Devrimin etkilerinin sıcağı sıcağına hissedildiği Rusya’da gazetelerde ve dergilerde yayımladığı anlatılarda Bulgakov, bazen anekdotlardan, bazen güncel haberlerden, bazense kendi hayal gücünden yola çıkarak değişmekte olan yoksul toplumun günlük yaşamını, sıkıntılarıyla ve mutluluklarıyla gözlemlemişti. Hayatımızın Bir Günü’nde derlediğimiz yazılar, bir modern ustanın kaleminden yazılmış bir dönem tanıklığı olmasının yanı sıra kasvetli yaşamları dahi çekilir kılan mizahın da enfes bir örneği.
İçindekiler
Kızıl Taç…………………………………………………………………………..11
Hayatımızın Bir Günü …………………………………………………….. 21
Ev Yapımı Votka Gölü…………………………………………………….. 31
Ölüler Yürüyor……………………………………………………………….. 41
Ayın Üçünün Gecesinde…………………………………………………..45
Hamamböceği ………………………………………………………………..65
Altın Kent………………………………………………………………………. 77
Bohem …………………………………………………………………………. 101
KIZIL TAÇ
Historia morbi
En çok güneşten, insanların bağırmasından, bir de tak tak sesinden nefret ediyorum. Sık sık çıkan tak tak sesinden. İnsanlardan o kadar korkuyorum ki gece koridorda bir ayak sesi veya konuşma işitince çığlıklar atmaya başlıyorum. Bu yüzden, odam koridorun ta sonundaki özel, sakin, evin en iyi odası olan 27 numaralı odadır. Yanıma kimse gelemez. Ama kendimi tehlikelerden daha da uzak tutmak amacıyla İvan Vasilyeviç’e, bana daktiloda yazılı bir belge vermesi için bir hayli rica ettim (karşısında ağladım). Razı oldu; bana, benim kendisinin himayesi altında olduğumu ve kimsenin beni oradan çıkarma hakkının olmadığını yazan bir kâğıt verdi. Ama doğrusu, bu imzasının etkili olacağına pek inanmıyordum. O zaman kâğıdı profesöre de imzalattı ve üzerine yuvarlak bir mühür vurdu. Bu başka bir konu. Cebinde kocaman mühürlü bir kâğıt bulunduğu için hayatta kalmış çok insan tanıyorum. Evet, Berdyansk’ta yanağı isten simsiyah bir işçiyi de, özellikle çizmesinin içinde yuvarlak mühürlü buruşuk bir kâğıt buldukları için sokak lambasına asmışlardı… Ama bu da bambaşka bir olay. O suçlu bir Bolşevik’ti ve mavi mühür bir suç mührüydü. Mühür, fenere asılmaya kadar götürmüştü işçiyi ve benim de hastalığımın nedeni olmuştu (huzursuz olmayın, hasta olduğumu çok iyi biliyorum).
Aslında, Kolya’dan çok önce bir şeyler olmuştu bana. Adamı astıklarını görmemek için uzaklaşmıştım oradan ama korkudan titreyen bacaklarım da benimle birlikte gelmişti. Kuşkusuz, o anda yapabileceğim bir şey yoktu ama şimdi olsa cesaretle şöyle derdim:
“Sayın general, siz bir hayvansınız! İnsanları asmaya kalkışmayın!”
Benim bir korkak olmadığımı, ölümden korkmadığım için mühürden söz ettiğimi, yalnızca bundan bile anlayabilirsiniz. Yo, hayır, korkmuyorum. Kendimi vuracağım, hem de yakında olacak bu çünkü Kolya usandırıyor beni. Ama Kolya’nın görmemesi, işitmemesi için yalnızken ateş edeceğim kendime. Başkalarının duyup gelmeleri ise… Bu başka bir şey.
Günlerdir hiç kalkmadan kanepede yatıyor, pencereden dışarı bakıyorum. Yeşil bahçemizin üzerinde bir boşluk var; karşıda penceresiz, kör sarı duvarı bana dönük yedi katlı dev bir bina, binanın çatısının hemen altında da kare biçiminde kocaman, paslı bir levha. Bir tabela bu. Dişçi laboratuvarı. Üzerinde beyaz dişler. Önceleri nefret ediyordum bu tabeladan. Zamanla alıştım. Onu yerinden kaldıracak olsalar belki canım sıkılırdı. Bütün gün görüyorum onu orada. Dikkatimi onun üzerinde yoğunlaştırıyorum, önemli birçok şey düşünüyorum. Ama sonunda akşam oluyor. Hava kararıyor, beyaz harfleri göremiyorum. Renksizleşiyorum, düşüncelerim gibi ben de dağılıyorum karanlığın içinde. Karanlık, günün korkunç ve anlamlı zamanıdır. Her şey sönüyor, birbirine karışıyor. Açık sarı kedi, kadife ayaklarıyla gidip gelmeye başlıyor koridorlarda ve ben arada bir çığlıklar atıyorum. Ama ışığı yakmalarına izin vermiyorum; çünkü lamba yanarsa bütün gece sarsıla sarsıla hüngür hüngür ağlayacağım. İyisi mi uslu uslu, yayılan karanlıkta en önemli, en son tablonun tutuşmasını beklemek.
Yaşlı annem şöyle dedi:
“Daha uzun süre böyle yaşayamayacağım. Farkındayım: Çılgınlık bu. Büyüksün sen ve biliyorum, onu sevdiğini biliyorum. Kolya’yı geri getir. Geri getir. Sen büyüksün.”
Ben susuyordum.
O zaman sözcüklerine bütün heyecanını, bütün acısını koydu.
“Bul onu! Böyle olması gerekiyormuş gibi davranıyorsun. Ama tanıyorum ben seni. Akıllı bir insansın, bunun bir çılgınlık olduğunun uzun zamandır farkındasın. Bir gün için getir onu bana. Yalnızca bir gün. Tekrar bırakacağım onu, gitsin.”
Yalan söylüyordu annem. Hiç tekrar bırakır mıydı onu?
Ben susuyordum.
“Tek istediğim, onun gözlerini öpmek. Öyle ya, nasıl olsa öldürecekler onu. Evet, çok acı. Benim çocuğumdur o. Başka kimden isteyebilirim bunu. Sen onun büyüğüsün. Getir onu bana.”
Dayanamadım, gözlerimi kaçırarak, “Tamam,” dedim. Ama annem koluma yapıştı, yüzümü göreceği biçimde çevirdi beni.
“Hayır, onu buraya canlı getireceğine yemin et.”
Nasıl böyle bir yemin edebilirdim? Ama aptalın tekiyim ben, yemin ettim:
“Yemin ediyorum.”
Annem çok korkuyordu. Bu düşünceyle ayrıldım yanından. Ama Berdyansk’ta yan yatmış feneri gördüm. Sayın generalim, kabul ediyorum, suçluydum, sizin olduğunuzdan daha suçluydum, yüzü isten simsiyah olan adamın korkunç hesabını vereceğim; ama kardeşimin bir suçu yok bunda. Daha 19 yaşında…
Berdyansk’tan sonra yeminimin gereğini yaptım, onu 20 verst1 ötede, nehrin kıyısında buldum. Olağanüstü güzel bir gündü. Köy yolunun yanık kokan yerden havalanmış beyaz tozu içinde bir süvari birliği ağır adımla yürüyordu. O en dıştaki sıradaydı, kasketini gözlerinin üzerine indirmişti. Hatırlıyorum: Bir mahmuzu neredeyse topuğunun üzerine düşmüştü. Kasketinin ipi yanağından çenesinin altına inmişti.
“Kolya! Kolya!” diye seslenip yolun kenarındaki hendeğe koştum.
Kolya ürperdi. Asık yüzlü terli askerler başlarını çevirip baktılar.
“A, abi!” diye haykırdı Kolya. Nedense hiçbir zaman adımla hitap etmezdi bana. Ondan on yaş büyüktüm. Ve her zaman sözümü dinlerdi. “Dur. İleride, korulukta bekle,” diye devam etti. “Hemen geleceğiz oraya. Birliği durduramam.”
Bölük acele ediyordu, onunla birlikte koruluğun açık bir yerinde dumanı içimize hırsla çekerek sigara içiyorduk. Sakindim, kararlıydım. Anlamsızdı bütün bunlar. Annem çok haklıydı.
Fısıldadım ona:
“Bari köyden dönün, benimle kente gel. Bir daha dönmemek üzere hemen ayrıl buradan.”
“Sen ne diyorsun, abi?”
“Sus,” dedim, “konuşma. Biliyorum…”
Bölük ata bindi. Yaylanarak siyah bulutlara doğru yürüdü. Ve uzaktan tak tak sesleri gelmeye başladı. Sık sık çıkan tak tak sesleri.
Bir saat içinde ne olabilir? Geri döndüler. Ve ben Kızılhaç çadırının önünde beklemeye başladım.
Bir saat sonra gördüm onu. Gene tırısla geliyordu. Ama bölük yoktu. Kardeşimin yanında, biri sağda biri solda mızraklı iki atlı vardı. Sağdaki süvari ona bir şey fısıldıyormuş gibi üzerine eğilmişti. Güneşten gözlerimi kısarak karşımdaki tuhaf duruma bakıyordum. Kardeşim gri kasketle gitmiş, kırmızı kasketle dönmüştü. Ve gün bitti. Karanlığın kalkanı çöktü. Üzerinde renkli bir başörtüsü vardı. Saçları da alnı da yoktu. Alnın yerinde parça parça perçemli sarı bir taç vardı.
Kardeşim, at üzerindeki kardeşim; başında kabarık, kırmızı bir taçla, yaylanarak gelen atın üzerindeydi ve sağ yanındaki atlı onu sıkı sıkı tutmuyor olsaydı resmigeçitte olduğu düşünülebilirdi.
Atın üzerinde mağrur bir duruşu vardı ama sanki bir şey görmüyor, duymuyordu. Bir saat önce aydınlık gözlerinin olduğu yerde ıslak iki kırmızı leke vardı…
Soldaki atlı telaşlıydı, sol eliyle yuları sağ eliyle yuları yavaşça Kolya’yı kolundan tutuyordu. Kolya sağa sola sallanıyordu.
Bir ses şöyle dedi:
“Ah, gönüllü adamımızı… Bir mermi parçası! Hastabakıcı, doktora haber ver…”
Hastabakıcı, içini çekerek karşılık verdi:
“Vay… Ne doktorundan bahsediyorsun sen, kardeşim? Papaza haber verelim.”
Bu arada siyah örtü daha da koyulaşmış, başındaki taca kadar uzamıştı…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Öykü
- Kitap AdıHayatımızın Bir Günü
- Sayfa Sayısı112
- YazarMihail Bulgakov
- ISBN9789750749315
- Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2021
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Ondancı ~ M. Sadık Aslankara
Ondancı
M. Sadık Aslankara
Kör olsaydım neleri yitirirdim sonsuzca? Sağır olsaydım ya da dilsiz? Burnum hiç mi hiç koku almasaydı ne yapardım? Kolsuz biri olmak nasıl bir şeydi...
- Bir Dükkânı Beklemek ~ Uğur Nazlıcan
Bir Dükkânı Beklemek
Uğur Nazlıcan
“Bir Dükkânı Beklemek” “… elimde filmler, cebimde kırıntılarla dolaşmasam, ben kendimin masal kuşu olmaktan, kendi yolumu kendime kaybettirmekten kurtulur muyum?” Uğur Nazlıcan ilk kitabı...
- Uzay Güzeli ~ Ayla Çınaroğlu
Uzay Güzeli
Ayla Çınaroğlu
Bora, kedisi Minnoş ve sevgili halası uzaylılar tarafından kaçırılırlar. Uzaylıların kötü bir niyeti yoktur aslında; tek istedikleri “güzel” sözcüğünün anlamını öğrenmektir. Peki sahiden ne...