“Yüksek zümrelerin son zenginlik günleri”… Yazar toplumu ve toplumsal sorunları gözlüyor; önemsediği “Konak”ın son direnişine tanıklık ediyor. Kent yaşamının konutu, konak. Yazlık köşk, yalı gibi konutlarda daha dingin, daha sessiz bir yaşam sürerken konak olaylara, sorunlara sahne oluyor. Nafi Molla Konağı’na gelin giden Münire’nin dramı.
Yirminci yüzyılın ilk yarısında büyük bir üretkenlikle dergilere yazdığı şiir, öykü, makale ve eleştri türü yazılarla Türk edebiyatı sahnesine adımını atan Yakup Kadri Karaosmanoğlu, romanları, hikayeleri, denemeleri, oyunları ve anılarıyla, en önemli edebiyatçılarımız arasında yer alır. Üslup özellikleri bakımından Yakup Kadri’nin 1910’dan 1974’e dek verdiği eserler Türkçe’nin geçirdiği bütün evreleri yansıtır. Eserlerinin konu ve fikir zenginliği de dil özelliklerinin çeşitliliğinden aşağı kalmaz. Yakup Kadri’nin Fransız edebiyatı etkisinde başlayan yazarlığı, 1920’lerden sonra özgün bir sese kavuşarak siyasi ve sosyolojik konulara, tarihe, dönem çatışmalarına ve birey psikolojisi irdelemelerine yönelir. Fecr-i Ati’den yetişmiş ama bunu izleyen elli yıl boyunca toplumsal koşullar, tarihi süreçler ve bireysel portreleri romanın dokusuna işlemek için roman tekniğiyle de boğuşmuş bir yazar olan Karaosmanoğlu’nun eserleri, hala tüketilmemiş ayrıntılarının tartışılıp incelenmesi gereken zengin bir “panoroma”dır.
İÇİNDEKİLER
Başlangıç……………………………………………………………………………………………………………………..11
İlk Gönül Acıları………………………………………………………………………………………………………31
Saadet Kırıntıları…………………………………………………………………………………………………….37
Kısmet Bu…………………………………………………………………………………………………………………..42
Nafi Molla Konağı…………………………………………………………………………………………………54
Zeyrekli Fatma Hanım…………………………………………………………………………………………66
Yeni Dünya………………………………………………………………………………………………………………..86
Bir Dönüm Noktası……………………………………………………………………………………………..105
Yirmi Beş Yıl Sonra……………………………………………………………………………………………..127
Hep O Şarkı, Fakat…………………………………………………………………………………………….148
BAŞLANGIÇ
Meğer roman yazmak ne güç bir işmiş! İşte elimde kalem önümde defter, saatlerden beri evirip çeviriyorum, iki cümleyi bir araya getiremiyorum. Ben ki, bütün ömrü roman okumakla geçmiş bir kadınım. Bende bu roman okuma merakı pek genç yaşımdan beri başlamıştır. Telif, tercüme, kısa ve uzun nice hikâyeleri âdeta ezberime alırcasına sömürüp hatmetmişimdir. İlk zamanlar kimlerin eserleriydi bunlar, iyi hatırlamıyorum ama, olgunluk çağına geldikten sonra bana en çok zevk verenlerin Ahmet Mithat Efendi’ninkiler olduğunu biliyorum. Bunlar arasına, biraz daha sonra okuduğumuz binlerce sayfalık cinai sergüzeştleri de katmam lazım gelir. “Ekmekçi Kadın”la “Mecnuneler Tabibi” beni, çok defa sabahlara kadar uykusuz bırakan, yahut da bütün vakaları ve şahıslarıyla rüyalarıma giren bu çeşit romanların en belli başlılarındandı. Daha sonraları, gerçi, bu gibi eserlerden artık zevk almamağa başladım ve kendimi tamamıyla hissî romanlara verdimdi. Hikâye şeklinde olsun, tiyatro şeklinde olsun bu tarz kitaplardan da okumadığım kalmadı. “Ihlamurlar Altında” kadar “İçli Kız”ı da hâlâ gözyaşlarımla ıslatıp dururum. Nihayet, şu günlerde Vecihi* adında bir genç muharririn füsununa kapılmış bulunuyorum. Aman efendim; o ne güzel ifade! O ne incelik! O ne derin duygular!..
Güya kendi kalbim Vecihi Bey’in kaleminde dile gelmiş sanıyorum. Yıllar yılıdır, bütün söylemek istediklerimi o söylüyor. Öyle ki, başımdan geçenleri kendi kalemimle anlatmağa muvaffak olamazsam, gidip ona anlatayım, o yazsın ben dinleyeyim diyorum. Zaten, hayatımın bitmez tükenmez acılarını bir roman halinde nakletmek ilhamını ondan almış değil miyim. Onun yazdıklarını okuyuncaya kadar bütün bu acılar, bana, herhangi bir genç kızın veya herhangi bir kadının uğrayabileceği talihsizliklerden ne daha üstün, ne daha mühim görünürdü. Ve onları hiç bahse değmez bulurdum. Nitekim, en yakın hısım ve akrabalarıma, en candan dostlarıma bile dert dökmekten çekinmişimdir. Hep “Neye yarar?” demişimdir. İnsanlar içinde niceleri aşk yolunda can verdiler. Niceleri cinayet işlediler ve bir nicesi de veremden sararıp solmaktadır. Benim maceramda ise, ne intihar, ne cinayet, ne de hastalık var.
Bundan bir roman mevzuu çıkartmak nasıl aklımdan geçebilirdi? Fakat, işte Vecihi’nin eserleri bana ispat diyor ki, şu elli yıla yakın ömrüm yürekler parçalayıcı bir romandır. Öyle ama; buna neresinden başlayayım? Sonunu nasıl getireceğim? İşte, kaç gündür, düşünüp taşınıyorum ve bir türlü işin içinden çıkamıyorum. Önce, yaşadığım vakaları baştan başa değiştirerek kendimden bir başkası gibi bahsetmek istedim. Hattâ, söze, hissî romanların bazılarında görüp beğendiğim üzere şunlara benzer birtakım cümlelerle başlamak hevesine düştüm:
“Ilık bir yaz gecesiydi. Koyu lâcivert bir gökyüzünde irili ufaklı sayısız yıldızlar pırıl pırıl pırıldıyor ve civardaki korudan bülbül sesleri geliyordu. Pâkize, (bu, beni temsil eden genç kıza taktığım isimdi) kendinden geçmiş bir halde bu pırıltıları seyreder ve bu sesleri dinlerken birdenbire doğruldu. Kalbi şiddetle çarpmağa başladı. Bahçenin derin sessizliği içinde, biraz ötedeki taflanların arasından bir hışıltı işitmişti.
Bütün ev halkının ve câriyelerle uşakların çoktan uykuya daldıkları bu saatte, bahusus harem dairesinin bu kadar yakınında dolaşan kim olabilirdi? Bir feryad koparmak veya içeriye kaçmak istedi. Fakat, ne sesi çıkıyor, ne dizleri tutuyordu. Heyecandan âdeta donakalmıştı. Yuvalarından fırlayacakmışçasına büyüyen iri elâ gözlerini hışıltının geldiği noktaya dikti. Evvelâ hiçbir şey göremedi. Biraz sonra taflan dallarını aralayan iki elin beyazlığını seçer gibi oldu. Derken aynı renkte bir yüzün beyzi şekli belirdi. Pâkize, şimdi bulunduğu taraça ile taflan kümelerinin arasındaki çimenlikten ‘meçhul bir şahsın’ yavaş yavaş kendine doğru ilerlediğini hissediyordu. Bu adam, her kimse, parmaklığın kenarına kadar yaklaştı. Nefes kadar hafif bir fısıltı ile ona: – Pâkize Hanım korkmayın. Benim. Ben Pertev… diyor.
Bu sefer genç kızın kalbi büsbütün başka bir helecanla çarpmağa başladı. Biraz sonra kendini tamamıyla kaybetmişti. Gözlerini açtığı zaman, bir de ne görsün, Pertev Bey onu kucağına almış durmadan okşuyor, durmadan öpüyor.” Böylelikle, yirmi-otuz sahife karalamışım. Lâkin, en sonunda baktım ki, yazdıkça anlatmak istediğim mevzudan uzaklaşıyorum. Ben kelimelere hâkim olacağım yerde onlar beni alıp sürüklüyorlar. “Ilık bir yaz gecesi”, “yıldızlar”, “bülbül sesleri”, “taflanların hışıltısı” vesaire vesaire. Bütün bunlar insanın gözü önüne neyi getiriyor? Bir gece yarısı,yıldızlara bakarak, bülbül sesleri dinleyerek kendinden geçiş sanki pek mühim bir hadise mi? Hem, sevdiğim genç – haydi adını sanını söyleyeyim– komşumuz Hakkı Paşaların oğlu Cemil Bey, böyle hırsızlama bahçemize girerek beni ne vakit kucağına almıştı? Zaten, ne mümkündü benim için, o saatte, karanlıkta tek başıma taraçada oturmak.
On iki yaşıma kadar hep annemin koynunda yatmışımdır. Ondan sonra da, dadım Ferhunde Kalfa ile yataklarımız hemen yan yana denilecek kadar birbirine yakındı ve rahmetlinin uykusu o kadar hafifti ki, bir taraftan öbür tarafa şöyle bir yavaşça kımıldayacak olsam hemen başını kaldırıp: “Neyin var?” diye sorardı. Bu hal, ta Nafi Mollaların konağına gelin gittiğim akşama kadar hep böyle devam ettiydi. Cemil Bey’e gelince, o, gerçi biraz uçarıydı ama, terbiye ve nezaketi bir gece yarısı bahçemize girip bana baskın yapmağa hiç de müsait değildi. Şu halde o “ılık gece” sahnesini nereden uydurdum? Ne Pâkize adı taktığım kızın bana benzer bir tarafı var, ne de Pertev dediğim gencin Cemil Bey’le bir münasebeti.
Gerçi, her romancı mutlaka kendi başından geçenleri yazmaz veya kahramanlarına mutlaka yakından tanıdıklarının hüviyetini vermez ama, bahsettiği vakalarla insanları bize, –ne bileyim ben nasıl– hakikatte olmuş şeyler ve görülmüş kimseler gibi anlatmasını bilir. Öyle ki, “Canım bütün bunlar birer hayalden, birer hayaletten ibaret!” demekle beraber okurken kendimizi tutamayıp türlü heyecanlara kapılırız. Sanki, her birinin doğrudan doğruya kendi hayatımız, kendi kaderimizle bir alakası varmış gibi “Aman bu işin sonu neye varacak? Filân kişinin akıbeti ne olacak?” diye merak ve endişelere düşeriz. Kötülere kızarız. İyileri severiz. Bedbahtların ıstırabını paylaşırız ve içlerinden bir tanesi öldü mü hıçkırıklarla ağlarız.
Ben, “Ekmekçi Kadın”ın küçük oğlancağızı için gözyaşlarımla kaç mendil ıslatmışımdır ve itiraf ederim ki, La Dame aux Camelias’nın yasını, aynı hastalıktan, pek genç yaşında kaybettiğimiz halamın kızı Hasibeciğin yasından daha çok tutmuşumdur. Haydi, o vakitler çocuk denecek bir çağdaydım da bütün bu uydurma facialara inanırdım, diyelim, ya geçen gün, Manakyan’ın* tiyatrosunda “Demirhane Müdürü”nü seyrederken geçirdiğim fenalık neyle izah olunabilir? Evet, ben şu satırları yazan bin faciadan arta kalmış kırk beşlik ellilik kadın, evvelsi gün, Demirhane Müdürü’nün son perdesinde az kalsın bayılıp yerlere yuvarlanacak, elâleme rezil ve rüsva olacaktım. Bir yandan mendilimin tentenesini dişlerimle lime lime ederek, öbür yandan tırnaklarımı, kanatıncaya kadar, avuçlarıma geçirerek böyle bir rezaletten kendimi zor kurtarabildimdi. Halbuki, ne vardı ne görmüştüm o şanoda bu kadar heyecanlanmak için?
Benim hayatımın sahnesindeki şu kim bilir kaç perdelik uzun ve sessiz dramdan sanki daha mı hüzünlü, daha mı acıklı, daha mı yürekler parçalayıcıydı, o Demirhane Müdürü? Hayır, hayır; ne gezer. Ne gezer diyorum ama, iş, bunu ispata gelince, sanki, nutkum tutulmuş gibi donup kalıyorum; “Ben, otuz beş yıl, hep aynı erkeğin aşkı ile yanıp kavruldum,” demekten başka söyleyecek bir söz bulamıyorum. Otuz beş yıl… Sahi, o kadar oldu mu? –Hey Münire hey; kendine gel!– Neden olmasın? Ben, ne zamanın insanıyım? Şu gözler, üç Padişah devri gördü, dördüncüsünü de yirmi yıldan beri yaşamaktayım. Dört padişah… Anneciğim söylerdi: Ben rahmetli Sultan Abdülmecit’in onuncu Cülûs şenliği gecesi dünyaya gelmişim. Demek ki, o vefat ettiği ve yerine Abdülâziz Efendimiz tahta çıktığı yıl on bir-on iki yaşlarında koskoca bir kızdım. Ondan on beş yıl sonra, Fer’iye Sarayı’nı kana boyayan ve zavallı babacığımın felaketine sebep olan faciayı ise dün olmuş bir vaka gibi hatırlarım. Bu, bir ömür değil, bütün bir tarih… Şu halde neden şaşakaldım, otuz beş yıl derken? Otuz beş yıl, hattâ belki daha ziyade oldu. Zira, ben, Cemil Bey’i ne vakit sevmeğe başladığımı bilmiyorum. Onu, belki yedi yaşımdan, belki beş yaşımdan beri seviyordum da farkında değildim.
Öyle ya; annemle birlikte Hakkı Paşalara her gidişimizde yahut onların bize her gelişlerinde niçin o kadar telaşa düşerdim? Niçin dadım bana entarilerimin en güzelini giydirsin, tepeliklerimin en süslüsünü taksın isterdim? Niçin incecik parmaklarımla saçlarımın lülelerini durmadan büker kıvırırdım? Bayram günleri, ilk işim niçin soluk soluğa Cemil Bey’in annesiyle babasının ellerini öpmeğe koşmak olurdu? Hakkı Paşa beni dizine oturtup: – Hele şu küçük yosmaya bakın! Hele hele şu küçük yosmaya… diye okşar severken niçin o kadar iftihar duyar ve yan gözle, gizliden gizliye –sanki onun da bu fikirde olup olmadığını anlamak istermişim gibi– Cemil Bey’i süzer dururdum? Ve halinde beni beğendiğini gösterir bir emareye rastlayıncaya dek niçin yürekceğizim tıp tıp atardı? O, bazen beni hiç görmemezlikten gelirdi yahut da, beni hiç beğenmemiş gibi davranırdı. O vakit ne yosmalığımdan, ne bayram sevincimden eser kalırdı. Dünya, gözümde zindan kesilirdi. Dudaklarım bükülüp bükülüp âdeta ağlamaklı olurdum, niçin? Ve onu kıskanırdım. Onu, oğlan olsun, kız olsun bütün arkadaşlarımdan kıskanırdım. Kaç kere akraba veya komşu çocukları ile hep bir arada gülüp oynarken Cemil Bey’in içimizden herhangi biriyle benden fazla meşgul olduğunu görür görmez nice mızıkçılıklar, küskünlükler çıkarmışımdır. Hele bir defa –sekiz yaşımda var mıydım, yok muydum bilmem– ona öylesine kızmıştım ki, günlerce, haftalarca yüzüne bakmamıştım. Barıştıktan sonra da onunla bir türlü eskisi gibi samimi olamamıştım. Meselâ Cemil Bey’e hep “Cemil Ağabey” demekte iken bu vaka üzerine, işi resmiyete döküp onu Cemil Bey diye çağırmağa başlamışımdır.
Bu vaka, dedim. Ah çocukluk ah! Ne tatlı ne mesut zamanlar imiş o da kadrini bilememişim: Bir yaz günü, bizim yalının arka tarafındaki koruda beşon arkadaş körebe oynuyorduk. Aramızda her vakitki gibi, Cemil Bey de vardı. Onsuz zaten ne adamakıllı bir oyun tertip etmesini bilirdik, ne de tertip edilen oyundan tam mânasıyla bir tad çıkarmasını, Cemil Bey bütün arkadaşlarımın en büyüğü değildi ama, bilmem neden hepimiz üstünde öyle bir alıp sürükleyici tesiri vardı ve hiç yoktan türlü eğlenceler icadında ve bizi durup dururken bir kahkaha, bir çığlık kasırgası haline sokuvermekte o kadar hüner ve marifet sahibiydi ki, bazen seyrimize gelen büyükleri bile gülmekten katıltırdı.
Cemil Bey, emsalsiz bir taklitçiydi de. Kâh kuşlar gibi ötmeğe, kâh kediler gibi miyavlamağa, kâh denizden geçen sandalcılarla sokak satıcıları gibi sesler çıkarmağa başladı mı bunları, asıllarından ayırmak çok defa, yalnız bizler için değil, hattâ o seslerin sahipleri için bile mümkün olmazdı. Evet, o ötmeğe başlayınca çok defa kuşların etrafında uçuştuklarını veya kondukları dallar üstünden ona cevap verdiklerini hatırlarım. Ve yine çok defa, kedilerin onun miyav miyavlarına duvar diplerinden, dam kenarlarından kulak kabarttıklarını da görmüşümdür. Cemil Bey, ne kadar da kıvrak ve çevikti! Bütün saklambaç ve kovalama oyunlarımızda onu bir kere yakalayabilmek hiçbirimize nasip olmamıştır. Hep havacıva gibi elimizden kaçar giderdi. Ve bir yere saklandı mı kimseler bulup çıkaramazdı.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Edebiyat Roman (Yerli)
- Kitap AdıHep O Şarkı
- Sayfa Sayısı190
- YazarYakup Kadri Karaosmanoğlu
- ISBN9789754705669
- Boyutlar, Kapak13,5x19,5, Karton Kapak
- Yayıneviİletişim Yayınları / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Evrenin Taşları ~ Ferhan Yıldız
Evrenin Taşları
Ferhan Yıldız
Evrenin kendine has bir dili vardır. Bu dilin kesin hükümleriyle önce yokluk, ardından da varlık ortaklaşıp kavramlaşır. İnsanoğlu tarafından evrenin birleştirici dilinden esinle kültler,...
- Sis ve Gece 25 Yaşında ~ Ahmet Ümit
Sis ve Gece 25 Yaşında
Ahmet Ümit
Türkiye’de yazılmış “edebi nitelikteki ilk polisiye roman Sis ve Gece 25 Yaşında Ahmet Ümit’ten sözünü sakınmayan, cesur, hâlâ güncelliğini koruyan, usta işi bir ilk...
- Mehdi ~ Tayfun Şahin
Mehdi
Tayfun Şahin
“Uyan” dedi bir ses… Gözlerini açtığında çektiği sıkıntılar bitmişti. Kumaşları saf ipekten bir yatakta buldu kendisini… Üzerinde ilk defa gördüğü bir çeşit elbise vardı....