapının hemen karşısındaki duvara yaslanmış adam da irkildi. Neler oluyor? Anthony nerelerdeydi? Gözlerim çabucak boş koridordan aşağı kaydı, görünürlerde Anthony falan yoktu. Adam –bu, daha önce dikkatimi çeken adamın ta kendisiydi– bir anlığına ne yapacağından emin değilmiş gibi görünerek olduğu yerde dikleşti ve elini kumral saçlarının arasından geçirdi. “Burada olmaman gerekiyor,” dedim, kollarımı göğsümün üzerinde kenetleyerek. Daha önce muhtemelen alık alık baktığı şeyi neden örtme ihtiyacı duydum, ben de bilmiyordum. “Üzgünüm.
Protokol ne tam olarak emin değildim.” Tek kaşımı kaldırdım. “Protokol mü?” Hafifçe başını salladı. “Şeyden, ah, seninle görüşmek için gerekli prosedürün ne olduğundan.” Başımı yana yatırdım. Pekâlâ, bu adam muhtemelen delinin tekiydi. “Prosedür şöyle, öncelikle Anthony’yle görüşüyorsun. İri siyahi adam var ya hani? Kaba görünüşlü? Eğer kızlarından 20 birine dokunacak olurlarsa adamları ortadan ikiye ayıran kişi.” Gözlerim yeniden koridoru taradı. “Ah. Evet, o dışarıda bir kavgayı ayırıyor.” Yeniden ona baktım. “Hı hı… Ve sen de harekete mi geçtin?” Herhangi bir şeye kalkışırsa diye kendimi koruyabilmek için odaya doğru bir adım geriledim. Gözlerini kırpıştırdı ve ceketinin cebine uzanmadan evvel bir an duraksadı. Elini cebinden çıkarıp bana doğru bir şey fırlattığında içgüdüsel olarak uzanıp onu yakaladım.
Bu bir dizi anahtardı. Şaşkınlıkla ona bakarak kaşlarımı çattım. “Eğer seni tedirgin edecek bir şey yapacak olursam bunlarla gözümü oyabilirsin.” “Gözünü mü oyabilirim? Bunu yapmamayı tercih ederim.” “Buna gerek kalmayacak. Amacım zarar vermek değil.” Sanki incinmiş gibi elini sallayan Anthony koridorun aşağısında göründü. “Hey, sen, burada olmaman gerekiyordu.” Ah, Tanrı’ya şükürler olsun. “Biliyorum. Üzgünüm. Kuralları bilmiyordum.” “Bu konuda bilgisiz olman bahane sayılmaz, adamım. Bir daha işletmemizden hizmet alamayacaksın. Sen iyi misin, Crys?” Başımla onayladım. “Sadece on dakikaya ihtiyacım var,” dedi adam hızlıca, ellerini havaya kaldırarak. Ben zararsızım demeye mi çalışıyor yoksa parmaklarıyla istediği on dakikayı mı işaret ediyor emin değildim. “Üzgünüm ama bu akşamki kucak dansı limitimi doldurdum, şekerim.” “Kucak dansı istemiyorum. Sadece konuşmak istiyorum.” Ah, şunlardan biriydi.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Genç Yetişkin
- Kitap AdıHer Şeyden Önce Sen
- Sayfa Sayısı328
- Yazar Mia Sheridan
- ISBN9786258387780
- Boyutlar, Kapak13,5x21 cm, Karton Kapak
- YayıneviYabancı Yayınevi / 2021
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Kim Bu ~ Joan Kim Erkan
Kim Bu
Joan Kim Erkan
Türkiye’de pek de sıradan olmayan bir yaşam… Türkçe ve İngilizce baskıları eşzamanlı yayımlanan Kim Bu / Lady Who, 1959’da henüz yirmi iki yaşındayken Galler’den ayrılıp, önce İstanbul’a...
- Ay Bizimken ~ Anna-Marie McLemore
Ay Bizimken
Anna-Marie McLemore
Kasabalıların Bal ve Ay lakabını taktıkları Miel ile Sam, tüm tuhaflıklarıyla birbirlerine kenetlenmişlerdi. Miel’in bileğinde güller büyüyordu ve dedikodulara göre, beş yaşındayken kasabanın eski...
- Küçük Özgür Adamlar ~ Terry Pratchett
Küçük Özgür Adamlar
Terry Pratchett
“Yapabilenler, yapamayanlar için yapmalıdır. Sesleri olmayanlar için, biri sesini yükseltmelidir.” Kolay kolay unutamayacağınız bir ders öğrenmeye hazır mısınız?.. Yakın geçmişte, sonsuzluğun büyülü evrenine uğurladığımız...