ENGEL TANIMAYAN BİR TUTKU, ATEŞLİ BİR AŞK…
Büyüleyici, lezzetli ve enfes. Karen Hawkins Teslim olun ve tadını çıkarın. Stephanie Laurens En sevdiğim yazarlardan bir tanesi. Julia Quinn
Suzanne Enochun kitaplarını okumak her zaman büyük heyecanla beklenen bir zevk. Christina Dodd Phineas Bromley,
Ömrünün on yılına mal olan gönüllü sürgününün ardından eve döndüğünde tepetaklak oluverir. Balo salonlarının tozunu yutacağı yaşlarda savaş meydanında at koşturmuş bir asker olarak sivil hayata uyum sağlaması hiç de kolay olmaz. Ne var ki, küçücük bir sır, zamanlaması son derece münasebetsiz görünen bu buluşmayı hayat memat meselesine çevirecektir. Birilerinin baba yadigârı topraklarına göz diktiğini keşfeden Phineas, düşmanlarını ortaya çıkarmak için bir çare bulmak zorundadır. Amacına ulaşmak için hayatını tehlikeye atacak olsa da, seçeceği hiçbir yol, eski dostu Alysee duyduğu aşk kadar canını acıtmayacaktır.
***
“Neyin peşindeyim, bilmiyorum. Fakat ne istediğimi biliyorum.”
Genç kadının elini tutup dudaklarına götürerek parmaklarına narin bir öpücük kondurdu.
“Phin, yapma…”
Genç kadını kendine doğru çekti. Dudağının sağ köşesine belli belirsiz bir öpücük kondurdu. Sonra da sol köşesine… Genç kadının kalbi duracakken nazikçe çenesine dokunup başını kaldırdı ve onu öptü.
İçinin ılık bir heyecanla ürperdiğini hissetti genç kadın. Düşlerinde bu dokunuşlara tereddüt etmeden teslim olmak kolaydı…
Göğsüne dokunup onu itti. Yanağım nazikçe okşayarak, “Ne oldu?” diye sordu genç adam.
Aman Tanrım…
“Eski bir arkadaşlığa gereğinden fazla anlam yüklüyorsunuz, beyefendi,” dedi Alyse. Olabildiğince mağrur görünmeye çalışıyordu.
birinci bölüm
Yarbay Phineas Bromley, her şeyin güllük gülistanlık olmasını beklemiyordu elbet. Ispanya’da Fransızlarla savaşarak geçirilen on yılın ardından her yere razıydı. Ne var ki, Ouse Irmağı’nın üzerindeki köprüden geçip Quence Park topraklarına adım atarken cehenneme doğru ağır ağır yol alıyordu sanki.
Eski asker arkadaşları, geçen iki yıl boyunca gönderdikleri mektuplarda ona ailesinden yadigâr kalan dede mülkünün ne durumda olduğundan ara sıra bahsetmişlerdi. Bu yüzden çitlerin onarılması gerektiğinden ve ambarın çatısından su sızmakta olduğundan haberdardı. Doğu Sussex’in ortasında bulunan bu mülk hâlâ idare eder durumdaydı. Fakat Yarbay ne çimenlerin yeşilini, ne de havanın çıtırdayan tazeliğini fark edebiliyordu. On yıl olmuştu. Bu ayrılık hem uzun sürmüş, hem de hiç yaşanmamış gibiydi.
Uckfield’dan buraya gelmek için zar zor bulduğu o aracı kiralamadan çok önce bir tedirginlik sarmıştı içini. Şimdiyse bu tedirginlik yerini keskin bir korkuya bırakmıştı. Quence’in kapısına saman taşıyan bir arabayla gelmek zorunda kaldığından değildi bu dehşet. Korkusunun asıl sebebi Quence’e açılan o kapının ardındaydı.
Phineas, üniformasının ceketine uzandı ve kız kardeşinin kendisine yolladığı mektuba dokundu. Elizabeth’in yazdığı mektup eline geçtikten sonraki altı gün içerisinde mektubun her satırını ezberlemiş ve Kraliyet Süvarileri alayından aceleyle ayrılmıştı. Mektubu bir kez daha okumadan edemedi. Kız kardeşi, ağabeyleri Quence Vikontu William’ın çok hasta olduğunu bildiriyordu. Çok geç olmadan yetişmek istiyorsa, acele etmeliydi.
Mektubun ardından bütün kimliğinden sıyrılmıştı; kızıl üniformalı ordu mensubu, yaşlı doru bir atın çektiği saman arabasının içinde oturuyordu şimdi. Bir zamanlar evi bildiği yere doğru hızla ilerlerken, ne küt küt atan kalbi umurundaydı, ne de hızlı hızlı soluk alıp vermekte oluşu. Şimdi ne hissettiğinin hiç önemi yoktu. Ağabeyini yeniden göremeyecek kadar gecikmiş olma ihtimali, onunla yeniden karşı karşıya gelmekten daha ürkütücüydü.
Beyaz renkli bir yapı olan Quence, uzun, dar pencereleri ve asimetrik bir biçimde uzanan gövdesiyle birkaç nesle ev sahipliği yapmıştı. Bu yapı, yeşil bir bahçeyle bir gölcüğe bakan alçak bir tepenin üzerinde yükseliyordu. Bahçenin manzarasını çürümek- te olan bir Apollo heykelinin yanı sıra harabeler tamamlıyordu. Bir zamanlar tilki ve karacaların dolaştığı yarı yabani, güzel bir bahçeydi burası. Üstelik çocukken, bu güzelim yerde birkaç hayali devin dolaştığına da inanırdı Yarbay.
Bir an gözlerini yumdu. Oradan ayrılmadan önce, skandaldan önce, bir de prenses yaşardı burada. Kara gözlü Alyse Donelly. Onu yıllardır görmemişti. Ama şayet her şey yolunda gittiyse, şimdiye kadar bir prens ya da bir dükle evlenmiş olmalıydı. O zamanlar on beş yaşında, içi içine sığmayan genç bir kız olmasına karşın geleceği hakkında hayli fikir sahibiydi. Phineas bunu anımsayınca gülümsedi. Sonra akimdan savuşturuverdi yine. Şimdi düşünülmesi gereken daha mühim bir mesele vardı.
Dış cephenin boyanması, bahçenin budanması gerekiyor olsa da, Quence Park, Yarbay’ın son gördüğünden çok da farklı görünmüyordu. Bu garipti aslında, çünkü genç adamın içinde beliren hisler aynı değildi. İçini kemiren suçluluk duygusu hariç… O duygu on yıldır Yarbay’a yarenlik etmişti ve genç adam bu hissin kendisini mezara kadar rahat bırakmayacağını sanıyordu. Şimdi aynı duygu eskiyip küçülen bir ceket gibi sarmıştı bedenini; bu ceket nefes alabileceği kadar esnese de, bu nefesi alırken bilinçli bir efor sarfetmesini gerektirecek kadar dardı.
Genç adam arabayı, malikânenin önünde son bulan kıvrımlı yola doğru sürdü. Tanımadığı bir seyis onun yaklaştığını görünce ahırdan fırladı. Phineas arabadan indi. Kır saçlı seyis, adamın elindeki dizginlere uzanırken, “Bunun Uckfield’daki hana geri götürülmesi gerekiyor” dedi Phineas.
“Tabii, efendim,” diye karşılık verdi seyis. Arkası sandıklı yük arabasını evin yanına doğru sürüklemeye koyulurken meraklı bakışları Phineas’a odaklanmıştı.
Evin girişinde, iki yanında kartal başlı, aslan gövdeli ejderha heykelleri bulunan geniş, fakat alçak granit merdivenler yükseliyordu. Phineas acele etmeden merdivenlerden çıkıp sütunlu sundurmanın altında durdu. Giriş kapısı açıldı.
Atmaca gagasını andıran burnunun üzerinden yüzüne bakan yaşlı kâhyaya, “Merhaba, Digby,” diye seslendi genç adam. Digby on yıl önce de yaşlıydı. Şimdiyse rengi iyice solmuş gibiydi; kâhya soğuk görünümlü bir heykele dönüşmüştü resmen.
Yaşlı adam yüzünün içine kaçmış gözlerini kırpıştırdı. “Phineas, üstadım? Aman Tanrım! İçeri buyurun, efendim!”
ürkütücü değildi; her şeyden vazgeçerdin, olur biterdi. Phineas son kez soluk alıp kapıyı açtı.
O anda iki şey fark etti: Birincisi, William sapa sağlam görünüyordu ki, bu da Elizabeth’in kendisine yalan söylediği anlamına geliyordu. İkincisi, yemeğe oturmuş olduklarını duyunca Lord Quence’in iyi olup olmadığını sormamıştı. Bir asker için kötü, hatta bir mirasyedi için çok daha kötü bir hata.
“Merhaba.”
Döndüğünde evdekileri kurnaz, keskin, nükteli ya da alaycı bir tavırla selamlamak için seçeceği sözlere uzun uzun kafa yormuş olduğu hesaba katılırsa bundan daha iyisini de yapabileceğini düşündü Phineas. Ne var ki, ağabeyini kanlı canlı, masanın başında oturmuş bulunca birden… Nutku tutulmuştu. Hiç olmazsa bu tek uygun kelimeyi sarf ettiğine bile şükrediyordu şimdi.
William’ın yanı başında oturan minyon yapılı, kızıl saçlı genç hanım ayağa fırladı. “Phin!” Genç adam daha adım atmaya fırsat bulamamıştı ki, kadın üzerine atılı verdi.
“Elizabeth,” diye mırıldandı Phineas. Rahmetli annesine bu kadar benzemese onu tanımakta zorlanırdı doğrusu.
“Geleceğini biliyordum!”
“Gelmemi istedin.”
Masanın başından, “Öyle mi? Bunu o mu istedi?” diye sordu bir ses usulca.
Phineas kız kardeşinin kollan arasından çekildi. “William. Ben…”
“Ona mektup yazıp, bizi ziyarete gelmesini söyledim,” diye söze karıştı Elizabeth. Phin’in elini bırakmıyordu. Kız kardeşi bir dev misali güçlüydü. “Sana söylemedim. Çünkü…”
Önemli değil dedi Vikont. Phin içeri girdiği anda Wiliam’m benzi atmıştı. Ne var ki, kimse bu yüzden onu suçlayamazdı. “Lord ve Lady Donelly, Bayan Donelly, rica etsem bize biraz müsaade eder misiniz?”
Masanın diğer ucunda oturan sarışın adam kafasını salladı. “Elbette, YVilliam. Birkaç dakika için kendimizi ağırlayabiliriz.”
Phineas o an bir kez daha ürperdi. Bayan Donelly mi? Alyse mi yoksa? Genç adam iri kahverengi gözlü, siyah saçlı hanıma bakmaya fırsat bulamadan YVilliam’m arkasında dikilmekte duran uşak, Vikont’un sandalyesini geriye doğru çekti ve tekerlekli sandalyeyi masadan uzaklaştırdı. Şimdi Phin’in bakışları yine ağabeyine odaklanmıştı.
“Oturma odasına gidelim, Andrews,” dedi William. Sesi konuşmanın başından beri buz gibiydi.
Elizabeth aceleyle Phineas’ın kolundan çekip tekerlekli sandalyenin üzerinde ilerlemekte olan ağabeyinin peşine takıldı. Phineas bir kez daha kız kardeşine baktı. Yüce Tanrım… Kızıl bukleler, gülümseyen ela gözler… Ağabeyinin gözünde hiç büyümese de bu kız çekici bir genç hanıma dönüşmüştü. Ağabeyi onu son gördüğünde Elizabeth henüz yedi yaşındaydı.
Andrews, William’m sandalyesini şömineye yaklaştırdı. Ardından emir almayı beklemeden odadan çıktı ve kapıyı sessizce kapattı. Phineas’ın aklından bir an uşağın peşi sıra odadan sıvışmak geçti aslında, ama giderse çevrilmekte olan lanet olası dolaptan bihaber olacaktı.
William inatçı bir sükûnetle kardeşini süzdü. Sonra aniden kız kardeşine döndü. “Niçin çağırdın?”
“Çünkü on yıl oldu,” dedi Elizabeth mağrur bir edayla.
“Bana ölüm döşeğinde olduğunu söyledi,” dedi Phineas, ağabeyine.
“Yoksa eve gelmezdin” diye atıldı Elizabeth. Kaşları çatılmıştı bu kez. Bu bakışıyla çocukluğunu andırıyordu. “Ayrıca birbirinizle konuşmaktan sakınmak için bana bağırıp durmayın.”
Phineas’ın gözleri kısıldı. “Eğer burada tatsız bir aile toplantısı yapacaksak, benim yerine getirilmesi gereken daha önemli sorumluluklarım var.”
“Ah, tabii,” dedi ağabeyi, “Ahireti boylamadım diye üzüldün yani.”
“Hiç de değil.” Phin’in kaşları çatıldı önce. Sonra yüz ifadesine çeki düzen verdi genç adam. “Endişelendim.”
“Endişelenme. Önünde sonunda mirasına kavuşacaksın. Seni mahrum bırakmam.”
Aslında bu şaşırtıcıydı. Phineas içini çekti. Acizlikten faydalanarak bir savaş kazanmak Phineas’a göre değildi. Üstelik on yıl boyunca askerlik yaparken gerçeklerle yüzleşmek onu olduğundan da asabi birine dönüştürdüğü için farklı düşünmesi beklenemezdi. “Öyleyse, kalayım mı? Gideyim mi?”
Koluna yapışarak, “Kalıyorsun,” dedi Elizabeth.
Phineas, kız kardeşine şöyle bir baktı; kızın yüzündeki kararlı bakışı görünce yumuşayıverdi aniden. Genç adam eve dönmesine sebep olduğu için kız kardeşini suçlamak istese de, bu tatsızlık Elizabeth’in başının altmdan çıkmamıştı. “William’ın ölmekte olduğunu uydurmak da nereden çıktı?” diye homurdandı Phineas. “Aptal yerine konmak hiç hoş değil.”
VVilliam bu sözler karşısında kaşlarını çatsa da, yorum yapmayacak kadar akıllı davranıyordu. Gelgelelim, Elizabeth, tırnaklarını ağabeyinin gömleğine geçirdi. “Öyle söyledim. Çünkü burada olman gerekiyordu,” dedi genç kız.
Phineas bir ipucu bulmaya çalışır gibi kız kardeşinin gözlerine baktı. Bir adamı gözünden tanımak onun için hiç de zor değildi; nitekim kız kardeşinin bakışlarındaki endişeyi fark etmek de zor olmadı. Böyle endişeli görünmesinin sebebi, salt ağabeyinin gece orada kalıp kalmayacağını merak etmesi değildi elbet. “Biraz daha ayrıntılı açıklarsan sevinirim.”
“Beth’in ya da benim, sorulara yanıt vermek gibi bir yükümlülüğümüz olduğunu sanmıyorum, Phin.”
Phineas üfledi. Öfkelenmek marifet değildi; Elizabeth’in de söylediği gibi aradan lanet olasıca on yıl geçmişti. “Bak, William, neredeyse bir haftadır yoldayım. Yorgunum. Dilersen bu konuyu yarın tartışalım ya da gitmemi istiyorsan, gideyim. Gelmem istendi, ben de geldim. Bütün bildiğim budur.”
“Senin söyleneni yapmak konusunda böylesine duyarlı olduğunu bilmezdim,” dedi ağabeyi. Sesi yine usul usul ve derinden geliyordu.
Phineas on yedi yaşına dönüverdi birden; o zaman yirmi dört yaşında olan ağabeyinden azar işitiyordu sanki. Genç adam bu düşünceyi zihninden çabucak uzaklaştırdı. Artık o aptal o çocuk değildi; ne var ki ailesini buna inandırmak için biraz uğraşması gerekecekti.
Başına hiçbirinin tahmin dahi edemeyeceği olaylar geldiğini söylemek işe yaramazdı; hele YVilliam o sandalyede oturduğu müddetçe asla… “Size bu konuda söyleyebileceğim tek şey şu: Buraya kötü bir niyetle gelmedim ve buradan yine tatsız bir biçimde ayrılmamı gerektirecek bir durum yaratmak peşinde değilim,” dedi usulca. “Söylediğim gibi, endişelendim. Buraya gelmemin sebebi budur.”
YVilliam’m ela gözleri kardeşinin ela bakışlarına kilitlendi. “Komşuların ailemizden vazgeçtiğimiz fikrine kapılmalarım istemiyorum dedi ağabeyi. “Digby masaya senin için de bir tabak koyacak ve bizimle akşam yemeği yiyeceksin.”
Akşam yemeği… Bu bambaşka bir his uyandırmıştı içinde; neyse ki bu his suçluluk ya da şüphe duygularıyla örtüşmüyordu. Quence’e dönünce yüzleşmek zorunda kalacağı şeylerden birinin de onunla karşılaşmak olabileceği hiç aklına gelmemişti. Kafasını salladı Phineas. “Konuklarının Donelly’ler olduğunu duydum,” dedi genç adam sakin bir sesle. “Vikont’un akrabaları mı?
“Onun varisi. Bir ahbabı… Vikont Richard Donelly. Yaşlı hanımsa annesi Ernesta; Alyse’i tanıyorsun zaten. O da Emesta’ya eşlik ediyor.”
“Alyse,” dedi Phineas dalgın bir tavırla. “Onu… görmeyeli yıllar oldu.” Cümlenin sonunu güç bela getirirken içinden kendine lanet okuyordu. Şimdi dalıp gitmek de anlamsızdı ama Alyse Donelly onun en yakın arkadaşıydı. Her ne kadar Phineas kendi duygularının arkadaşça olmadığını bilse de…
“Evet, eminim o da senin için aynı şeyi düşünüyordur,” diye karşılık verdi ağabeyi. William’m zihin okuma gibi bir yeteneği olmadığı aşikârdı. “Beth, Andrews’u çağırabilir misin?” diye sürdürdü sözlerini William. “Digby’ye de haber verirsen…”
“Tabii.” Genç kız, Phineas’a tuhaf bir bakış fırlatarak aceleyle odadan çıktı. Çıkarken akıllı davranıp kapıyı açık bırakmayı ihmal etmedi.
“Onu hiç böyle anımsamıyorum,” dedi Phineas.
Andrews odaya girerken, “Ona kibar davran,” dedi William, kardeşine. “Sana tapıyor. Hayallerini yıkma sakın.”
Andrews, ağabeyinin sandalyesini yemek odasına doğru sürerken, Phineas olduğu yerde kalakaldı. Neyse ki bu işkence çabuk bitmişti, fakat kolundan yaralandığında bile canı bu kadar acımamıştı doğrusu.
William kalması gerektiğini henüz ima etmiş olmasa da, edecekti. Kardeşinden bu kadarını istemek hakkıydı. Darmadağm olmuş hayatları Phineas’ı yıllarca buradan alıkoyan o suçluluk duygusunun eseriydi. Fakat kalmasını gerektiren başka sebepler de vardı. Elizabeth’in mektubu, bakışları, önceki mektuplarında Phineas’ın bile bile görmezden geldiği küçük ipuçları… Burada olması gerekiyordu işte. Niçin burada olması gerektiğini anlamalıydı.
İkinci bölüm
Phirı Bromley… Alyse Donelly onu bir daha göreceğini ummamıştı hiç. Phin odaya adım atar atmaz, genç kadının elleri titremeye başlamıştı. Alyse ellerini kucağına hapsedi- vermişti hemen.
Onun asker olduğunu biliyordu genç kadın. Fakat üniforma Phin’in üzerinde resmigeçit törenine katılan bir askerin üzerinde durduğu gibi durmuyordu. Bu adamın üniforması kendisinin bile farkında olmadığı ikinci bir deri gibi kaplamıştı bedenini.
ve…
Richard, Alyse’in omzuna dokundu. “O kim?” diye sordu kuzenine.
Alyse silkindi. Tıpkı kuzeni gibi o da ses tonunu fazla yükseltmeden, “Erkek kardeşleri,” diye karşılık verdi. “Ortanca kar- deş…”
“Bir başka kardeş olduğundan söz etmemiştin.”
“Uzun zamandır burada değildi.”
“Yine de, Lord Quence’in bir varisinin olduğundan söz edilmemesi önemli bir ihmal bence.”
“Haklısın,” diye karşılık verdi Alyse telaşla. Haşlanmaktan korkuyor gibiydi. “Fakat aradan on yıl, belki de daha fazla zaman geçti.” Geçmişi anımsayınca gülümsedi genç kadın. “Onu on beş yaşımdan beri görmedim.”
“İyi ya, öyleyse bu senin için bir fırsat olabilir, sevgili kuzenim,” diye mırıldandı Richard. “Ondan hiç söz etmediğine göre, o da seni unutmuştur herhâlde.”
Alyse kıpkırmızı kesildi; elinde değildi. Bu tarz doğrudan ya da dolaylı aşağılamalara artık alışmış olması gerekiyordu; ne var ki beş yıldır işittiği bu hakaretler onu hâlâ utandırabiliyordu. “Teşekkür ederim,” dedi genç kadın usulca, “Fakat öncelikle onunla temasa geçmek isterim.” Gelgelelim Alyse, Phin’in, göle atlama yarışlarını ya da masum genç hanımların üzerine kurbağa fırlattıkları o günleri anımsayacağından pek de emin değildi.
“Kuzeninle konuşurken sözlerine dikkat etmeni hatırlatırım, Alyse,” diye söylendi halası. “Artık o eski Alyse değilsin.”
Zaten ailedeki kimse genç kadının bu gerçeği unutmasına imkân tanımıyordu. “Unutmadım, Ernesta hala.”
“Öyleyse derhâl söyle de, bana bir battaniye getirsinler. Dizlerim üşüdü.”
Alyse, öfkesini örtbas etmeye çalışarak en yakındaki uşağı çağırdı ve halasının isteğini iletti. Bromley’lerin evinde beklenmedik durumlarla karşılaşılmış olsa da, Alyse’in yaşamı bir saatin işleyişi kadar bildik bir biçimde ilerlemişti. Akrep ve yelkovanı durmadan dönen bir saat… Hâlbuki o felaket kulaktan kuağa yayılmadan önce gelecekten ne kadar da umutluydu genç kadın.
Yemek odasının kapısı bir kez daha açıldı. İlk önce, yüzünde hüzünlü bir ifadeyle tekerlekli sandalyesinde oturan Lord Quence içeri girdi. Hemen ardından Beth… Onun yüzü kaskatıydı.
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Edebiyat Roman (Yabancı)
- Kitap AdıHep Seni Bekledim
- Sayfa Sayısı420
- YazarSuzanne Enoch
- ÇevirmenMelek Aslı Öztürk
- ISBN9786054263912
- Boyutlar, Kapak13,5 X 21,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviPegasus / 2010-10
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Görünmez İzler ~ Anna Hope
Görünmez İzler
Anna Hope
Dans eğitmeni olan Hettie, babasının ölümüyle kendisini evin geçimini sağlarken bulmuştu. Fazlasıyla katı annesi ve savaştan eski hâlinin bir gölgesi olarak dönen abisi de...
- Uçurum İnsanları ~ Jack London
Uçurum İnsanları
Jack London
Jack London, bu kitabı geçen yüzyılın hemen başında, üzerinde güneşin batmadığı Büyük Britanya İmparatorluğunun ihtişam ve gücünün doruğunda olduğu bir dönemde (1902) kaleme almıştır....
- Ömer Paşa ~ İvo Andriç
Ömer Paşa
İvo Andriç
Avusturya ordusunda yetişmiş, İslam’ı sonradan kabul etmiş Lika’lı bir Hıristiyan olan Ömer Paşa, bilgisi, becerisi, liyakatiyle padişahın ordusunda en üst rütbeye kadar yükselmişti. Travnik’in...