Hayatın Arenası
Baştan sona polisiye roman tadında…
Bizim gibi gelişmekte olan ülkelerde gazetecilik zordur. Soruşturmacı gazetecilik daha da zordur. Çok da tehlikelidir… Mine, ARENA’da haber peşinde koşarken bunların hepsini yaşadı. Kendisine silahlar doğrultuldu, yanı başında tabancalar patladı ama o ne korktu, ne de yılıp habercilikten vazgeçti. Defalarca ölümün kıyısında dolaşarak ekrana taşıdığı haber dosyalarını ayrıntılarıyla bu kitapta topladı.
Mine, ahlaklı, dürüst ve ilkeli gazeteciliğin adresi olan ARENA’nın kapılarını açmayı, okurla paylaşmayı boynunun borcu diye düşünmüş; iyi de düşünmüş!
Kitap, ifade hürriyetini, toplumun haber alma hakkının gasp edilmediği yılları, kamu denetiminin medya tarafından özgürce yapılabildiği zaman dilimini o kadar güzel anlatıyor ki, okur kendisini bir gerilim filminin kahramanıymış gibi hissedecektir.
Uğur Dündar
Sunuş
Mine Özbek, televizyon haberciliğinde efsaneleşen ARENA’da genel koordinatörlüğe kadar hak ederek yükselen, 16 yıl birlikte çalışmanın onurunu yaşadığım değerli meslektaşım… Bizim gibi gelişmekte olan ülkelerde gazetecilik zordur. Soruşturmacı gazetecilik daha da zordur. Çok da tehlikelidir… Mine, ARENA’da haber peşinde koşarken bunların hepsini yaşadı. Kendisine silahlar doğrultuldu, yanı başında tabancalar patladı ama o ne korktu, ne de yılıp habercilikten vazgeçti. Defalarca ölümün kıyısında dolaşarak ekrana taşıdığı haber dosyalarını ayrıntılarıyla bu kitapta topladı değerli kardeşim. Okurken ben de o unutulmaz haberleri dün yapmışız gibi yeniden yaşadım. Burada Descartes’in o ünlü sözünü anımsıyorum: “İyi kitaplar okumak, geçmiş yüzyılların en iyi insanlarıyla sohbet etmek gibidir…” Uğrunda savaştıklarımızın zamanla gerçekleştiğini görünce, hepimiz o ARENA’dan büyük keyifler aldık. Çünkü ekipçe “sessizlerin ve vicdanın sesi” olmaya yemin etmiştik. Gabo’nun dediği gibi, “Yaşadığımız çağın tanığı olmayı sürdürdük birlikte, omuz omuza, ekip ruhuyla…” Mine, baştan sona polisiye roman tadında kaleme almış büyük emek ürünü Hayatın Arenası’nı… Ahlaklı, dürüst ve ilkeli gazeteciliğin adresi olan ARENA’nın kapılarını açmayı, okurla paylaşmayı boynunun borcu diye düşünmüş sevgili kardeşim. İyi de düşünmüş! Hayatın Arenası kitabı, ifade hürriyetini, toplumun haber alma hakkının gasp edilmediği yılları, kamu denetiminin medya tarafından özgürce yapılabildiği zaman dilimini o kadar güzel anlatıyor ki, okur kendisini bir gerilim filminin kahramanıymış gibi hissediyor. Bir de jest yapmış ve kitabını bana ithaf etmiş. Var olsun… Keyifle okumanız dileğiyle…
Uğur Dündar
Gökyüzünde gelen teklif!
Elimde makyaj çantası, tuvalet kabinine doğru yönelmiştim ki Kartaler Kaptan’ın seslendiğini duydum. “Mineciğim gel bak, hava sahamıza girmek üzereyiz.” Muhtemelen şafak vakti için çağırıyordu. Makyaj çantasını mutfak tezgâhının üzerine bıraktığım gibi, soluğu kokpitte aldım. “Geldim.” Kartaler Kaptan’ın sırtı dönüktü. Bulutların üzerinde süzülen Airbus 340-300 geniş gövdeli uçağın mesul kaptanıydı İsmail Kartaler. İkinci pilota bir şeyler anlatıyordu. Beni görünce o meşhur kalın siyah kaşlarını havaya kaldırarak manzarayı işaret etti. “Etrafa bak, etrafa.” Gökyüzü tablo gibiydi. Manzarayı görünce duyduğum hayranlık onu mutlu etti. Gözlüklerini geriye itip muzaffer bir edayla koltuğuna yaslandı. Yüzündeki çocuksu tebessüm görülmeye değerdi. Kartaler en sevdiğim kaptanlardandı.
“Gizli komik” derler ya, aynen o kişilik. Özellikle genel kültürüne ve birikimine hayrandım. İngilizceyi Amerikan aksanıyla konuşur, yaptığı kusursuz anonslarla kabindeki herkesin dikkatini çekerdi. Haliyle uçuşlarda, “Kaptanımız Türk mü yoksa Amerikalı mı?” sorusu kaçınılmaz olurdu. Ben de her seferinde, “Tabii ki Türk efendim” demenin haklı gururunu yaşardım. “Bak kime diyorum! Kabinde işin yoksa hadi kap kahveleri de yanımıza gel Mine, kaçırma bu güzelliği!” Israrında haklıydı. Seyrine doyulmaz bir manzara gökyüzüne hâkimdi. Ben de zaten bakmaya doyamadım. Saatler süren zifiri karanlıktan sonra gözlerim adeta bayram etti. Japonya’dan dönüyorduk; doğan güneşin ülkesi dedikleri Japonya’dan. Uzakdoğu seferleri hep böyle oluyor işte. Uçuş bitmek bilmiyor. Uzay boşluğunda gidiyor gibisin. Şaka değil, 14 saattir yoldaydık. Türk Hava Yolları’nın 16 saatlik Osaka-İstanbul direkt seferini yapıyorduk. Dile kolay, neredeyse koca bir gündü, havadaydık.
Daha da uçuşun bitmesine iki saat vardı. Dinlenme odasından (crew-rest) yeni dönmüş, kendime çekidüzen vermeye çalıyordum. Servis bittikten sonra uçağın mesul kabin amiri (purser), ekibi iki gruba ayırdı ve sırayla bizleri yatakhaneye gönderdi. İşte o dört saatlik molada, bacaklarım dinlenmiş, keyfim yerine gelmişti. Derin bir uyku çekemesem de, uzandığım ranzada sağlam kestirmeyi başarmıştım. Şimdi, Kartaler Kaptan’ın dediği gibi bir kahve molasının tam da zamanıydı. Tezgâha bıraktığım çantamı kaptığım gibi tuvalete gittim. Ufak dokunuşlarla makyajımı tazeleyip, boynumdaki fulara şekil verdim. Yeniden mutfaktaydım. Uçağın demirbaşı hot cup, kaynıyordu. İlk hostes olduğumda çok şaşırmıştım. Evde kullandığımız su ısıtıcısına, uçakta hot cup diyorlardı. Sadece pet şişeden su koyup kabin ve kokpit ekibine çay kahve yapmak için kullanıyorduk elektrikli su ısıtıcısını. İşte o tezgâhta duran hot cup’ı, dinlenme molasından döner dönmez prize taktığımı unuttum. Suyun kaynadığını görünce mutlu olmuştum. Ciddi zaman kazandırdı bana. Çünkü kaptanlar kahve bekliyordu. Hemen üç bardak hazırlayıp elimdeki küçük tepsiyle kokpite döndüm. Kapıyı açar açmaz, ışık selinin ortasında kaldım. Güneş, mavi gökyüzünü delerken sarı, pembe, turuncu ve morların oluşmasına vesile oluyordu. Büyüleyici bir atmosferdi yaşadığımız.
“Nasıl, çağırdığıma değdi değil mi?” “Hem de nasıl… Muhteşem görünüyor.” İçimi çocuksu bir sevinç kapladı. Hemen kahve servisi yapıp kaptanların arkasındaki üçüncü koltuğa kuruldum. Manzaranın güzelliği karşısında sus pus olmuş, öylece oturuyordum. Görüntü nefes kesiciydi. “Yaşıyoruz bu hayatı.” Kartaler Kaptan öyle deyince, ikinci pilotla birlikte gülmeye başladık. O da bizimle güldü. Canım kaptanım… Haklıydı aslında. Elindeki kahve dolu karton bardağı, şık bir el hareketiyle şerefe manasında, neşeyle havaya kaldırdı. “Şu manzaralı kahve keyfini hiçbir şeye değişmem kaptanım.” “Yaşa be Mine. İşte bu kadar.” Ben de bardağımı tıpkı onun gibi hafifçe kaldırıp ortama uydum. “Şerefe kaptan.” Güzel duygulardı bunlar. Manzara beni de uzaklara götürdü. Gökyüzü kartpostal gibiydi. Renk cümbüşünde güneş de kendini iyiden iyiye göstermeye başladı. Uçmak güzel şeydi kim ne derse desin.
Mesleğimi aşkla yaptığım için bana ayrı bir keyif veriyordu. Ne garip, başlangıçta bir-iki yıl uçar mesleği bırakırım diyen ben, dört koca yılı geride bırakmanın sevincini yaşıyordum. Kısmet olursa beşinci yılımda terfi alıp, kendi uçağımın amiri olacaktım. Gerçi daha altı ayım vardı ama olsun. Zaman dediğin nedir ki? Göz açıp kapayıncaya kadar geçip gidiyor. Zaten ben dünyanın en güzel ülkelerine demir atmışım. Bir gün Amerika’dayım, bir gün Japonya’da. Ver elini Singapur Tayland derken, dünyayı turlayıp duruyorum. Tabii first class’ta uçmanın avantajları hep bunlar. Airbus 340’taki nöbet uçuşlarım çoğalınca haliyle ekstra ballı seferlere de gitmeye başladım. Mesela 12 gün süren Osaka-Bangkok yatısı şahane oldu. Mis gibi Japonya’ya varınca beş gün Osaka’da, sonra da Tayland’a geçip üç gün de Bangkok’ta kalıyorsun. Hepsinde ne eğlendim ne gezdim. Keza Londra-Ercan yatıları da aynı güzellikte. Yavru vatan Kıbrıs’ta şahane bir otelde konaklama, üstüne de üç günlük Londra yatıda, gönlümüzce eğlence… Bana göre kabin memurluğunun en güzel tarafı, uçaktan inince görevinin bitiyor olması. Dolayısıyla, onlarca gün gezmenin, tozmanın ve alışverişin tadına rahatlıkla varabiliyorsun. Bir de bu işin görünmeyen karanlık yüzü var. Şu saat farklarından dolayı çekilen uykusuzluklar, kronik yorgunluklar mesela. Onları ne yapacağız? Ben ne yapacağım? Beni de yoklamaya başladı.
Öyle yıpratıcı ki bazen dayanamayacağım hissine kapılıyorum. Sahi nasıl başa çıkacağım ben bu içimdeki gelgitler ile? “Hanımefendi daldınız uzaklara. İstanbul’a daha iki saat var. Hazır mısın diyorum, kabindeki final koşusuna?” Kartaler Kaptan’ın esprili sataşmasıyla birlikte düşüncelerimden sıyrıldım. “Hazırım kaptanım… Merak etmeyin. Hem de dört dörtlük hazırım.” Kahve keyfi için teşekkür edip başıma geleceklerden habersiz, kabine döndüm. Yolcuların yarısı, koltuklarını yatak pozisyonuna getirmiş uyuyor, diğerleri de film keyfi yapıyordu. Biri hariç. “Ne oldu size böyle, yardımcı olabilir miyim?” “Sülün lekesi… Çıkarmaya çalışıyorum. Arkadaşınız sağ olsun sodayla ıslatılmış el havlusu getirdi.” “En doğrusunu yapmış.” “Yanımda yedek gömlek yok. Deminden beri siliyorum ama çıkacak gibi değil.
Zaten insanın başına ne gelirse meraktan gelirmiş. Çıktığı kadar, ne yapalım.” Sağdaki ön koltukta oturan VIP yolcu bir yandan hırsla üstünü siliyor diğer yandan da başına gelenleri anlatıyordu. Adamcağız lekeleri çıkaracağım diye beyaz gömleğini öyle bir silmiş ki pantolonunun kemer hizasına kadar sırılsıklam olmuş. O kadar ki içine giydiği beyaz atlet ve göbeğindeki siyah kıllara kadar her şey belli oluyordu. Meğer yemekte servis edilen, teriyaki soslu sülünmüş buna sebep olan. Yolcumuz, servisi yapan kabin memuruna hayatında hiç sülün görmediğini ve çok merak ettiğini mümkünse ona yakından bakmak istediğini söylemiş. Porselen kokotun içinde servis edilen sülünü kabin memuru arkadaşım da maşayla ona doğru uzatınca, sülün kokottan kayıp baş aşağıya adamcağızın üstüne düşmüş. Gülmemek için kendimi zor tuttum, patlamak üzereydim. Hemen geliyorum diyerek mutfağa kaçıyordum ki; “Burada su kalmamış Mineciğim, ben gidip arkadan alıp geleyim. First tam kapasite olunca su yetişmiyor” dedi Tülay, haklıydı. Mutfağa ne kadar stok yaparsak yapalım 10 yolcu olunca, su tüketimi pik yapıyordu. Gülmemek için kendini zor tutan ben, “Ne olur sen dur, ben gidip alayım, yoksa birazdan gülme krizine gireceğim” dedim. “Neye gülüyorsun? Öndeki sülün kazasını mı diyorsun? Ay yazık, çok fena. Israr etmiş ille de sülünü yakından görmek istiyorum diye.” “Evet zaten hatasını kabul ediyor yolcu. Bir şey demedi.” “Diyemez tabii. Servis arabasından sıcak yemek kalkar mı hiç? Israr edince kızlar da göstermişler. Al sana yakın plan sülün. Olacak şey değil.” Tülay’ın son cümlesini perdeyi kapatırken duydum. Kahkahayı basmamak için resmen kaçtım.
Bir kelime daha etseydi, yüzüne patlayacak, katıla katıla gülecektim. Öyle ki yürürken VIP yolcuyu görmeyeyim diye bu defa öteki koridoru kullandım, hızlı adımlarla arka tarafa doğru yola çıktım. Yola çıktım derken şaka yapmıyorum. Uçağın uzunluğu 64 metre. Hafiften bakkala gidiyor edasıyla kabinde yürümeye başladım. Sular ekonomi bölümünün mutfağında stoklandığından, ancak 34 yolcunun seyahat ettiği business bölümünü geçtikten sonra ekonomiye varabilmiştim. Şöyle kafamı çevirip sağ tarafa bakınca, bir de ne göreyim, ön koltuklardan birinde aile dostumuz Cevdet Gümüşdere oturuyor; namı diğer Jimmy. En son altı ay önce New York’ta görmüştüm. Amerika’da herkes ona Jimmy der. 30 yıldır New-York’ta yaşayan bir iş insanı. Turizm pazarlamayla uğraşır. Uzaktan o da beni fark etmiş olacak ki bıyık altından kıs gülüyor. Ayaküstü selamlaşıp konuşmaya başladık. Tesadüfün böylesini hiç yaşamamıştım. Jimmy, Tokyo’daki işlerini bitirip, kısa bir tatil için İstanbul’a gidiyormuş. Demek ki kabine çıkmasam, uçaktaki varlığından bile haberim olmayacaktı.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Anı-Biyoğrafi
- Kitap AdıHayatın Arenası
- Sayfa Sayısı240
- YazarMine Özbek
- ISBN9786258380248
- Boyutlar, Kapak13x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviDoğan Kitap / 2022