Özlem Dikeçligil’in öykü dünyası ve ilk kitabı Hayalet Bakıcısı sizi şaşırtabilir. Bu öykülerin benzerlerini daha önce okumadığınızı düşünebilirsiniz.
Kitaptaki on öykünün her birinde bambaşka hayatlar, ilişkiler. Kaybolanın ardında bıraktığı boşluk ve bununla baş etme süreçleri öykülerin kesiştiği izleği oluşturuyor. Kabul etmeme, öfke, ikame etme, görmezden gelme gibi yas tutma biçimlerinin öznesi her zaman insan değil. Bazen bir an, bir dönem, duygu ya da eşya olabilir. Bazı durumlarda yas kendini bir kaygı biçimi olarak gösterir. Kişi geçmişte bıraktığı kendisinin yasını kaygılarla boğuşarak tutar… Ve okuduklarınızdan etkilenmemenin olanaksızlığını göreceksiniz.
Öte yandan öyle ayrıntılardan besleniyor ki öyküler. Bazen bir ilişki ânı, bazen çarpıcı, akla gelmedik bir ayrıntı o öyküyü okumak için yeterli neden olabilir. Zengin bir anlatı dili içinde.
Hayalet Bakıcısı’nı soluksuz okuyacağınızı düşünüyoruz, bu kitaptan sonra Özlem Dikeçligil’in peşini herhalde bırakmayacaksınız.
*
KÜÇÜK BİR TÖREN
Sekiz ay sonra aradı. Yağmurun bardaktan boşanırcasına yağdığı karanlık bir kasım gününde. Doğum gününde. Arada açıp aramalarına bakıyorum. Günde üç beş kere. Bazen on, yirmi kere. Daha çok baktığım da oluyor. Sonuçta kimseye bir zararı yok.
“Alo,” der demez, “Ne yapıyorsun?” dedi. Sanki daha dün konuşmuşuz gibi. Ben de daha dün konuşmuşuz gibi, “Hiç, öyle oturuyorum,” dedim. Kırgındım. Özlemiştim. “İyi,” dedi. Sonra geleceğimden hiç kuşku duymadan, “Sizin sokağın köşesindeki Manitu Kafe’deyim, şu turuncu tenteli olanda,” deyip kapadı.
Dizleri çıkmış eşofman altımı, kol altları sökük eski hırkamı çıkarıp üzerime daha düzgün bir şeyler geçirebilirdim ama yapmadım. Zaman kaybetmek istemedim. Saçlarımı ellerimle düzelttim, dilimle dişlerimin üzerini temizledim, üzerime paltomu giyip çıktım. Kafe yağmur buharının içinde kaybolmuş gibiydi. Bütün camları gri bir sisle örtülüydü. Ama ben yine de onun en arka masada oturduğunu gördüm. Saçlarını kestirdiğini, beyazlarının artmış olduğunu, çok zayıfladığını, masanın üzerine koyduğu ellerinin titrediğini de. Beni görünce ayağa kalktı, kollarını açtı ve sarılmamı bekledi. Sımsıkı sarıldım.
Karşısına oturdum. Bir süre hiç konuşmadık. Birbirimizi seyrettik. Sonra ben, “Doğum günün kutlu olsun, iyi ki doğmuşsun,” dedim. Bir sürü güzel şey söyleyebilirdim. Aradıktan kafeye gelene kadar yığınla şey düşünmüş ama kuracağım hiçbir cümlenin gücüne güvenememiştim. Ellerimi tutup avuçiçlerimden öptü, “Sahiden mi,” diye sordu. Yüzünün bütün halleri içinde en sevdiğim haliyle. “Evet,” dedim ben de, “iyi ki doğmuşsun.” Sesim biraz çatladı. Genzimden burun köküme doğru tuzlu bir sızı yürüdü. Kendimi tuttum.
O ânın nereye gideceği belirsiz savruk akışına izin vermedi. Önce garsona işaret etti, sonra bana dönüp, “Ne istersin, ne yiyip içelim,” dedi. Ellerini ceplerinin üzerine pat pat vurup, “Sağlamım merak etme,” deyip güldü. Daha önce belleğimde olan gülüşlerinden biri değildi. İçinde yabancısı olduğum bir şey daha vardı. Sevdiğim yemeğe biri taze kişniş koymuş gibiydi, dilimde sabun çiğnemişim gibi yabancı, irkiltici bir tat. Gözleri gene kısılmış, kenardaki kırışıklar bir yelpaze gibi sakallarının üzerine kadar açılmış, başını hep olduğu gibi gene sola yatırmıştı ama farklıydı.
Gazetedeki resminde de o gülüşün aynısı vardı. Limanından ayrılırken güvertede toplu halde çekilmiş bir fotoğraftan kırpılmış. Son fotoğrafı. Arkadaşlarından birinin ifadesiymiş. Resmin altında iki satırlık italik bir yazı. Zaten hepsi toplam on bir satırlık bir haber. Üçüncü sayfada sol alt köşede. İnsan gözünün sayfanın sağ tarafındakileri daha çabuk gördüğüyle ilgili bir yazı okumuştum. Görsel hafızada da sağdaki bilgileri saklama eğilimi varmış. Ama ben ilk sola baktım. Denizcilik şirketinin kısacık bir açıklaması. Sayfanın solunda olsa bile insan bunu nasıl unutur?
Kafede bana temiz olmak için önce geçmişini temize çekmesi gerektiğini söylüyor. Elleri masanın altında. Kahve içmek için yukarıya aldığında yaprak gibi titriyorlar. “Ama,” diyor, “önce seninle olanı.” “Tamam,” diyorum ben de. Ne dese tamam derim. “Nasıl olacak? Ne yapacağız?” Kahve bardağını ancak iki eliyle tutup dökmeden içebiliyor.
İki yıl önce her şeyimizi dağıttık. Surların arkasına gizlenmiş, geceleri önündeki harabelerde kimsesizlerin uyuduğu eve bir pazar sabahı kamyon geldi. Aylardan nisandı. Her şeyi ona yükledik. Bir depo ayarlamış. Omuzumda çantamla çıkıp babamın yanına döndüm. Sonra babam odasında nasırlarını kesip bulmacasını çözerken ben camdan sokağı seyrederek bizi düşündüm.
Bir törpü, biri ince uçlu küçük, öbürü neredeyse bahçe makası gibi büyük iki makas, bir kâğıt parçasına dikkatlice sarılmış jilet, tentürdiyot, sargı bezi, sarı merhem. Posta gazetesi bulmacaları, iyi açılmış bir kurşunkalem, silince iz bırakmayan, gazeteyi yırtmayan yumuşak bir silgi, yakın gözlüğü, kül tablası, sigara, çakmak. Çakmak birden fazla. Çünkü bazen mutfakta, ceplerinden birinde falan unutabiliyor. Bir de hep açık olan Halk TV. Babamın hayatı bu kadardı. Benimki bu kadar bile değildi. Camın önünde sigaranın birini yakıp öbürünü söndürerek sadece sokağı seyrettim. Bazen ayaklarımda benim de kesecek nasırlarım olsun istedim. Oyalanırdım. Yapacak bir şeyim olurdu.
O kış annem ölmüştü. Ölmesi uzun sürmüştü. İçimde sikışmış, nasıl çıkaracağımı bilemediğim bir keder vardı. Ben yokmuş gibi yapıyordum. Tehlikeli bir zamandı. Teyzemlerin yazlığında plaj büfesindeki dondurma kuyruğundaydım. Kulağıma doğru eğilip, “Az evvel delinin biri duvara soda şişesi fırlattı,” dedi. Dediğini duydum ama bana söylediğini anlamadım. Bu sefer yanıma geçip konuşmaya devam etti, “Karamelli bitmiş diye hem de,” dedi. Sıranın yanındaki ala-nı işaret etti, “Bak yeşil yeşil parlıyorlar, görüyor musun,” diye sordu. Tek görebildiğim sağa sola saçılmış havlular, şemsiyelerin üzerinden kuma düşmüş mayolarla çocukların kazdığı köstebek yuvalarına benzeyen küçük çukurlardı. Bazısının sağında solunda unutulmuş rengarenk kovalar, kürekler. Kırık cama benzeyen bir şey yoktu ortada. Sonra başıyla çıplak ayaklarımı işaret etti, gözlerini iyice açarak, “Çok fena batabilir ayağına,” dedi. Güldü. Şefkatli biri gibi güldü, çok şefkatli. Üzmeyecek biri gibi.
Mesafeli olmaya çalışarak, “Teşekkürler, dikkat ederim,” dedim. Cümlem daha bitmeden terliklerini çıkarıp ayaklarımin yanına koydu. Birinin topuk kısmı ucundan yarımay biçiminde kopmuş, siyah plastikten kocaman, eski terlikler. Üzerlerindeki bantta yarısı silinmiş beyaz baskıyla Armani yazılı.
Nasıl olduğunu anlamadan bileklerimden nazikçe tutarak terlikleri ayağıma geçirdi. “Ben nerelere sıçradığını gördüğüm için çıplak ayakla kalmamda bir sakınca yok,” dedi. O kadar çabuk oldu ki sadece, “Teşekkürler,” diyebildim. Öyle başladı. Hiç bitmeyecek gibiydi. Bir ölümden doğmuş yepyeni bir hayattı.
“Bir tören yapmamız lazım, daha doğrusu benim kendimi affetmem için şart,” dedi. “Küçük bir tören.” Masanın altında bacaklarını sallamaya başlamıştı. Fincanlar, kül tablası, sigaralarımızın dumanı, hepsi elleriyle, bacaklarıyla beraber sallanıyordu. Birazdan yanımdan kalkıp kısa süreliğine ayrılması gerekecekti. Hep öyle olmuştu. Uzun dakikalar süren kısa kayboluşlar.
“Neredeydin?” “Hiç.”
Artık nereye, ne için gittiğini biliyorum. Burada yapmaz ama. Küçük bir tuvalet. Ortak. Tezgâhın yanında. Kapısı doğ-rudan masalara açılıyor. Bakmıştır önceden. İlerideki benzin istasyonunun tuvaleti belki. Üç yüz metre ilerideki. Bu yağmurda şemsiyesiz. Olsun. Yapması gerekiyor. Yoksunluğu bir saate inmiş neredeyse. Saatine baktı demin. Huzursuzlandı. “Bekleyebilir misin biraz,” dedi. Beklerim. Daha önce de çok bekledim. “Tamam o zaman çok sürmez,” dedi. Elleri cebinde, yağmurun altında benzin istasyonuna doğru gidiyor.
“Nereye gitmiştin,” dedi babam. Gittiğimi duymadı. “Sana gazete almaya çıkmıştım,” dedim. Üzülmesin diye. Daha doğrusu üzüldüğümü anlamasın diye. “Gazete nerede peki,” dedi ellerime bakarak. İki yana açıp, “Unuttum,” dedim.
Bir saatten fazla bekledim gelmedi. Defalarca aradım. Hepsinde kapsama alanı dışında çıktı. Benzin istasyonuna gittim. Tuvaletlerin orada avazım çıktığı kadar, “Volkan,” diye bağırdım. Erkekler tuvaletinin kapılarını yumrukladım. Biri zaten boştu. Öbüründe şişman bir adam vardı. Sırtını duvara yaslayıp göbeğini çekebildiği kadar içine çekip bana değmemeye, benimle göz göze gelmemeye çalışarak çıktı içerden. Tehlikeli bir deliymişim gibi. Gene de o çıkınca arkasından tuvalete baktım. Kadınlar tuvaletine de. Mescide bile.
Ne töreni yapmamız gerekiyordu?
Ben çilekli aldım, o karpuzlu. İkimiz de ikişer top. O ödedi. Terlikler ayağıma çok büyüktü, kumda yürümek zor oluyordu. Havlumun durduğu yeri işaret ettim, “Yakın zaten, artık çıkarabilirim,” dedim. O da, “Yerine gidelim öyle, camlar buralara kadar sıçramış olabilir,” dedi. Dirseğimden tutarak yürümeme yardım etti. Bazen de omuzumdan. Sonra havlumun olduğu yere gittik. Birlikte dondurmalarımızı yedik. Yanıma oturdu. Kalkmadı. O yaz ve sonbahar. Sonra kışın Samatya’daki o evi tuttu. Terk edilmiş bir kuş yuvası gibi duran eski bir apartmanın dördüncü katını.
Ev sahanlıkla birleşmiş küf kokan bir salon, aydınlığa bakan ince uzun bir oda ile küçük bir balkondan oluşuyordu. Banyo ve mutfak fayanslarının çoğu dökülmüştü. Kalan üç dört fayanstan mutfağınkinin bej üzerine kırmızı çiçekli, banyonunkinin de açık mavi olduğu anlaşılıyordu. Bütün eşyalarımız ikinci eldi. Yatağımız biraz genişçe bir çekyattı. İki kişilik bile değildi. Çünkü ben o kadar âşık ve o kadar uyumluydum ki yok gibiydim. Uzun seferlere gittiğinde üç ay kadar ayrı kaldığımız olurdu ama o zaman da onunla sefere çıkmış olurdum. Apartman boşluğundan gelen güvercin seslerini dinleyerek bütün gün o çekyatta uyur, rüyamda hep batan gemiler görür, uyanınca sigara içer, sonra yeniden uyurdum. Ne okul ne dersler umurumdaydı. Onun sevgilisi olmaktan başka bir şey istemiyordum.
Döndüğünde beni çok özlemiş olurdu. Ne kadar da zayıflamıştım. O yokken hiç yemek yemiyor muydum? Akşama bana gemici yahnisi yapacaktı. Yanında da tereyağlı pilav, mercimek çorbası. Ya da balkonda mangal, gâvur dağı salatasıyla. İster miydim? Uzo da vardı, Gürcü şarabı da. Belki kıymalı puf böreği, revani, fırında köfte patates. O an artık aklina hangisi gelirse. Sonra tek kişilik çekyatımızda bana sarılır, nasıl her şeyin düzeleceğini, beni ne kadar çok sevdiğini, seferdeyken şahane planlar yaptığını, çok önemli kararlar aldığını, kesinlikle bırakacağını söylerdi. Süper bir hayatımız olacaktı. Hatta şu an bu hayatın ilk dakikalarıydı.
İnanmamak için neden daha çoktu. Yine de ben inanmayı seçerdim. Hem de her seferinde. Ama ya akşam ya da eğer şanslıysam ertesi gün ortadan kaybolurdu. Çünkü ye…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Öykü
- Kitap AdıHayalet Bakıcısı
- Sayfa Sayısı136
- YazarÖzlem Dikeçligil
- ISBN9786256469044
- Boyutlar, Kapak13.5 x 19.5 cm, Karton Kapak
- YayıneviNotos Kitap / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Ayak İzlerinde Adımlar ~ Julio Cortázar
Ayak İzlerinde Adımlar
Julio Cortázar
Pencere çerçevesinin üst kısmında bir damlacık beliriyor, onu bin sönük ışıltıya bölen gökyüzüne doğru titreşiyor, sonra büyüyor ve sendeliyor, düştü düşecek, ama düşmüyor, henüz...
- Taş Devri ~ Ali Teoman
Taş Devri
Ali Teoman
Ali Teoman’dan “yeni” bir öykü kitabı: Taş Devri Taş Devri, Ali Teoman’ın beşinci öykü kitabı. Gizli Kalmış Bir İstanbul Masalı (1991), İnsansız Konağın İkonu...
- Ateşle Yaklaşma ~ Kadire Bozkurt
Ateşle Yaklaşma
Kadire Bozkurt
Ateşle Yaklaşma, Kadire Bozkurt’un ilk iki kitabı Küçük Dertler ile Bir Kalbin Boyutları’nı bir araya getiriyor. Üçüncü öykü kitabı Buzkandilleri’nin hak ettiği büyük ilgiden...