Michel de Montaigne’in 16. yüzyılda kaleme aldığı Denemeler, insanlığın ortak birikiminin temel eserlerinden biri olarak hümanizmin doğuşuna tanıklık eder. Rönesans’la birlikte insan aklı, düşünceye ve iradeye ket vuran dogmalardan kurtulur. Denemeler’in Hayvanlara Övgü adlı bu bölümünde Montaigne, cesaret isteyen bir sorgulamaya girişerek insanın hayvanlardan ayrı ve üstün niteliklerle donatılmış olduğu kabulüne ve bu kabule dayanarak hayvanlar üzerinde mutlak bir tahakküm kurmanın meşru görülmesine meydan okur.Montaigne’in çağlar ötesinden, hümanizme özgü görecelilikle okuru bir yandan sıradanlaşmış şeyleri bambaşka bir gözle görmeye, bir yandan da farklı gördüğü şeylere dair peşin yargılara kapılmaktan kaçınmaya çağıran sesi hâlâ canlı.Antik düşünürlerden çağdaşlarına dek pek çok yazardan alıntılarla, tarihten örneklerle ve renkli bir üslupla aktarılan anekdotlarla zenginleşen metin, öncü niteliğinin yanı sıra hayvan hakları tartışmalarına halen ışık tutmasıyla da güncelliğini korur. “Herhangi bir insanla diğer bir insan arasındaki fark, insanla hayvan arasındaki farktan büyüktür.”Montaigne
*
Kibir, asli ve ezelî hastalığımızdır bizim. Tüm yaratıkların en bahtsızı ve en zayıfı insan olmakla birlikte Plinius’un dediği gibi en mağruru da odur. O buraya, bu dünyanın çamuru ve pisliği içine; evrenin bu en berbat, en ölü ve en çürümüş yerine; âlemlerin en alt ve gök kubeden en uzak katına; benzer koşullardaki hayvanlarla birlikte üç halden en kötüsüne1 çakılıp kalmış olduğunu görür, duyumsar da buna rağmen zihninde kendini ayın halesinin üzerine çıkarıp göğü dahi ayaklarının altına alır. Tam da bu düşünce tarzından kaynaklanan bir kurumla insan, Tanrı’yla bir tutar kendini, seçkin görerek diğer yaratıklar topluluğundan ayırır, kendine ilahî nitelikler atfedip kardeşleri ve yoldaşları olan hayvanlara da şu ya da bu yeteneği ya da gücü yakıştırarak kendince pay eder. O nasıl olur da kendi aklıyla hayvanların içsel ve gizli devinimlerini bilebilir? Hayvanlarla bizim aramızda nasıl bir karşılaştırma sonucunda onların akılsız olduğu sanısına varabilir ki?
Kedimle oynadığımda benden çok onun benimle hoşça vakit geçirip geçirmediğini kim bilebilir? Karşılıklı şebeklikler yapıp eğleriz birbirimizi. Oyunu benim başlattığım ya da oynamayı reddettiğim zamanlar olduğu gibi aynısı onun için de geçerlidir. Platon, Satürn’ün yönetimindeki Altın Çağ’ı betimlerken o devirdeki insanların başlıca üstünlükleri arasında hayvanlarla olan iletişimlerini sayar. İnsan hayvanlarla birliktelik içinde onları araştırıyor, onlar hakkında bilgi edinirken bu yolla çok mükemmel bir akla ve bilgeliğe erişiyor, bu da bizim şimdi becerebildiğimizden çok daha mutlu bir yaşam sürmesini sağlıyordu. İnsanın hayvanlar konusundaki küstahlığını yargılamak için bundan âlâ kanıt mı olur? Bu büyük yazar, doğanın hayvanların bedenlerine biçim verirken, kendi dönemindeki kehanet âdeti gibi, çoğu kez bu formun gelecekte bu hayvanların olası kullanımları açısından işe yarar olmasını dikkate aldığı kanısındaydı.
Onlarla aramızdaki iletişime ket vuran eksiklik, neden onlar kadar bizden de kaynaklanmasın? Bizi anlayamıyor olmalarının da kimin kusuru olduğu belli değil zira biz de onları, onların bizi anladığından daha çok anlıyor değiliz. Onlar da bizim gibi düşünseler bizim akılsız yaratıklar olduğumuz kanısına varabilirler. Çok da şaşılacak bir şey yok onları anlamayışımızda; Baskları, Trogloditleri1 de anlıyor muyuz sanki? Bununla birlikte Tyana’lı Apollonios, Melampus, Teiresias ve Thales gibi bazıları, hayvanları anlamakla övünmüştür. Ayrıca coğrafyacıların bildirdiği gibi bir köpeği başlarına kral seçen halkların varlığı da bir gerçekse herhalde bu insanların o hayvanın sesine ve hareketlerine net bir anlam yüklüyor olmaları gerekir. Hayvanlarla aramızdaki denkliğin farkına varmalıyız: Bizim hayvanların duygu ve düşünceleri hakkında az çok bir fikrimizin olması gibi onlar için de aynısı geçerlidir. Onlar bize yaltaklanır, yalvarır, bizi tehdit ederler; bizler de onlara aynısını yaparız.
Öte yandan hayvanların kendi aralarında tam ve eksiksiz bir iletişimin olduğunu ve sadece aynı türün değil, farklı türlerin de birbirlerini anladıklarını açıkça görüyoruz.
Et mutæ pecudes et denique secla ferarum
Dissimiles suerunt voces veriásque cluere,
Cum metus aut dolor est, aut cum jam gaudia gliscunt.
[Dilsiz davar, yırtıcı hayvanlar bile
Korkuya kapılınca, acı çekerken ya da sevinçle
Belirgin sesler çıkarmaz mı?]1
Köpek belli bir şekilde havladığında at onu kızdıran bir şeyler olduğunu anlarken aynı hayvanın başka bir şekilde havlamasından hiç ürkmez. Hatta hiç sesi olmayan hayvanların bile birlikte yürüttükleri işlere baktığımızda aralarında farklı bir iletişim yöntemi olduğu sonucuna varmak kolaydır; hareketleri belli bir düşüncenin ifadesidir ve akıllarından geçeni sergiler:
Non alia longè ratione atque ipsa videtur
Protrahere ad gestum pueros infantia linguæ.
[Konuşamayan bebelerde görürüz benzer süreci
Uğunarak ellerini kollarını sallarlar.]1
Niye öyle olmasın ki? Niye onlar da jestlerle konuşan, tartışan, hikâyeler anlatan dilsiz insanlar kadar beceremesinler bu işi? O dilsizler arasında öyle belagatli, öyle iyi eğitilmiş olanları gördüm ki dertlerini kusursuzca anlatabilmek için hiçbir eksikleri yoktu. Âşıklar da sırf gözleriyle kavga eder ve barışır, birbirlerine yalvarır ve teşekkür eder, sözleşir, kısaca her şeyi gözleriyle dile getirirler:
E’l silentio ancor suole
Haver prieghi e parole.
[Sessizlik bile becerir
Niyaz etmeyi ve kendini duyurmayı.]2
Ya ellere ne demeli? Ellerimizle ister, ellerimizle vaat ederiz; çağırır, gönderir, tehdit ve rica eder, yalvarır, yadsır, reddeder, sorgular, beğenir, sayar, itiraf eder, tövbe eder, kaygılanır, utanır, kuşkulanır, bilgilendirir, buyurur, kışkırtır, yüreklendirir, ant içer, tanıklık eder, suçlar, yargılar, affeder, kargışlar, hor görür, meydan okur, kızar, pohpohlar, alkışlar, kutlular, birbirimizi aşağılar, birbirimizle alay eder ve uzlaşır, yüceltir, kutlar, neşelendirir, dert yanar, üzer, birbirimizin cesaretini ve umudunu kırar, şaşırtır, seslenir ve susarız. Dile rakip olabilecek, son suz bir çeşitlemeyle yapmadığımız ne kalır ki ellerimizle? Ya başımızla? Çağırır ve yollar, ikrar ve inkâr eder, yalanlar, buyur eder, onurlandırır, saygı gösterir, küçümser, sorar, başımızdan def eder, birbirimizi eğlendirir, sızlanır, okşar, azarlar, boyun eğer, karşı çıkar, teşvik ya da tehdit eder, güvence verir, sorgularız. Hele ki kaşlarla! Hele ki omuzlarla! Dile gelmeyen, üstelik de eğitim gerekmeksizin, herkesçe anlaşılan bir dile gelmeyen tek bir hareket yoktur; öyle ki bu dilin zenginliği ve diğer dillerden farklılaşan kullanımı dikkate alındığında insan doğasının özgün dili olarak o diğer dillerin değil de bu dilin kabul edilmesi gerekir. Ki bir ihtiyaç ânında öğreniliveren bu alandaki diğer dilleri hiç saymıyorum bile; parmak alfabesini, hareketlerin gramerini ve ancak bu araçlarla uygulanan ve ifade edilen ilimlerle Plinius’un başkaca bir dilleri olmadığını bildirdiği halkları da hep dışarıda bırakıyorum.
Abdera kentinin bir elçisi, Sparta Kralı Agis’e uzun bir konuşma yaptıktan sonra sorar:1 “Velhasıl, efendim, hemşehrilerime nasıl bir yanıt taşımamı istersin?” “Senin her istediğini, istediğin kadar anlatmana izin verdiğimi, ağzımı açıp tek kelime etmediğimi söylersin.” İşte bu da gayet manidar ve belagatli bir sessizlik değil de nedir?
Ayrıca insana özgü hangi beceri vardır ki aynısını hayvanların davranışlarında görmeyelim? Hangi insan topluluğu arılarınkinden daha iyi bir düzende örgütlenmiş, görev ve sorumlulukları daha iyi dağıtmış ve daha büyük bir tutarlılıkla hayatını sürdürmektedir? Böylesine iyi düzenlenmiş bir edimler ve işlevler sisteminin akılcı düşünce ve basiret olmaksızın işleyebileceğini düşünebilir miyiz?
His quidam signis hæc exempla sequiti,
Esse apibus partem divinæ mentis et haustus
Æthereos dixere.
[Bunca alamet ve emsal üzerine
Bazıları dedi ki arılar paylarını almıştır
Tanrısal ruhtan ve cennet nefesinden.]1
Bahar dönüşünde evlerimizin kıyısını köşesini didiklerken gördüğümüz kırlangıçlar, binlerce yer arasından yuvalarını kuracakları en uygun yeri hiçbir muhakeme yetisi kullanmadan mı arar, hiçbir dirayet sergilemeden mi seçerler? Kuşlar, o güzel ve hayranlık uyandıran yuvalarını yaparlarken nasıl olur da yuvarlak yerine kare şeklini, dik açı yerine geniş açıyı bunların niteliklerini ve sonuçlarını bilmeden kullanıyor olabilirler? Sert olanın ıslanınca yumuşadığını bilmeden mi bazen su, bazen de kil eklerler? Yavrularının narin uzuvlarının daha yumuşak bir katmanla sarmalanacağını ve daha rahat edeceklerini öngörmeden mi saraylarının zeminini yosunla ya da kuş tüyüyle kaplarlar? Farklı rüzgârların farklı özelliklerini bilmeden ve kendileri açısından birinin diğerinden daha sağlıklı olduğunu değerlendirmeden mi yağmur getiren rüzgârlardan korunur ve yuvalarını doğuya bakacak şekilde düzenlerler? Örümcek düşünemiyor, akıl yürütemiyor ve sonuca varamıyor olsa neden ağını bir yerde daha sıkı, bir yerde daha gevşek örer de bir yerde bir tür düğüm atarken başka yerde başka bir tür düğüm kullanır?
Hayvanların ortaya koydukları yapıtların çoğuna baktığımızda onların bizden ne ölçüde üstün olduklarını ve bizim tekniğimizin onları taklit etmekte nasıl zorlandığını görürüz. Buna rağmen bizler bile yaptığımız çalışmaların en kabasında dahi ne çok yetiyi devreye soktuğumuzu ve ruhumuzun nasıl tüm gücüyle o işe dahil olduğunu gözlemleyebiliriz. Niye hayvanlarda bunun farklı olduğunu düşünelim ki? İster doğal olarak isterse sanat yoluyla olsun, üretebildiğimiz her şeyi aşan o yapıtları nasıl olur da bilmem hangi içgüdüsel eğilime ya da bilinçsiz taklide atfetmekle yetinebiliriz? Üstelik böyle yaparken onların bize karşı büyük bir üstünlükleri olduğunu da farkına varmadan teslim etmiş oluruz; zira yaşamlarındaki tüm edimlerde ve keyiflerde Doğa’nın adeta bir anne şefkatiyle ellerinden tutarmış gibi onlara eşlik ve rehberlik ettiğini kabul etmek olur bu. Oysa aynı Doğa; bizi talihin ve tesadüfün kollarına terk eder, dolayısıyla bizler de yaşamımızı idame ettirebilmek için gerekli şeyleri kendimiz icat etmek zorunda kalırız ve bazen de ne kadar örgütlensek, zihinsel çaba sarf etsek bile hayvanların o doğal becerisine ulaşma imkânını bizden esirger. Yararlı ve keyifli olan her şeyde onların o hayvani akılsızlığı, bizim ilahî zekâmızın becerebileceklerinin tümünü kat kat aşar.
Aslında bu açıdan bakınca doğayı çok adaletsiz bir üvey anne olarak niteleyerek pek haksızlık etmiş sayılmazdık ama gerçek hiç de öyle değildir: Bizim insani örgütlenmemiz o kadar da yapısız ve düzensiz değildir.
Doğa tüm yaratıkları ayrıcalık gözetmeden şefkatiyle kucaklamıştır, içlerinde biri yoktur ki varlığını koruması için gerekli tüm imkânlarla donatılmamış olsun. Zira insanların artık o sıradanlaşmış yakınmaları sık sık çalınır kulaklarıma1 (ki dengesiz düşünceleri kâh bulutların üzerine çıkarırken kâh yerin yedi kat altına gömer bu insanları): Bunlara göre Doğa diğer tüm yaratıkları gereksinimleri doğrultusunda kabuklar, kozalar, kıllar, yünler, dikenler, deriler, havlar, tüyler, pullar, postlar ve ipeklerle sarmalarken bizler yeryüzüne çırılçıplak, bağımlı, eli kolu bağlı halde bırakılmış, örtünmek ve donanmak için diğerlerinin artıklarına muhtaç olan tek hayvanlarızdır. Doğa diğer canlıları saldırmak ve kendilerini savunmak için pençelerle, dişlerle, boynuzlarla hatta niteliklerine uygun şekilde yüzme, koşma, uçma, şakıma becerileriyle donatmışken insan kendisine öğretilmediği takdirde ne yürümeyi ne konuşmayı ne yemeyi ne de ağlamaktan başka bir şey yapmayı bilir:
Tum porro puer, ut sævis projectus ab undis
Navita, nudus humi jacet, infans, indigus omni
Vitali auxilio, cum primum in luminis oras
Nixibus ex alvo matris natura pofudit;
Vagitúque locum lugubri complet, et æquum est
Cui tantum in vita restet transire malorum.
At variæ crescunt pecudes, armenta, feræque,
Nec crepitacula eis opus est, nec cuiquam adhibenda est
Almæ nutricis blanda atque infracta loquella;
Nec varias quærunt vestes pro tempore cæli;
Denique non armis opus est, non mœnibus altis,
Queis sua tutentur, quando omnibus omnia large
Tellus ipsa parit, nataráque dædala rerum.
[Gemi çarpışması sonunda azgın dalgalarla
Kıyıya savrulmuş bir denizci gibi
Çıplak yatar insan yavrusu, konuşamaz
Yoksundur yaşama gerekli desteğinden dirimin
Doğa, doğum sancılarıyla onu ana rahminden
Güneş – ışıklı dünyanın kıyılarına attığında
Acı çığlıklar koparır –haklıdır da–
Ne dertlerle karşılaşacağını düşünürsek ileride
Oysa hayvanların tümü –evcil ve yırtıcı–
Şamata çıkarmaz, ninnilerle oyalanmak istemez,
Havaya göre giysi değiştirmez, silah kuşanmaz
Sur çekmez malını korumak amacıyla, çünkü toprak
Ve doğa her gereksinmesini cömertçe karşılar.]
Oysa bu yakınmalar yersizdir: Dünyanın düzeninde, hayvanlarla bizim aramızda göründüğünden daha eşitlikçi ve daha eşit düzeyli bir ilişki vardır. Bizim tenimiz de zamanın tahribatına en az onlarınki kadar dayanıklıdır, ki henüz giyim kuşamla tanışmamış pek çok halk da bunun kanıtıdır. Galyalı atalarımız pek giyinik sayılmazlardı ve komşumuz İrlandalılar da çok daha soğuk bir iklimde yaşamalarına rağmen Galyalılardan daha örtünmüş değillerdi. Hem buna en iyi kendimizden pay biçebiliriz zira kendi isteğimizle yele, havaya açtığımız pek çok uzvumuzun bu koşullara dayanabildiği ortadadır: Âdet olduğu üzere yüz, ayaklar, eller, bacaklar, omuzlar, baş. Soğuktan sakınılması gereken bir bölge varsa o da herhalde sindirimin gerçekleştiği mide olmalıdır. Oysa babalarımız o kısımları açıkta bırakırlardı ve şimdilerde hanımlarımız ne kadar zarif ve narin olsalar da çoğunlukla göbeğe kadar dekolte giyinirler. Çocukların sarılması ve kundaklanması da gerekli değildir: Lakedeimon’yalı1 anneler bebeklerinin uzuvlarına tam bir hareket özgürlüğü tanıyarak, onları hiç bağlamadan ya da sarmadan büyütürlerdi. Ağlamamız da diğer hayvanların çoğuyla ortaktır ve dünyaya geldikten sonra uzunca süre inleyip sızlandığı görülmeyen pek az canlı vardır; zira bu içinde bulundukları güçsüzlük haline gayet uygun bir davranıştır. Yemek yeme âdetine gelince, hayvanlarda olduğu gibi bizde de bu doğal bir davranıştır ve sonradan öğrenilmez.
Sentit enim vim quisque suam quam possit abuti.
[Çünkü her yaratıkta,
Uğruna yetilerini kullanabileceği
Amaçları sezme gücü vardır.]2
Kendi kendini besleyecek kadar güç kuvvet kazanmış bir çocuğun, yiyeceğini nasıl bulacağını bilmediğinden kim şüphe edebilir ki? Toprak, ekim veya başka bir müdahale olmaksızın gereksinimini karşılayacak kadarını üretir ve sunar ona. Bu her mevsimde geçerli olmasa da hayvanlar için de daha fazlasını yapmaz zaten. Karıncalarda ve diğer türlerde gördüğümüz, kıtlık mevsimleri için erzak biriktirme davranışı da kanıttır buna. Yeni keşfettiğimiz ve özel bir çaba ya da işleme olmaksızın elde edilen doğal yiyecek ve içeceklerden bolca nimetlenen insan toplulukları, bize ekmeğin tek gıdamız olmadığını ve çift sürmeden bile Doğa Ana’nın ihtiyacımız olan her şeyi sağladığını hatta belki de şimdilerde bunun üzerine kendi tekniklerimizi eklediğimizde elde ettiğimizden daha bol ve daha zengin bir şekilde sağladığını gösteriyor.
Et tellus nitidas vinetáque læta
Sponte sua primum mortalibus ipsa creavit;
Ipsa dedit dulces fœtus et pabula læta,
Quæ nunc vix nostro grandescunt aucta labore,
Conterimúsque boves et vires agricolarum,
[Besin sağlayan topraktır onlara can veren.
Güleç ekinler, şaraplar sunardı baharındayken
Tatlı yemişler, çayırlar sunardı insana.
Şimdi çabayla bile yetiştiremiyoruz bunları,
Öküzler bitkin düşüyor, rençberler bitkin.]
Oysa dengesizleşmiş, taşkın iştahlarımız, onu tatmin etmek uğruna giriştiğimiz her müdahaleyi aşıyor. Silahlara gelince, diğer hayvanların çoğundan fazla doğal silaha sahibiz, uzuvlarımız da çok daha fazla hareket çeşitliliği gösteriyor ve öğretilmeksizin, doğal olarak bunlardan çok daha fazla fayda sağlayabiliyoruz. Çıplak dövüşmek için eğitilmiş adamlar da diğerleri gibi kendilerini tehlikeye atarlar. Birkaç vahşi hayvan çeviklikte bizi geçse bile biz de diğerlerini geride bırakırız. Bedenimizi berkitme ve ilave unsurlarla koruma sanatını geliştirmemiz de bir tür doğal içgüdü sayesindedir. Nitekim filin savaşta kullandığı dişlerini bilemesi ve keskinleştirmesi de (zira bu amaca özel, başka hiçbir işine yaramayan dişleri vardır onun) bunu kanıtlar. Boğalar mücadeleye girişecekleri zaman eşinip etrafını toza dumana boğar. Yabandomuzları dişlerini sivriltir. Firavun sıçanı bir timsahla karşılaşmak zorunda kaldığı zaman bedenini adeta zırh gibi kabuk tutan, iyi yoğrulmuş ve sıkıştırılmış balçığa bulayarak korur. Öyleyse biz neden kendimizi ahşap ve demirle donatmanın doğal olduğunu söylemeyelim ki? Konuşmaya gelince, şurası kesin ki bu yeti doğal olmasa bile gerekli de değildir. Yine de şuna inanıyorum ki mutlak bir tecrit altında, her türlü insani temastan yalıtılmış halde büyütülecek bir çocuk bile (ki bu gerçekleştirilmesi çok güç bir deney olacaktır)1 düşüncelerini ifade etmek için bir tür dile sahip olacaktır ve Doğa’nın diğer pek çok hayvana bahşettiği bu olanağı bizden esirgemesi pek akla yatkın değildir; zira diğer hayvanlarda gördüğümüz, o seslerini kullanarak yakınma, sevinme, birbirlerini yardıma çağırma, birbirlerini aşka davet etme yetileri konuşmak değil de nedir? Neden hayvanlar kendi aralarında konuşmayacaklarmış ki? Bizimle gayet güzel konuştukları gibi biz de onlarla konuştuğumuza göre? Hele ki köpeklerimizle nasıl da türlü türlü konuşuruz! Onlar da yanıtlar bizleri. Kuşlar, domuzlar, öküzler, atlar için kullandığımızdan farklı bir dil ve farklı tavırlarla konuşuruz köpeklerle; hitap ettiğimiz türe göre kullandığımız deyimleri değiştiririz.
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Deneme Edebiyat
- Kitap AdıHayvanlara Övgü
- Sayfa Sayısı76
- YazarMichel De Montaigne
- ISBN9789750756467
- Boyutlar, Kapak13,5 x 19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2022
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Kitaplar ve Sigaralar ~ George Orwell
Kitaplar ve Sigaralar
George Orwell
Kitap satmayı meslek edinmek ister miyim peki? Her şeyi hesaba katarsak, işverenimin nezaketine ve dükkânda mutlu günler geçirmiş olmama rağmen – hayır. Kitap alma...
- Önsözler Kitabı ~ Jorge Luis Borges
Önsözler Kitabı
Jorge Luis Borges
“Bildiğim kadarıyla bugüne dek önsözle ilgili bir teori ortaya koyan olmadı. Bu ihmalden ötürü kaygılanacak değiliz ne de olsa hepimiz onun az çok ne...
- Tepetaklak: Tersine Dünya Okulu ~ Eduardo Galeano
Tepetaklak: Tersine Dünya Okulu
Eduardo Galeano
Eduardo Galeano insan onurunun, erdemliliğin, adalet duygusunun ve toplumsal belleğin yağma, talan, çıkar ilişkileri ve emperyal politikalarla alaşağı edildiği günümüzün “tepetaklak” dünyasında ayakta durmamız...