Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Hayaletlerim
Hayaletlerim

Hayaletlerim

Gwendoline Riley

Kırklı yaşlarını süren bir akademisyen olan Bridget, kedisi ve erkek arkadaşıyla sakin bir hayat kurmuş, babasıyla görüşmeyi yıllar önce kesmiş, annesiyle ilişkisini ise senede…

Kırklı yaşlarını süren bir akademisyen olan Bridget, kedisi ve erkek arkadaşıyla sakin bir hayat kurmuş, babasıyla görüşmeyi yıllar önce kesmiş, annesiyle ilişkisini ise senede bir gün baş başa yenen doğum günü yemeklerine, arada bir yollanan kartlara indirgemiştir. Fakat çok az arkadaşı olsa da cemiyet hayatına inatla dahil olan, başından geçen iki evliliğin ardından yalnız yaşayan emekli annesi Helen artık daha fazlasını istemekte ve istediğini alana kadar vazgeçmemekte kararlıdır…

Çağdaş İngiliz edebiyatının ödüllü yazarlarından Gwendoline Riley, nevi şahsına münhasır karakterleri, kusursuz diyalog yazımı ve kara mizahıyla yıllar içinde kendisine sadık bir okur kitlesi kazandı. İhtiyaçları, hayalleri ve acıları birbirinden farklı olan anne kızın psikolojik bir savaşa dönen ilişkisini merkezine aldığı son romanı Hayaletlerim zaman zaman karanlık, rahatsız edici ve tekinsiz olabilen bu bağın haritasını ustalık ve acımasızlığa varan bir soğukkanlılıkla çiziyor.

“Yetersiz ebeveyne doğmanın günahı üzerine böylesine grotesk bir dürüstlükle yazılmış pek az roman okudum. Riley, karakterlerin ‘ifşa’ ettiklerinin mükemmel toplayıcısı… Ve bir atmosferi, bir ânı, bir sahneyi hızlıca tasvir ederken kendine has üslubunun doruklarına çıkıyor.”

-James Wood, The New Yorker

“Rachel Cusk ve Sally Rooney’nin acımasız, lafı dolan – dırmadan konuşan kadın karakterlerinin hayranı okurlar, Riley’nin son romanındaki geçinmesi zor ebeveyniyle

-inanılmayacak derecede kibirli bir baba ve yürek parçalayacak derecede kararsız bir anne- hesaplaşan anlatıcısında bir ruh eşliği bulacak.”

-LA Times

*

1

İngiltere’de “onun için hiçbir şey” yoktu.

“Kahramanlar için Evler’ yoktu. Yo, hayır. ‘Kahramanlar İçin Evler’ falan yoktu.”

Büyükannem bunu içerlemiş gibi söylerdi. Oradaysa annem de başını sallayarak büyükanneme hak verirdi: “Hiçbir şey yoktu, evet. Tek bir şey bile.”

Savaştan sonra Venezuela’da çalışan büyükbabamdan bahsederken böyle derlerdi. Büyükannemle büyükbabam orada, Maracaibo Gölü’nün doğu kıyısındaki Shell Petrol kampında sekiz yıl yaşamışlardı. Kaldıkları şirkete ait ev ahşap direkler üzerine yerleştirilmiş, dayalı döşeli büyük bir kulübeydi.

“Ven” de yaşadıkları dönemden kalma, büyükannemin apartman dairesine serpiştirilmiş çeşitli andaçları anımsıyorum. Meyve kâsesinde marakaslar, gazocağı rafında duran, sombreroları altında uyuklayan iki adam şeklinde ahşap kitap tutucular. Bu ikisi kollarını kavuşturmuş, yüzlerini gizlemiş, sırt sırta vermiş otururdu.

Fotoğraf albümleri fiskos masasının altında dururdu. Koloni Kulübü’yle tenis kortlarının, büyükannemle büyükbabamın neşeyle gülen Amerikalı arkadaşlarının fotoğrafları bu albümlerdeydi. Fotoğrafları büyükbabam çekmişti ama her ikisine ait beklenmedik şeyleri konu alan bakış açısı ortaktı bana kalırsa. Büyükannemin pek az fotoğrafı vardı. Sayfalar boyunca karadan çok gökyüzünü gösteren fotoğraflarla doluydu albüm; gümüşi gökyüzü göz kamaştırıcı ısının etkisiyle her nasılsa nabız gibi atar görünüyordu.

Annem 1949 yılı Şubat ayında Coromoto Hastanesi’nde doğmuştu. Ona dedemin annesinin adını verip Helen demişlerdi ama adını telaffuz etmeye çalışırken gururlu, tiz bir sesle ancak “Hen!” diyebilmiş ve böylece kendine bizzat yeni bir isim koymuştu. Heyecanlanan büyükannem cüretkârlık olarak değerlendirdiği bu hata karşısında doğal olarak çaresiz kalmıştı. Helen böylece Hen olmuştu. Azimli Hen. Dikkate değer Hen.

Her gün kantine giderken “Birkaç adımda bir durdururlardı beni,” diye anlatırdı büyükannem bana. “O kadar sevimliydi ki. Herkes öyle söylerdi.”

Zekiydi de. Hem büyükannem hem annem bunu özenle vurgulardı; annem hep sınıf birincisiydi. İngiltere’ye döndükten sonra, yeniyetmeliğinde yitirmeye başlamıştı bu üstünlüğünü. Mezuniyet yeterlilik sınavlarını vermekte zorlanmış, öğretmenlik eğitiminin ilk yılında tüm derslerden kalmıştı. Sınavlara yeniden girebilsin diye “yalvarmak, bildiğin yalvarmak!” zorunda kalmışlardı büyükanneme göre.

Anneme gelince, evden uzakta, Londra’da, ne isterse yapma özgürlüğüne kavuşunca “çılgına döndüğünü” söylemişti bana.

“Çıldırıverdim, delirdim,” demişti. Bir de,

“Altmışları hatırlayabiliyorsan orada değildin demektir!” Hen’in öğretmen olabileceğini kimse hayal etmiyordu bence, en başta da kendisi. Üniversitede öğretmenlik okumak “o zamanlar herkesin yaptığı şeydi” derdi bana, öfkeyle.

Sekreterlik yapmıştı. Sonra kuzeye dönüp bilgi işlem eğitimi almıştı. Yaklaşık otuz yıl boyunca Liverpool’daki Royal Sigortacılık’ta çalışmıştı; iş arkadaşlarıyla annem, daracık pencereli, kirli sarı bloklardan mürekkep çirkin binaya “Kumdan Kale” demeye teşvik edilmişlerdi.

2

Annem iş hayatında nasıl biriydi bilemiyorum. Hayal etmek de tahmin etmek de hâlâ zor geliyor. İşinden “nefret ettiğini” iddia ederdi. “Herkes işinden nefret eder Bridge,” derdi eskiden. “İstisnasız herkes.”

Sonraları, emekli olduktan sonra, ofise gitmenin onu hasta ettiğini söyledi. “Midem kesinlikle altüst oluyordu, evet,” dedi. “Neden ki?” diye sordum. “Benlik değildi,” dedi, kaşlarını çatarak.

Oturduğumuz yer için de aynısı geçerliydi. Orası da ona göre değildi. Banliyö insanı olmadığını söylerdi, başını sallayarak.

Yine de oradaydı işte. Karanlık, cumbalı, çöp kutularının yanında ortanca çalısı olan evde. Annemin yaptıklarının veya yapmış olduklarının “herkesin” yaptığı, “insanların” yaptığı şeyler olmasıydı hâkim söylem; “normal” olan buydu bu sözcüğü ısrarlı bir vurguyla telaffuz ederdi. Başka görüşlere fazla yer bırakmadan. İçinde bulunduğu koşullara duyduğu nefret değişimi teşvik etmiyordu; hatta eskiden bir anlamda tam tersi geçerliydi bana kalırsa.

Annem kuralları severdi. Kuralları, tüzükleri, sabit beklentileri severdi. Şöyle ifade etmek istiyorum bir köpeğin fırlatılan sopayı sevdiği gibi severdi bunları. Dizginsiz amaç buradaydı. Bu da, bir tür özgürlüktü. Kalabalığın, kitleye katılmanın rahatlığı da buradaydı. Kendini yalnız hissetmemenin, haksız duruma düşmemenin rahatlığı da öyle.

Sohbet ederken -veya sohbet etmeyi denerkende benzer bir hedefi var gibiydi. Doğru yanıtını, onaylanmış yanıtını bildiğini hissettiği soruları cevaplamaktan keyif alırdı. Bunu çok küçük yaşta anlamış ve ona bu doğrultuda sufle vermeyi öğrenmiştim. Dolayısıyla onunla konuşmak oyun oynamak veya birlikte tekerleme söylemek gibiydi.

“Tek çocuk olmayı hiç sevmiyordun, değil mi?” derdim örneğin. O da, “Ya, evet, nefret ederdim, evet,” diye karşılık verirdi. “Michelle’i doğurduktan sonra bir bebek daha doğurmak zorunda olduğumu biliyordum çünkü tek çocuğum olmayacağına eskiden beri yemin ederdim. Tek çocuk yapmak zalimlik bence.”

Veya, “Okul üniformanız nasıldı?” diye sorardim kim bilir kaçıncı kere, kendi okul formam için verilen listeye göz gezdirirken.

“Şöyle, seninki gibi lacivertti ama her devre farklı renkte kravat takardı ve ben de Windsor devresinde olduğum için kravatımız sarıydı … ama biz şapka takmak zorundaydık ve her gün yetimhanenin önünden koşarak geçmek zorunda kalırdım çünkü devlet ortaokulu öğrencilerini görünce taş atıp kovalamaya başlarlardı. Bir gün şapkamı kaybettim bu yüzden!”

Bu tür şeylerden kolay etkilenenler için büyüleyici bir tablo çizerdi: Yalnız başına bir tek çocuk, kâh şunu kâh bunu yapması gereken soluksuz bir küçük kız. Kolay etkilenen biri değildim ama bunları anlatmaya başladığında asıl hedeflediği dinleyici değilmişim gibi gelirdi bana. Aklında hitap ettiği başka biri vardı sanki. Bana öyle gelirdi. Hayatımızın ötesinde başka biri.

Sorularım birer replikten fazlasına dönüştüğünde veya ısrarla belli bir konunun üstünde durduğumda annem hemen bozulurdu. Kandırıldığını veya tuzağa düşürülmek üzere olduğunu anlamış gibi içine kapanırdı. “Sana ne ki bundan?” veya “Neden bu kadar hayret ettin ki?” derdi. Bazen de yalnızca kollarını başının üstüne koyar, bir çocuk parkı oyununda heykel gibi durmanın onu dokunulmaz kıldığını fark etmiş gibi kımıldamadan beklerdi.

Yalnız bana karşı böyle davranmazdı. Gittiğimiz her yerde sorgulanmaya hazır bir hali vardı. Komşulardan biri selam verecek olsa hem gücenmiş hem korkmuş görünürdü. Bir kasiyer kızın en önemsiz sorusunu bile korkunç bir kuşkuyla karşılardı. Konuyu çaresizce kapatmaya çalışırken kendini -kendini ve muhatabını köşeye sıkıştırmasını seyrederdim. Sözcükleri abartıyla vurgulayarak söyler, insanlara hak verdiğini göstermek için sözlerini keserdi. Yine, sınava tabi tutuluyormuş gibi davranırdı; sahip olduğu kadarıyla benliğinin söz konusu olduğu, dolayısıyla razı gelemeyeceği haince bir sınava.

Bu tür bir pusuya düşürülme riski yüzünden sinema veya tiyatroya gitmeye de tahammül edemezdi. Gençliğinde erkeklerin onu sinemaya götürmesinden “nefret ettiğini” söylemişti bana. Nedenini sorduğumda, “Sinemadan çıkınca ne düşündüğünü söylemen gereken o korkunç an yüzünden,” demişti. “Korkunç bir sessizlik içinde dışarı çıkarsın, sonra birinin ‘Filmi nasıl buldun?’ demesi gerekir. Öyle can sıkıcı ki.”

Anlatmaktan mutluluk duyduğu bir şeydi bu. Ona göre bu “doğru” bir cevap, güvenli bir konumdu. Yine, reddedişi bir şeyin kanıtıydı.

Eskiden ona eski erkek arkadaşları ve Londra’daki hayatı hakkında sorular sorardım. Bunların hepsi tek bir soruydu bana kalırsa: Neden babamı seçmişti? Neden onunla evlenmişti?

“Herkesin yaptığı buydu,” derdi soruyu doğrudan yönelttiğim zaman.

“O zamanlar yirmi altı yaşında bir kadına evlenmesi, koca edinmesi için nasıl müthiş bir baskı yapıldığını anlamiyorsun.”

“Büyükannem mi baskı yaptı sana?”

“Herkes. Herkes yaptı. O zamanlar öyleydi, Bridge.” “Çocuk yapmak da mecburiydi.”

“Evet, çocuk yapmak zorundaydın, evet.” “Sen de herkes gibi mi davranmak istedin?”

Bu soruyu sorduğumda kollarını başının üstüne koyardı. Bu kadar soru yeter, anlamında.

Orada olmayan şeyin varlığını itiraf etmek hazinesinden vazgeçmek anlamına gelecekti elbette. Bunu şimdi anlayabiliyorum. Bu yüzden o boşluğu gurur ve hasetle korurdu.

“İstediğini söylediğin her şeye kavuşamazsın,” derdi. Bir de, “Hayat adil değil. Hayat adil değil, haksız mıyım?”

Michelle’e tekrar tekrar şöyle derdi: “Bağırdığın zaman seni duyamıyorum. Hayır, hayır, bağırdığın zaman duyamıyorum seni.”

Veya şöyle derdi sürekli: “Şansına küs.”

“Şansına küs, haksız mıyım?” derdi.

Kendi deyişiyle ikimizden birinin “onunla uğraştığını” düşündüğü anda bu reçeteleri önemsiz şeylermiş gibi ortaya atıverirdi. Bu tavrı aşmanın yolu yoktu. Meydan okunduğunu hissettiği anda pantomime başlardı. Çenesini havaya kaldırırdı. Hiçbir ipucu vermezdi. Söylediğimiz veya sorduğumuz şeyler dinlenilmez, yorumlanırdı. Yalvarışlarım önemsiz saçmalıklar gibi karşılanırdı.

O?”

“Neymiş o?” derdi. “Ne çetrefilli bir laf, ne demekmiş…

 

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Şapkada Eriyen Bay Karp ~ Cary FaganŞapkada Eriyen Bay Karp

    Şapkada Eriyen Bay Karp

    Cary Fagan

    İster üstünde komik sözler yazan kahve fincanları, ister envaiçeşit farklı türde börtü böcek fosili, ne biriktirlerse biriktirsinler bütün koleksiyonerler biraz delidir. Topladıkları şeylerden kendilerine...

  2. Kar Havası ~ Jessica AuKar Havası

    Kar Havası

    Jessica Au

    Bir anne ve kızı yurt dışından Tokyo’da buluşmak üzere yola çıkarlar: Burada sonbahar akşamları boyunca kanallarda yürürler, tayfun yağmurlarından kaçarlar, küçük kafe ve restoranlarda...

  3. Yağmur Sonrası ~ Sarah JioYağmur Sonrası

    Yağmur Sonrası

    Sarah Jio

    II. Dünya Savaşı’nın tam ortasında yaşanan yasak aşk ve işlenen korkunç bir cinayet… Umut tükenmiş gibi görünse de ikinci şans her zaman vardır… Ya...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur