Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Her Kalp Kendi Şarkısını Söyler – Ve Yalnızca Diğer Yarımız O Sesi Duyar
Her Kalp Kendi Şarkısını Söyler – Ve Yalnızca Diğer Yarımız O Sesi Duyar

Her Kalp Kendi Şarkısını Söyler – Ve Yalnızca Diğer Yarımız O Sesi Duyar

Jan-Philipp Sendker

Başarılı ve ünlü bir avukat olan babası tam da Julia’nın fakülteden mezun olduğu günün ertesi sabahı ardında hiçbir iz bırakmadan ortadan kaybolur. Birkaç yıl…

Başarılı ve ünlü bir avukat olan babası tam da Julia’nın fakülteden mezun olduğu günün ertesi sabahı ardında hiçbir iz bırakmadan ortadan kaybolur. Birkaç yıl sonra ise annesi şans eseri bulmacanın bir parçasını bulacaktır – Mi Mi adlı gizemli bir kadına 40 yıl önce yazılmış ama gönderilmemiş bir mektup.

Babasının geçmişindeki gizemi çözme isteğiyle Julia kariyerini ve önünde onu bekleyen hayatı bir kenara koyar ve Mi Mi’nin bir zamanlar yaşamış olduğu yere gider. Yolculuğu onu doğunun esrarengiz bir bölgesine, küçük bir dağ kasabasına götürür. Orada babasını tanıyan ve kendisi hakkında da inanılmaz şekilde bilgi sahibi olan bir adamla karşılaşır. Merakına teslim olarak onunla her öğleden sonrası buluşup ondan babasının gençliği hakkında şaşırtıcı hikayeler dinler – çocukken kör olmuş, manastırda yetiştirilmiş ve hepsinden öte oralı bir kıza delice bir tutku beslemiştir.

Amerika, Almanya, İtalya, İspanya, Hollanda, Japonya, Sırbistan, İsrail ve Hırvatistan’da sadece, okuyanların birbirlerine tavsiyesiyle yüz binlerce sattı, en çok konuşulan kitaplardan biri oldu.

***

1

İlk dikkatimi çeken, yaşlı adamın gözleri oldu. Çökmüş haldeydi ve bakışlarım benden alamıyordu sanki. Gerçi neredeyse çayevindeki herkes hiç utanmadan gözlerini bana dikmişti, ama en arsızı onunkilerdi. Sanki daha önce hiç görmediği egzotik bir yaratıktım.

Onu önemsemeyip, çayevine göz gezdirdim. Doğrudan kuru, tozlu toprak zemine konmuş birkaç masayla sandalyenin üstüne kondurulmuş ahşap bir barakadan ibaretti. Dip duvarında, üstüne düzinelerce sineğin konduğu hamur işleri ve pirinç çöreklerin sergilendiği bir camekan vardı. Camekanın yanındaki bir gaz ocağında, kurumlu bir çaydanlıkta çay kaynıyordu. Bir köşeye, tahta kasalar içinde turuncu gazozlar istiflenmişti. Bu kadar berbat bir mezbele görmemiştim. Hava cayır cayır yakıyordu. Şakaklarımdan ve boynumdan ter akıyordu. Kotum bacaklarıma yapışmıştı. Ben oturmuş kafamı toplamaya çalışırken, yaşlı adam aniden kalkıp yanıma geldi.

“Böyle aniden lafa girdiğim için senden binlerce özür dilerim, küçükhanım,” dedi masama otururken. “Biliyorum kibarlığa sığmıyor, hele de daha önce müşerref olmadığımız, daha doğrusu senin beni, simaen dahi olsa tanımadığın düşünülecek olursa. Adım U Ba. Küstahlık diyebilirsin buna ama hakkında önceden pek çok şey işittim. Yabancı bir memlekette, yabancı bir şehirde çayevinin birinde, yabancı bir adamın sana yanaşmasını pek tuhaf buluyor olmalısın. Durumunu çok iyi anlıyorum. Ancak sana bir soru sorma arzusundayım, daha doğrusu buna mecburum. Bu fırsatı o kadar çok bekledim ki, sen karşımdayken elim kolum bağlı oturamam.

“Seni tam dört yıl bekledim. Öğleden sonraları, otobüsün şehrimizde yolunu kaybeden birkaç turisti bıraktığı yerde, bir o yana bir bu yana dolandığım çok zaman oldu. Başkentten bir uçağın geldiği o nadir günlerde, zorlanarak da olsa, o küçük havaalanına kadar yürüdüm ama nafileymiş.

“Beni çok beklettin.

“Niyetim seni azarlamak değil elbet. Lütfen beni yanlış anlama. Fakat ben ihtiyar bir adamım. Daha kaç sene ömrüm kaldığını bilemiyorum. Bizim memlekette insanlar çabuk yaşlanırlar ve erken ölürler. Ben de yolun sonuna yaklaşıyorum. Ancak henüz anlatmadığım bir hikayem var; sana anlatmam gereken bir hikaye.

“Gülümsedin. Aklımı yitirdiğimi mi düşündün yoksa? Birazcık deli veya epey tuhaf olduğumu. Hakkın var tabii. Ancak n’olur, benden kaçma. Dış görünüşümün seni yanıltmasına izin verme.

“Sabrını sınamakta olduğumu gözlerinden anlayabiliyorum. Lütfen beni hoşgör. Seni bekleyen kimse yok, değil mi? Tahmin etmiş olduğum gibi yalnız geldin. Yalnızca birkaç dakika ayır bana. Birazcık daha otur benimle, Julia.

“Çok mu şaşkınsın? Güzel kahverengi gözlerin daha da irileşti. Bana ilk defa, anlamak istermiş gibi bakıyorsun. Sarsılmış olmalısın. Buraya ilk defa geldiğin ve benimle daha evvel tanışmadığın halde admı nasıl bilebildiğimi merak ediyorsun. Herhalde ceketinde, küçük sırt çantanda takılı bir etiketten falan okuduğumu düşünüyorsun. Hayır, okumadım. Adını bildiğim gibi, doğum gününü ve saatini de biliyorum. Babasının masallarını dinlemeyi her şeyden çok seven küçük Jule’u çok iyi tanıyorum. Hatta en sevdiği masalı hemen buracıkta anlatabilirim: ‘Prens, Prenses ve Krokodilin Öyküsü’.

“Julia Win. 28 Ağustos 1968, New York City’de doğdu. Annesi Amerikalı. Babası Burmalı. Soyadın benim öykümün de bir parçası. Doğduğumdan beri hayatımda yeri oldu. Geçtiğimiz dört yıl boyunca seni düşünmediğim bir gün bile geçmedi. Yeri geldikçe her şeyi açıklayacağım, ama önce bir soru sormalıyım: Sevgiye inanır mısın?

“Gülüyorsun. Ne kadar da güzelsin! Fakat ben ciddiyim. Sevgiye inanır mısın, Julia?

“Elbette sevgi derken; bizi sonradan pişmanlık duyacağımız şeyler söylemeye ve yapmaya iten, seçtiğimiz o kişi olmadan nefes alamayacağımızı düşündüren ve o kişiyi kaybetme fikriyle bile sarsılmamıza neden olan, sahip olunamayacak bir şeye sahip olmak ve elde tutulamayacak bir şeyi elde tutmak istediğimiz için bizi zenginleştireceğine fakirleştiren o şiddetli tutku patlamalarından söz etmiyorum.

“Benim bahsettiğim; kör gözleri açan, korkuya bile baskın çıkan, hayata mana katan, doğanın yıkım kanunlarına kafa tutan, serpilmemizi sağlayan, sınır tanımayan sevgi. İnsan ruhunun bencilliğe ve ölüme üstün gelmesinden bahsediyorum.

“Başını sallıyorsun. Belli ki böyle şeylere inanmıyorsun. Neden bahsettiğimi bile bilmiyorsun. Şaşırmadım. Biraz beklemelisin. Son dört yıldır yüreğimde sakladığım bu hikayeyi anlatınca ne demek istediğimi anlayacaksın. Vakit geç oldu. Yolculuğun uzun ve yorucu geçmiş olmalı. Arzu edersen, yarın yine aynı saatte, bu çayevinde, bu masada buluşabiliriz. Bu arada, babanla tanıştığımız yer de burası. Hatta o da tam olarak senin oturduğun taburede oturup hikayesini anlatmaya başlamıştı. Ben de tam burada oturuyordum ve hayretler içerisinde ancak itiraf etmeliyim ki pek de inanmayarak hatta kafam karışmış bir şekilde dinledim. Daha önce hiç kimsenin öyle hikaye anlatabildiğine şahit olmamıştım. Sözcükler kanatlanır mı? Havada kelebek gibi süzülebilirler mi? Bizi kollarına alıp, başka bir dünyaya götürebilirler mi? Ruhlarımızın en derinlerindeki gizli kapılan açabilirler mi? Sırf kelimeler bunu başarabilir mi bilemiyorum, Julia, fakat babanda; insanın hayatında belki bir kez duyabileceği bir ses vardı.

“Sesi alçaktı ama, bu çayevinde duyup da sırf tınısından gözleri nemlenmeyen olmadı. Cümlelerinden bir hikaye doğmuş ve o hikayeden çıkan hayat, tüm gücüyle büyüsünü ortaya sermişti. O gün dinlediklerimden sonra, artık ben de baban kadar inançlı oldum.

“Ben dindar bir adam değilim, U Ba, demişti bana. İnandığım tek bir güç varsa, o da sevgidir.

U Ba ayağa kalktı. Açık avuçlarını göğsünde birleştirerek azıcık eğildi ve ufak, hafif adımlarla çayevinden çıktı.

Sokağın hengamesine karışıp kaybolana kadar gidişini seyrettim.

Hayır, diye seslenmek istedim. Sevgiye inanır mıymışım? Ne biçim soruydu bu? Sanki sevmek insanın inanıp inanmamayı seçebileceği bir dindi. Hayır, demek istedim yaşlı adama, korkudan daha güçlü bir şey yoktur. Ölüme galip gelinmez. Hayır.

Alçak taburemde kambur vaziyette otururken, sesini hâlâ duyabiliyordum sanki. Dingin ve melodikti, babamınkine benziyordu.

Benimle azıcık daha otur, Julia, Julia, Julia…

Sevgiye inanır mısın, inanır mısın…

Babanın sözleri, babanın…

.

Başım ağrıyordu; çok yorgundum. Sonu gelmeyen, uyku bırakmayan bir kabustan uyanmış gibiydim. Her yerimde sinekler uçuşuyor; saçıma, alnıma, ellerime konuyordu. Onları kovalayacak gücüm yoktu. Önümde üç tane kupkuru hamur tatlısı vardı. Masa, yapış yapış kahverengi şekerle kaplıydı.

Çayımı içmeye çalıştım. Soğumuştu, elim de titriyordu. O yabancı adamı neden o kadar dinlemiştim ki? Susmasını isteyebilir, kalkıp gidebilirdim. Ama bir şey beni durdurmuştu. Tam sırtımı dönecekken; Julia, Julia Win, demişti. Adımın söylenmesinin beni bu kadar ürküteceğini hayal bile edemezdim. Nereden biliyordu? Gerçekten babamı tanıyor muydu? En son ne zaman görmüştü? Babamın hâlâ hayatta olup olmadığını, nerede saklandığını biliyor olabilir miydi?

2

Garson hesabı almak istemedi.

Eğilerek, “U Ba’nın arkadaşları misafirimizdir,” dedi. Yine de, pantolon cebimden 1 kyatlık bir banknot çıkardım. Yıpranmış, leş gibi olmuştu. Tiksintiyle tabağın altına sıkıştırdım. Garson masayı topladı ama parayı almadı. Gösterdim. Gülümsedi.

Çok mu azdı? Çok mu kirlenmişti? Masaya daha büyük, daha temiz bir banknot koydum. Eğildi, yine gülümsedi ve onu da dokunmadan bıraktı.

.

Dışarısı daha da sıcaktı. Felce uğramış gibiydim. Çayevinin önünde kalakaldım, bir adım bile atamıyordum. Güneş derimi kavuruyor, yoğun ışıklan gözümü alıyordu. Şapkamı takıp siperliğini yüzüme iyice indirdim.

Sokak insan doluydu, ama tuhaf bir şekilde sessizdi. Neredeyse hiç motorlu taşıt yoktu. İnsanlar ya yürüyor, ya da bisiklete biniyordu. Bir kavşakta üç at arabası, bir de kağnı durmuştu. Yoldaki birkaç otomobil de kaportaları ezilip paslanmış; arkalan genç adamlann can havliyle yapıştığı hasır sepetler ve çuvallarla tıka basa dolu, Japon yapımı eski kamyonetlerdi.

Sokağın iki yanında alçak tavanlı, tek katlı, oluklu sac çatılı, ahşaptan dükkanlar vardı. Pirinçten fıstığa, undan şampuana, Coca Cola’dan biraya kadar her şey satılıyordu. Belirli bir düzenleri yoktu – en azından ben görememiştim.

Her iki dükkandan biri; alçak tahta taburelere oturmuş müşterilerle dolu bir çayeviydi. Adamlar başlanna kırmızı ve yeşil havlular sarmış, pantolon yerine anvelop eteğe benzer bir şeyler giyiyordu.

Yanaklanna, alınlanna ve burunlarına san bir macun sürmüş olan iki kadın tam önümde uzun, koyu yeşil renkte küçük purolardan içiyorlardı. İkisi de ince uzundu, ama cılız görünmüyorlardı. Babamda da hep hayran olduğum o hafif, zarif hareketlerle ilerliyorlardı.

Bir de bana apaçık bakışlan, gözlerini gözlerime dikip gülümseyişleri. Neden öyle gülümsediklerine anlam veremiyordum. Küçücük bir gülüş ne kadar da tehditkar görünebiliyor.

Başlanyla selam verenler de vardı. Ne yani, beni tanıyorlar mıydı? Hepsi de U Ba gibi gelişimi mi bekliyordu? Onlara bakmamaya çalışıyordum. Gözlerimi uzaklarda hayali bir noktaya dikerek, ana caddede elimden geldiğince çabuk ilerledim.

New York’u, şehrin uğultusunu ve trafiğini, birbirleriyle ilgilenmeyen yayaların yaklaşma cesareti vermeyen yüzlerini özlemiştim. Nasıl hareket edeceğimi, nasıl davranacağımı bildiğim yere dönmek istiyordum.

Yol, elli metre kadar sonra ikiye ayrılıyordu. Otelimin nerede olduğunu unutmuştum. Tek görebildiğim; gizledikleri kulübelerden bile daha uzun görünen begonvillerdi. Kavrulmuş tarlalar, tozlu kaldırımlar, yollarda içine basket topu sığacak kadar büyük çukurlar. Her baktığım, yabancı ve uğursuz görünüyordu.

Biri “Bayan Win, Bayan Win,” diye seslendi.

Arkama dönmeye cesaret edemeyerek, omzumun üstünden geriye baktım. Oteldeki komiye benzeyen genç bir adam duruyordu orada. Ya da Rangoon havaalanındaki hamala. Ya da taksiciye. Ya da belki çayevinin garsonuna.

“Bir şey mi aramıştınız, Bayan Win? Size yardım edebilir miyim?”

Bu yabancıya bel bağlamak istemeyip “Hayır, teşekkürler,” diye reddettim. Ama, o sabah giriş yaptığım otel odası bile olsa saklanabileceğim bir yer her şeyden daha cazip göründüğü için, “Evet… otelimi arıyorum,” dedim.

“Yokuşun sonunda, sağda. Beş dakika bile sürmez,” diye açıkladı.

“Teşekkür ederim.”

“Umarım şehrimizi beğenirsiniz. Kalaw’a hoş geldiniz,” dedi gülümseyerek. Ben dönerken o hâlâ arkamda duruyordu.

.

Otele gittiğimde, gülümseyen resepsiyonistin yanından sessizce, çabucak geçtim; devasa ahşap merdivenleri tırmanarak ikinci kata çıktım ve kendimi yatağıma attım.

New York’tan Rangoon’a gelmek, yetmiş iki saatten fazla sürmüştü. Sonra tüm geceyi ve ertesi günün yarısını; kötü

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Roman (Yabancı)
  • Kitap AdıHer Kalp Kendi Şarkısını Söyler - Ve Yalnızca Diğer Yarımız O Sesi Duyar
  • Sayfa Sayısı320
  • YazarJan-Philipp Sendker
  • ÇevirmenEliz Özkaya
  • ISBN9786054629299
  • Boyutlar, Kapak13,5x21, Karton Kapak
  • YayıneviKoridor Yayıncılık / 2013

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Kalp Yalnızca İçeriden Açılan Bir Kapıdır ~ Jan-Philipp SendkerKalp Yalnızca İçeriden Açılan Bir Kapıdır

    Kalp Yalnızca İçeriden Açılan Bir Kapıdır

    Jan-Philipp Sendker

    Manhattan’da tıpkı kaybettiği babası gibi başarılı bir avukat olan Julia on yıl sonra kardeşi U Ba’dan bir mektup alır. Dünyanın öteki ucunda onu babasının...

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Tavşan ~ Mona AwadTavşan

    Tavşan

    Mona Awad

    “Biz, sadece gece vakti güzel şeyler yapan masum kızlardık. Neredeyse ölüyorduk. Ölüyorduk, değil mi?” Samantha Heather Mackey, New England’daki Warren Üniversitesi’nin seçkin yüksek lisans...

  2. Antoine Bloyé ~ Paul NizanAntoine Bloyé

    Antoine Bloyé

    Paul Nizan

    Çağdaş Fransız edebiyatının temel taşlarından Paul Nizan’ın demiryolu işçisi babasından esinlenerek kaleme aldığı Antoine Bloyé, kişinin kendi sınıfına ihanetinin romanıdır. Nizan işçi sınıfından burjuva...

  3. Majestelerin Ejderhası ~ Naomi NovikMajestelerin Ejderhası

    Majestelerin Ejderhası

    Naomi Novik

    FANTASTİKTE YENİ BİR SOLUK VE SIRADIŞI BİR DÜNYA Tarih ve fantastik kurgunun iç içe geçtiği, zekice kurgulanmış, sürükleyici ve nefes kesici bir roma ‘‘Temeraire,...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur