Hayalet Hikâyeleri bireyin uzun zaman susmuş geçmişinin yeniden dile geldiği öykülerle örülü bir kitap. Kimileyin ürkütücü, kimileyin yaralayıcı olan suskunlukların kendilerini dışa vurarak, artık o geçmişe sahip insanları sahipsiz bırakarak kendiyle yüzleşmeye ittiği öyküler bunlar. Bir Deli Ağaç ve Akışı Olmayan Sular adlı öykü kitaplarıyla romancılığı kadar öykücülükteki ustalığını da kanıtlayan Pınar Kür’ün kaleminden. “Bir kere bile dönüp baksaydın yüzüme… Bir kere bile dönüp bakmadın. Manasız mavi ışıltılı saçları okşadığını gördüm – hatta öptüğünü mü bile? Ne yapabilirdim? Fırlayıp zorla çekse miydim o saçları göğsünden? İnsan durduğu yerde büyük bir yükseklikten büyük bir hızla boşluğa düştüğü duygusuna kapılır ya… Biraz daha durursa yere güm diye çakılacağından, paramparça olacağından korkar ya… O anda söylenecek herhangi bir söz var mıydı?”
İÇİNDEKİLER
Hayalet Hikâyesi (Lanetli Ev)…………………………………….. 13
Düşman (Uyumak)…………………………………………………… 61
Edebiyat Neye Yarar? (Kına)………………………………………. 77
Gece Görüşmesi (Ziyaretçi)……………………………………….. 97
Ses (Sesler)…………………………………………………………….. 119
Gece gezen ölüler midir hayaletler,
yoksa ancak geceye sığınarak yaşamayı
sürdürebilen canlılar mı?
HAYALET HİKÂYESİ
(LANETLİ EV)
Kıyıda sıra sıra dizilmiş salaş lokantaların hepsi çok kalabalık ve gürültülüydü. Boş masalar vardı tabii ama bu patırtının içinde tek başıma oturmak istemedim. Neşeli kalabalığın ortasında yalnız başıma içki içmekten ne zevk alacaktım? Allahın sıcağında bütün gün dolaşıp aradığımı bulamadıktan sonra (ne aradığımı da doğru dürüst biliyor muydum ki?) canım sıkkındı. Teknedeki arkadaşlarımdan ayrıldığıma pişman gibiydim. Aslında kafamı dinlemek, bunu neden yaptığımı çözmek, ya da işte çözmeye çalışmak istiyordum. Kıyının cümbüşünden canımı kurtarmak için karaya doğru çok değil, kırk-elli adım atmamla birlikte sanki bambaşka bir dünyaya daldım. Bunun nasıl olduğunu kavrayacak zamanım bile olmadı. Patırtı-gürültü-ışıltı ânında yok oldu; yerini sessizliğe, hatta ıssızlığa bıraktı. Öyle keskin bir zaman ve mekân değişikliği ki sessizlik kulağında güm diye patlıyor, ıssızlık ânında sarıp sarmalıyor insanı. Nerden nereye geldim ve ne kadar kısa bir süre içinde? O parıltılı gürültü nerede kaldı, bu karanlık sessizlik neyin nesi? Küçük, belki de sevimli, kıyısını köşesini görebilsem, ola ki tarihini, dönemini tanımlayabileceğim bir meydanın ortasında durmuş, yönümü yöremi belirlemeye çalışıyorum. Gecenin bir saati – ki ben sabahın bir saatinden beri yönümü yöremi şaşırmışım…
Şeytan diyor öyle aptal aptal ayakta dikileceğine, şu taşların üstüne otur, bağdaşını kur, gelene geçene sor buranın nere olduğunu ve kendinin neden burada bulunduğunu. Tabii gelen geçen olsaydı… Derken, az ötede, az çok aydınlık bir bahçe gördüm. Beyaz çitler ve bodur bitkilerle çevrelenmiş bir bahçe… Kapısı aralıktı. İçerde bir kadın şarkı söylüyordu galiba. Sazsız, çalgısız, kendi kendine mırıldanılan bir şarkı… Bahçeye doğru yürüdüm. Çok geniş bir yer değildi, ama içerdeki masalar kıyıdaki meyhanelerde olduğu gibi birbirine tıkış tıkış yakın yerleştirilmemiş olduğundan mıdır, ferah bir görünümü vardı. Buraya meyhane demek yanlış olurdu galiba. Masalardaki örtüler, mumlar, çiçekler ve hatta her yandaki çiçekler, sahici bir evin sahici bahçesindeymişsiniz izlenimi uyandırıyordu.
Kapının önünde duraksadım, özel bir partinin davetsiz konuğu gibi hissettim kendimi birden. Masalardan birinden şişman bir kadın kalktı, gülümseyerek ve hâlâ şarkısını mırıldanarak yaklaştı. Şarkıyı kesmek istemediğinden mi, bana hangi dille hitap edeceğini bilemediğinden mi, elimden tutup boş masalardan birine işaret etmekle yetindi. Dolu masalar da aslında dolu değildi. Mumların üstünden birbirlerine eğilmiş fısıldaşan çiftler, alçak perdeden bir-iki kahkaha… Tek başına oturanlar da vardı. Kıyıdan uzaklaşmakla iyi etmişim… Oturup bir şeyler ısmarladıktan sonra çevreme göz gezdirdim. Bilemedin on masa, masadan çok saksı, düz yeşil bitkiden çok çiçekli bitkiler… Çiçeklerin çoğu kokulu olmalıydı. Kokuları ayırt edemedim. Karanfil de vardı, hanımeli de galiba ve başka bir şeyler… Saldırgan bir karışım değildi, sarıp sarmalıyor ama insanın üstüne üstüne gelmiyordu. Mumların yanı sıra renkli, küçük ampuller de yanıyordu, gene de aydınlık değildi ortalık,hatta bu gibi yerler için bayağ karanlık sayılırdı. Öteki müşterilere bakmamaya özen göstererek içkimi yudumluyor, yaşadığım garip günün anlamını çözmeye çalışıyordum. Yalnızca şarkı söyleyen şişman kadınla birkaç kez göz göze geldik. Her seferinde o kadar cana yakın gülümsedi ki, karşılık vermemek olası değildi.
Bir ara yanıma gelecek bile sandım. Ona bazı sorular sorabilirdim belki. Derken, bahçenin en dip ya da bana en uzak, köşesinden bir ses yükseldi. Ne söylendiğini anlayamadım ama bir kadın sesiydi bu. Şişman kadın, o âna kadarki ağır, rahat hareketlerinden hiç beklenmeyen bir çeviklikle yerinden fırlayıp o köşeye yöneldi. Seslenen kişinin yüzünü doğru dürüst göremiyordum ama bana baktığını hissediyordum – hem de gözünü kırpmadan. Mum ışığının hayal meyal aydınlattığı yüzün çizgileri pek belirgin değildi, yalnızca kaşların çatık, gözlerin parlak ve bakışların öfkeli olduğunu ayırt edebildim… galiba. Tanıdığım biri miydi? Çıkaramadım. Şişman kadın yanına oturmuş, ona doğru eğilmişti. Alçak sesle konuşurlarken bana bakmayı sürdürüyordu ısrarla; öteki de bir ona, bir bana çeviriyordu başını. Ne yapmam gerektiğini bilemedim. Gene de gözlerimi kaçırmadım tabii…
Serde erkeklik var ya. Kadehimi onlara doğru kaldırmadım ama, sakin sakin dudaklarıma götürdüm, şarabımdan bir yudum daha aldım, kadehi masaya bırakmadım. Bu tavrım bir meydan okuma mı, bir davet mi olarak algılandı, bilemeyeceğim, ama iki kadın da aynı anda başlarını çevirdi, bana bakmadan birbirleriyle konuşmayı sürdürdüler. Heyecanlı bir konuşma mıydı bu? Bana öyle geldi sanki. Kadehimi masaya bıraktım. Gözlerimi tabağıma çevirip hiçbir yere bakmadan yemeğimi yemeye koyuldum. Pek uzun sürmedi. Birazdan biri masamın yanında durdu ve başımı kaldırdığımda bir çift koyu mavi gözle karşılaştım.
Demin uzaktan seçemediğim yüzün çizgileri derin olmamakla birlikte sert, burun ve çenesi sivriye yakın incelikte, elmacıkkemikleri çıkıktı. Mavi gözlerin parlaklığı ise nerdeyse ürkünçtü. Ancak bakışlarda demin gördüğümü sandığım öfkenin yerine çok derin bir merak, merakın da ötesinde bir şaşkınlık varmış gibime geldi. Otuz saniye kadar öylece kaldı. Tabii ben de afallamış olduğumdan hemen akıl edemedim ayağa kalkmayı, bir şeyler söylemeyi. Kalkmaya davrandığımda sırtını döndü, bahçe kapısına yöneldi. Şişman kadın da arkasından. Ben öyle aptal aptal dikilirken öteki müşterilerin gidenlere değil de bana baktıklarını fark ettim birden.
Başka bir zaman, başka bir mekân olsa bir şeyler söyler, ola ki bir espri bile yapabilirdim. Tamamen salak değilim, ne de olsa. Ama işte o an salaklaşmıştım anlaşılan. Bu garip günün sabahından beri kendi yaptıklarımı bile anlamlandırabilmiş miydim ki, mavi gözlü kadının davranışlarından bir anlam çıkarmaya çalışayım? Onu tanımadığımdan, hatta daha önce hiç görmediğimden emindim yalnızca. Gerisingeriye yerime oturup önümdeki yiyeceklere saldırdım. On beş dakika kadar sonra yemeğimi bitirmiş, sigaramı yakmıştım ki, şişman kadın geri geldi. Masamın yanından geçerken kısaca baktı bana, gülümsemeden. Arkamda kalan mutfak bölümüne geçti hızla. Birkaç dakika geçmeden garson henüz istemediğim hesap pusulasını getirdi. Ve gitmedi. “Buranın müşterileri başka yerlerinkine benzemez,” dedi boğazını temizledikten sonra. “Yani burası aile gibidir.” Ters ters baktım adama. “Hanıma herhangi bir saygısızlıkta mı bulundum?” diye sordum. “Hayır beyim, estağfurullah. Yani bir yanlış anlama olmasın… Doktor hanım bizim ablamız gibidir… Engin Hanım’ın da çok yakın arkadaşı mesela. Siz yabancısınız diye söylüyorum, burada herkes çok sever onu. Lanetli evin kızı olduğuna bakmayın, onlara hiç benzemez. Fakir dostudur yani.
Benim ikinci çocuğumun hayatını kurtardı mesela… Ona bakarsan hanımın da…” Adamın beni suçlamaya değil, mavi gözlü kadının davranışını hoş göstermeye çalıştığını kavradım birden, hele de gözucuyla baktığım hesabın ne kadar az olduğunu görünce. Ama asıl ilgimi çeken “lanetli ev” lafıydı. Adamın “lanetli ev” dediği benim tekneden görüp karada aradığımda bir türlü bulamadığım yalı olmasın? Romanlarda, filmlerde lanetli evler uğultulu tepelerde olur, benimkisi bir yalıydı. Uzaktan gördüğüm anda nerdeyse büyülenmiş gibi takılıp kaldı gözlerim. Öyle, vay ne kadar güzel bir eski yapı, hangi tarihten kalma acaba, cinsinden bir merak değildi içimde uyanan. Hiç bilmediğim, tanımadığım bir duyguydu. Sanki bir çağrı… Ama kulağımla değil de gözlerimle işittiğim bir sesleniş… Hafif bir baş dönmesi mi, anlık bir göz kararması mı? Efsunlanmaya benzer bir şey… Hemen dürbüne sarıldım. Önce her şey flu, sonra… mercek ayarlarıyla oynadıkça yavaş yavaş beliren, keskinleşen çizgiler… ölü bir şeyin canlanması gibi sanki… ya da, uykudan uyanırken, rüyanın bir süre direnmesi… Taş duvarlar, kepenkleri kapalı pencereler, demir parmaklıklı bir… hayır… iki balkon…
Çok büyük bir bina, bir ucundan bir ucuna dürbünle gitmek bile vakit alıyor. Görkemli ama çok bakımsız… Metruk olabilir… Derken, alt katlarda bazı kepenklerin açık olduğunu fark ettim. Hatta pencereler de açıktı. Kabararak uçuşan beyaz perdeler… Nedense bir gelin duvağını çağrıştırdı bana. Evin önünden denize uzanan büyük bir bahçe vardı, ağaçlar cepheyi örtüyordu yer yer. Bu kıyılarda sık görülen bir mimariydi, öyle çok çarpıcı bir özelliği, farklılığı yoktu. Zengin Rumların on dokuzuncu yüzyılda Venedik palazzo’larına özenerek yaptırdıkları bu tür binalara daha önce de rastlamıştım. Beni böyle afallatan, anlaşılmaz biçimde çeken başka bir şeydi besbelli… ama ne? Üst katlardaki tamamı kepenkli pencerelere, boş balkonlara tek tek baktım merceği iyice yakınlaştırarak. Sonra, hayat belirtileri gösteren alt kata indim, açık olan pencereleri özellikle dikkatle inceledim gene tek tek, bahçeye açılan bir kapı aradım. Vardıysa bile ağaçlardan görülmüyordu. Uçuşan perdelerden başka hiçbir hareket yoktu. Köşkte birileri yaşıyorduysa bile, pencereye ya da bahçeye çıkmamışlardı. Derken, ağaçların bazılarının dikey değil de yatay olduklarını fark ettim. Kesilmiş ya da kurumuş değil, yeşili gayet canlı duran çam ağaçlarıydı bunlar ve yerden belki yarım, belki bir metre yükseklikte ama yere paralel olarak uzamışlardı.
Doğanın kurallarına tamamen aykırı bulduğum bu olgu, eve daha bir esrar kattı. Aslında esrar evin kendisinde değil, benim oraya ulaşmak için duyduğum karşı konulmaz çekimdeydi. Karşı koymadım zaten. Tekneyi yalıya yaklaştırma, hatta bahçeden denize uzanan pek kısa ve derme çatma görünüşlü iskeleye yanaştırma isteğimi kaptan kabul etmedi ama. Zaten asık suratlı, sevimsiz bir adamdı.
“Oralar sığdır, maazallah oturuveririz. Derinse bile, o iskele bu tekneyi tutmaz,” diye kestirip attı. Bunun üzerine marinaya girmekte direndim. Ama arkadaşlarım da bu koyda fazla kalmak istemiyorlardı. O taş binanın içini görmek, kapalı panjurların arkasında ne olduğunu öğrenmek dayanılmaz bir tutkuya dönüşmüştü durup dururken. Ya da tutku sözcüğü biraz aşırı mı kaçıyor? Çocuksu bir inat demek daha mı doğru? Ama önceden planlanmış bir yolculuğu böyle pat diye yarıda kesmek, çocuksu bir inattan daha fazla bir şeyler gerektirmiyor mu? Bilmem ki… “Madem öyle, siz devam edin. Beni dönüşte alırsınız,” diyerek herkesi (kendimi de) şaşırtan bir kararlılıkla tekneden ayrıldım. Ne ki bütün gün dolaştığım halde, yalının karadan girişini bulamamıştım. Dalgınlığımdan sıyrıldığımda garsonun hâlâ karşımda dikildiğini fark ettim. Aradan pek zaman geçmemişti anlaşılan, adam sabırsızlanmış gibi durmuyordu.
“Lanetli ev dediğiniz yer… hani kıyıda, eski, bakımsız bir köşk var… Orası mı?” diye sordum. “Eski evlerin hemen hepsi bakımsızdır beyim. Gerçi son yıllarda İstanbul’dan, Almanya’dan gelip satın alanlar oluyor. Avuç dolusu para döküyorlar, gâvurun evini bir şeye benzetmek için…” “Lanetli ev dediğiniz?..” “Onu kimse almaz… Zaten onlar da satmazlar. O evin lanetli olduğunu herkes bilir de, içindekiler bilmez… Bilmezden gelirler, bana sorarsan…” “Bu sabah tekneden dürbünle bakarken çok büyük bir yalı dikkatimi çekti de… Öyle sahipsizmiş gibi duruyordu.” Adam ilk kez sabırsızlanma belirtileri gösterdi. “Sahiplidir, sahiplidir,” dedi tabağımı, kadehimi toparlarken. Hesap pusulasına anlamlı bir bakış attıktan sonra, “Başka bir emriniz var mı?” diye sordu. “Doktor hanımın adı… Engin mi demiştiniz?” “Yoooo, Engin Hanım bu müessesenin sahibidir.” “Acaba kendisiyle görüşmem mümkün mü?” diye sordum para çıkarıp masanın üstüne koyarken. “Valla bilemiycem. Bütün hesapları kes, bu gece erken gidicem, dediydi ama… bir bakayım,” diye karşılık verdi masanın üstündeki parayı alırken. Engin Hanım’ı kalbim az biraz çarparak bekledim.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Öykü
- Kitap AdıHayalet Hikâyeleri
- Sayfa Sayısı152
- YazarPınar Kür
- ISBN9789750734953
- Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2022
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Kadından Kentler ~ Murathan Mungan
Kadından Kentler
Murathan Mungan
Kadından Kentler, Murathan Mungan´ın 16 kentte geçen 16 hikâyeden oluşan yeni kitabı. İçindekiler Kordonboyu’nda Ömer Çavuş Kahvesi 9 Adana Sıcağında Erguvanlar 17 Trabzon Burması...
- Ortadan Kaybolan Fil ~ Haruki Murakami
Ortadan Kaybolan Fil
Haruki Murakami
“Sana yardım etmeme izin verirsen bir şeyler değişebilir” diye fısıldadı cüce. “Nasıl bir yardım bu?” diye merakla sordum hemen. “Dans etmek. O kız dansı seviyor....
- Ben Burada Yapamam ~ Miray Aydın
Ben Burada Yapamam
Miray Aydın
Miray Aydın, ilk kitabı Ben Burada Yapamam’ın her öyküsünü sadeliğin gücüyle örüyor. Söylenememiş sözlerin boğuculuğuna, yük haline gelmiş ilişkilerin suskunluğuna, yalnızlıkla geçen çocukluklara dokunduğu...