“Seni sevdiğimi sana söyleyebilmeyi çok isterdim ama şu anda bunu yapabileceğimden emin değilim. Evet, seni seviyorum.
Sadece şu an böyle hissetmiyorum. Ama biliyorum. Hatta eminim…”
Elisabeth Sturm’un karabasanların tehlikeli dünyasına gözlerini açtığı ve onlardan birine âşık olduğu yaz çoktan bitmiştir. Colin aylardır kayıptır ve Ellie bitmek bilmeyen kıştan bunalmıştır. Tekdüze günler birbiri ardına geçerken geceleri onu rahatsız eden kâbuslar görmektedir.
Evde yaşadığı tatsız olaylar Hamburg’da yaşayan ağabeyinin yanına gitmesini gerektirir ancak oraya vardığında onu neredeyse tanıyamaz. Paul bitkin ve öfkelidir. Ellie onun kendisinden bir şeyler gizlediğini hisseder ve Paul’ün dünyasına girdikçe karşı karşıya oldukları tehlikenin büyüklüğünü fark eder. Artık kime güvenebileceğini bilemeyen Ellie, Paul için duyduğu endişenin ve Colin’e olan aşkının en kötü kâbuslarından daha korkunç sonuçları olacağından habersizdir…
***
S.J. Primus inter Pares için.
Çünkü bu kitap içimizdeki donmuş denizi kıracak balta olmalı (Franz Kafka)
***
GİRİŞ
Deniz gibiyim.
Senin üzerinde yükselecek ve her yönden seni kuşatacağım. Eskiden kendinden emin ve kaygısızca üzerinde yürüdüğün o köprü yıkıldığı zaman, sadece doğru anı bekleyip harekete geçmem gerek.
Şifanı bende bulacaksın, gelişime neden olan kadere minnettar olacaksın.
Sana ihtiyacım olduğunda, bana boyun eğeceksin. Ve bunu öyle sık yapacağım ki bensiz var olamayacağına inanacaksın. Çünkü seni besleyeceğim.
Sen beni görmeden, ben seni göreceğim.
Sadece bana, suyun dünyasına gel. Burada bizden başka hiç kimse yok. Birbirimize çok yakın olacağız.
En derin rüyalarında bile asla seni bırakmayacağım.
APATİ
ÖNSEZİ
“Bu kez farklı.”
Saatlerdir uyanıktım ve annemin attığı her adımı duyuyordum, bu cümleyi uzun süredir bekliyor olsam da korku iliklerime işlemişti. Kalbim bir anda deli gibi çarpmaya, midem bulanmaya başladı. Bu ana hazırlıklı olmak için çeşitli stratejiler geliştirmiş, zekice kanıtlar hazırlamış ve duruma hâkim olduğumu gösteren yüz ifadeleri üzerinde çalışmıştım. Ama bu anı yaşamak, üzerinde düşünmekten çok daha farklıydı.
Gözlerim kapalı, olduğum yerde kıpırdamadan kaldım. Babam gitmişti. Ortadan yok olmuştu desek daha iyi. Bu durum epey uzun sürmüştü. Birkaç hafta -tamam, bunu eskiden hep yapardı. Ama bu kez Noel’den beri ondan bir haber alamamıştık. Nerede olduğuna dair tek bildiğimiz, son bulunduğu yer olan Roma’ydı. Sözde Roma yani.
Roma kulağa zararsız geliyordu. Ama içinde bulunduğumuz durum hiç de öyle değildi. Annem ve ben bunu biliyorduk. Çünkü babam “bir şeyler bulabilmek” amacıyla Roma’dan ülkenin güneyine inecekti. Tessa güneyde yaşıyordu ve Tessa zararsız olmaktan başka her şeydi.
Ama fırtınanın ortalığı kasıp kavurduğu bu geceye kadar ikimiz de ağzımızı açmaya cesaret edememiştik. Babamla yaptığımız son telefon konuşmasından sonraki ilk günlerde bu konuda konuşmayı düşünmüş ama sonra vazgeçmiştim. Konuşmanın ne yaran vardı ki? Hiç. Ona ulaşamıyorduk. Annemin suskunluğunu bozmuş olması, bana sanki gizli bir anlaşmayı ihlal etmiş gibi geliyordu. Neredeyse bir ihanet gibi.
“Ellie, uyumadığını biliyorum.”
Öfkeyle yatağımda doğruldum. “Lanet olsun anne, bunu ikimiz de biliyoruz. Babam ara sıra kaybolur. Genellikle hiç beklemediğimiz bir anda da çıkıp gelir. Yanılıyor muyum?”
Fırtına kepenkleri tangırdatarak çatıda öfkeli bir rüzgâr estirdi. Tam yatağımın üzerine gelen tavan kirişleri gıcırdadı. Telefon kablosu metal bir tıngırtı çıkararak bacaya çarptı.
Gözlerimiz elimizde olmadan yukarı çevrildi, tavana baktık. Annem hafifçe iç geçirdi.
“Şimdiye kadar hep böyle oldu, tamam. Ama ilk kez bu kadar uzun süre yok oluyor, ta ki…”
“Lütfen sus!” diye annemin sözünü kestim, pencereye gidip gözlerimi şubat gecesinin zifirî karanlığına diktim.
“Ellie, kabul etmeliyiz…”
“Hayır!” Ellerimle kulaklarımı kapadım, bunu yaparken ne kadar budalaca ve çocukça göründüğümün farkındaydım. “Bu konuda bir şey duymak istemiyorum,” diye daha yumuşak bir sesle ekledim ama annemin gözlerine bakmaktan kaçındım. Onun soru soran çaresiz bakışlarına katlanamıyordum.
Söyleyebileceği şeyden korkuyordum. “İlk kez bu kadar uzun süre yok oluyor, ta ki…” Ta ki ne? Şimdi de bildiğim ya da bildiğimi sandığım şeyleri mi dinleyecektim? Ya da tüm olanları sadece uydurduğumu mu öğrenecektim?
Bildiğimi sandığım şey, artık bana öylesine saçma geliyordu ki çoğu uykusuz geçen gecelerimde sürekli aklımdan şüphe ediyordum. Bir karabasana âşık olmuştum. Colin’e. Colin Jeremiah Blackbum’e. Zaten partner seçiminde pek şanslı olduğum söylenemezdi. Ama bir karabasana âşık olmak, işte orada dur biraz.
Alnımı soğuk cama dayayarak bu yaz yaşadıklarımın üzerinden bir kez daha geçmeye çalıştım. Pekâlâ, Colin diye biri vardı. Birini sevmeye ve mutlu olmaya izni olmayan Colin. Çünkü bunu yaptığında Tessa çıkagelmişti -onu yaratan karabasan. O aslında sadece benim yüzümden gelmişti. Colin onunla dövüşmüş ama kazanamamıştı. Onu babamın kliniğine götürmüştüm çünkü orada güvenliydi ama açlıktan neredeyse ölecekti. Bu yüzden de kaçıp gitmişti.
Ah, evet, babam da bir yan karabasandı, bunu belirtmem gerek. Kötülüğü iyiliğe dönüştürmek istemiş, bu arada sırası gelmişken dünyayı da kurtarmaya niyetlenmişti.
Belli belirsiz başımı iki yana salladım. Tüm bu hokus pokus içinde inandığım tek şey varsa, o da Colin’i sevmiş olmamdı. Geri kalan her şey geçen haftalar ve aylarla birlikte gözüme gittikçe daha gerçekdışı görünmeye başlamıştı. Ta ki tüm bunları yaşadığımdan adamakıllı şüphe etmeye başladığım güne dek.
Çünkü elimde bunları doğrulayan gerçek bir kanıt yoktu. Evet, bacağımda Frankenstein’a taş çıkaracak bir yara vardı. Ama hasta raporunda bir yaban domuzunun saldırısına uğradığım yazılıydı. Sürek avında. Aslında öyle de olmuştu -tabii bunun yanı sıra iki karabasanın ölümüne dövüştüklerine ve erkek olanın dişi karabasanın boynunu beş kez kırdığına dair basit gerçeği bir kenara atacak olursak. Tessa’nın un ufak olmuş kemikleri tekrar bir araya kaynarken çıkan kuru gıcırtı beni hâlâ uykularımdan sıçratıyordu. Özellikle kemiklerin yerine oturduklan zaman oluşan o çatırtı yok muydu… Ama yaram öfkeli bir yaban domuzunun işiydi.
Yine Bay X de bir kanıt değil, sadece küçük bir işaretti. Colin onu bana şahsen getirip bırakmamıştı. Kedisi bana gelmiş ve daha sonra yanımızda kalmaya kendi karar vermişti. Zaten Colin ortadan yok olduğundan bu yana bütün gizemi uçup gitmişti. Tüm normal kediler gibi günde iki kez kaka kutusuna girip ardında leş gibi kokan küçük sosisler bırakıyor, sonra da sanki kumlarından yeni bir Neuschwanstein inşa etmek istercesine eşinip duruyordu. Boşuna. Yine her normal ev kedisi gibi kuru mamasını yiyor; evdeki kadınlara kulak arkalarını kaşıtıyor ve fazlaca büyük olan bu evdeki tüm halı ve örtüleri tırmıklayarak delikler açmaya devam ediyordu.
Belki Tıllmann bir tür kanıt olabilirdi. Ne de olsa bu maceranın üstesinden birlikte gelmiştik. Tessa’yı görmüştü, hatta neredeyse onun ağına düşüyordu. Kendisi izlemese de, beni arabayla ormandaki savaşa götürmüştü. Bu ayrıcalığa sadece ben sahip olmuştum, seve seve vazgeçebileceğim bir ayrıcalık. Tessa’nın içinde ne korkunç bir güç barındırdığını sadece ben biliyordum. Bir de Colin tabii. Bunu Colin de biliyordu ama o şu sıralar dünyanın bilmem hangi denizinde dolanıp duruyordu.
Evet, rüyaları gerçeklerden ayırma işinde Tillmann bana yardım edebilirdi. Ama o sadece birbirimizi uzaktan tanıyormuşuz gibi davranmayı seçmişti Daha kötüsü: Birkaç haftadır artık bizim okulda değildi. Onu en son Noel’den önce görmüştüm. Teneffüste karşılaşmıştık, çöp bidonlarının yakınında, geçen ilkbaharda onun kıçını kurtardığım yerde.
“Merhaba, Ellie, dedikten sonra yüzüme bile bakmadan geçip gitmişti. Aslında selam vermişti, beni yok saymadığı için yine de onu suçlayamazdım. Ama ikimizi bağlayan şey -Tessa’yîa buluşma- hakkında onunla konuşma çabalarım hüzünlü bir şekilde karaya oturmuştu. Aramıza engel koyuyordu. Neden, bilmiyordum Colin’in kaçışından birkaç hafta sonra da, aslında Tillmarınla birbirimizi pek de tanımadığımızı anlamıştım. Son derece sıradışı bir olayda yan yana yer almıştık. Yine de bu, bir dostluktan söz etmek için yeterli değildi. Şimdi bana karşı takındığı tavrın adı tam olarak buydu: Birbirimiz için sadece tanıdık biriydik. Fazlası değil.
Zaten yeni yıldan bu yana nerede yaşadığını bile bilmiyordum. Bunu Tillmann’ın babası Bay Schütz’e sormaya çekiniyordum. Kendisi aynı zamanda biyoloji öğretmenimdi ve onu oğluyla ilgili sıkıştırmaktan nedense utanıyordum. Ayrıca ikisi birbiriyle çok az görüşüyordu. Ona Tıllmann’ı sorarsam eski yaralan deşmiş olacaktım.
Hayır, kanıt falan yoktu, sadece Colin’in bana yazmış olduğu iki not ve iki mektup vardı. Ortadan yok olduktan sonra küçük, metal bir kutuya koyduğum dört kâğıt parçası. Kutuyu elbise dolabımın en arkasına itmiştim, gözüme görünemeyeceği kadar dibe. Çünkü onun satırlarını okumaya dayanamayacağımdan emindim. Kalbimdeki yaralar iyileşinceye, tüm sıyrık ve çizikler geçinceye dek beklemek istiyordum. Ama iyileşmiyorlardı. Sadece kabuk bağlıyorlardı ve ruhumun yaşadığı bir sarsıntıyla yeniden açılıp kanamaya başlamalarına yetiyordu.
Artık şimdi dolabımın içinde hiç kutu olmadığından korkmaya başlamıştım. Bu mektupların halüsinasyon görmekle geçen yaz aylarımın bir başka bilinç yanılsaması olmasından korkuyordum.
Annemle yapacağım açık ve aklı başında bir konuşma herhalde beni bulabileceğim en iyi kanıtlara götürürdü. Çünkü annem hiçbir şeyi uydurmazdı. Bunu çok iyi biliyordum. Yine de bunu istemiyordum çünkü bunun iki tür açıklaması vardı ve ikisinin de olasılığı yüksekti: İlk açıklamada Colin’in hiç var olmadığını, Tessa’nın bir kâbus olduğunu ve aklımı yitirmenin eşiğine geldiğimi öğrenecektim .Belki de Colin Cambion değil sadece psikopat olarak gerçekti. İkinci açıklamayı aklıma getirmeye cesaretim yoktu. Bu, tüm o ka rabasan karmaşasının, Tessa’nın gerçekten var olduğu ve babamın onun yüzünden gittiği anlamına geliyordu. Hayır, onun değil benim yüzümden. Çünkü Colin’i görmemi yasakladıkları halde anne ve babama karşı çıkmış ve böylece Tessa’yı uyandırmıştım. Babam da bunun üzerine onu ele vermeyi gerekli görmüş ve Tessa’nın yola çıktığını Colin’e haber vermişti.
Tüm bunlara ben neden olmuştum, başkası değil. Bunun suçuna katlanmam kolay değildi, tıpkı Colin’le geçirdiğim yazın kendi hayal ürünüm olduğu düşüncesine katlanamadığını gibi. Ona olan aşkım bile bir kanıt değildi. Grischa’ya da âşık olmuştum ama o da yoktu. Sadece adı bu olan bir çocuk vardı, bizim okuldaydı, bu kadan gerçekti. Ama onun gece gündüz rüyalarımda ortaya çıkan çocukla hiçbir ortak yanı yoktu. Tine de onu sevmiştim. Artık ikinci kez bir hayal ürününe âşık olduğuma inanmaya başlıyordum. Herhalde bu konuda özel bir yeteneğim vardı.
“Tamam, konuşmak istemiyorsun. Ama ben bir şeyler yapacağım.” Annemin sakin sesi beni didikleyip durduğum düşüncelerden koparıp aldı.
“Ne yapacaksın, merak ettim,” dedim öfkeyle arkama bakmadan.
“Doğruyu söylemek gerekirse, bu umurumda değil. Burada daha fazla eli kolu bağlı oturmayacağım. Zaten bu işin en nefret ettiğim tarafı, hep böyle oturmaktı. Yarın polise gideceğim.”
“Polis…” Kuru bir sesle güldüm. Sinir bozucu bir yavaşlıkla anneme doğru dönüp baktım. Kollarını kavuşturmuş halde dimdik yatağımda oturmuş, dikkatle beni süzüyordu. Yumuşak, yeşil-kahverengi badem gözleri odanın loşluğunda belli belirsiz parlıyordu. Dinlenmiş bir hali vardı. Onu daha önce hiç bu kadar dingin görmemiştim ve içimde ansızın ortaya çıkan bir dürtüyle bunun için onu suçlamak istedim. Babamın yaşayıp yaşamadığını sorgularken uyuyabildiği için öfkemi güçlükle zapt edebildim. Annem, onu tanıdığımdan beri doğru dürüst uyuyamamıştı çünkü bilinçaltında hep babamın onun rüyalarını çalabileceğinden korkmuştu. Bunu hiç dile getirmemişti ama böyle olduğunu biliyordum. On sekiz yıl boyunca ona engel olan bedeninin, şimdi bu arayı kapatıyor olması elbette doğaldı.
“Evet, polis. Belki bir kaza geçirdi ve tüm kimlik belgelerini kaybetti, belki İtalya’daki hastanelerden birinde yatıyor ve birinin onu arayıp sormasını bekliyor.”
Afallamıştım. Kanımın kaynayarak yüzüme yayıldığını hissedebiliyordum. Hastane mi? Kâza mı? Bunlar kulağa fazla normal geliyordu. Korkutucu derecede normal. O halde yaşadığım her şey gerçekten bir rüyaydı, öyle mi?
“Ya da onu…” annem öksürdü. Bense ansızın değil konuşmak, soluk bile alamayacağımı hissettim, “…intikam için kaçırdı.”
“O,” dedim boğuk sesle. Annem başını salladı.
‘Ama kendimiz bir şeyler yapmadan önce bütün her şeyi açıklığa kavuşturmamız gerek. Bana bu konuda destek olmanı rica ediyorum. Sadece ikimiz varız, Ellie. Polisle konuşurken beni yalnız bırakma.”
Annem her zamanki gibi kararlıydı ama sesindeki çıplak korkuyu ilk kez fark ediyordum. Pencerenin önünden çekildim ve onunla aramda uygun bir mesafe bırakarak yatağımın başucuna oturdum. Bana sarılma fikrine kapılmasını istemiyordum. Her dokunuş bana fazla geliyordu. Tenim gerginlikten karıncalanıyordu. Kalbim sanki iplerle bağlanmıştı ve dört bir yandan çekilerek esniyordu.
“Elisabeth,” dedi annem yumuşak bir sesle. “Bitirme sınavların için seni rahat bıraktım. Sana yük olmak istemedim. Noel’den önce çok hastaydın ve her şeye karşın yazılı sınavda başarılı olduğun için seninle gurur duyuyorum. Ama bir şeyler yapmamız gerek, anlıyor musun?”
Yanıt vermekten âciz bir şekilde başımı salladım. Demek zamanı gelmişti. Babamın başına bir şey geldiğini resmen kabul ediyorduk. Birilerinin bunun benim suçum olduğunu iddia etmesi de an meselesiydi. Annemin bunu iddia etmesi… ona kaçamak bir bakış attım. Ama gözlerinde sessiz bir şikâyet göremedim. Oysa içim sürekli kaynama halindeydi.
Bir şeyde kesinlikle haklıydı: Hâlâ iki kişiydik. Ağabeyim Paul her şeyin altına çoktan bir çizgi çekmiş, babasının karabasan hikâyelerinin tamamen bir saçmalık ve ruhsal bir hastalık başlangıcı olduğuna karar vermişti. Ona inanmıyordu. Babam zaten gitmişti.
Geriye annemle ben kalmıştık. Annem babamın ensesindeki yarayı biliyordu ve ondaki değişimi herkesten daha iyi fark etmişti. Bir insanın nasıl meleze dönüştüğüne tanık olmuştu.
Ama ben, ben bir Cambion’un kollarında uyumuş ve dudaklarımla onun soğuk tenine dokunmuştum. Bedeninde nabız gibi atan çağıltıyı dinlemiş, onun anılan içinde kendimi kaybetmiş, yanaklarımdan süzülen gözyaşlarını öpmesine, hayır… yemesine izin vermiştim.
Savaşta onun peşinden gitmiş, akla gelebilecek en güçlü ve kötücül bir karabasanı alt etmeye çalışmasını izlemiştim. Bu karabasan, onun öz annesiydi.
Anemin kararının gerçekten ne anlama geldiğini çok iyi biliyordum.
SORUŞTURMANIN SONU
“Yani bana kocanızın daha önce de ara sıra haftalar boyunca ortadan kaybolduğunu mu söylemeye çalışıyorsunuz? O zaman da mı bir haber vermemişti?”
Polis ağırlığını dolgun kıçının sağ tarafına verince koltuğunun eski püskü minderi tehlikeli bir şekilde gıcırdadı. Koltuğun bu ağırlık altında hâlâ parçalanmamış olması beni şaşırtmıştı. Bu berbat odadaki her şey ona göre fazla küçüktü; üzerinde yarısı dolu üç kahve fincanının durduğu çürük masa, önünde duran ve sürekli görmezden geldiği ince dizüstü bilgisayar, tombul ensesi üzerindeki buğulanmış küçük pencere hatta sağ tarafımızda duran çelik grisi dosya dolabı bile. Ama ona uyan bir şey vardı: Soğuk terin, lazer yazıcı ve tıka basa dolu küllüklerin solunum yollarımı yapışkan bir sis tabakası gibi tıkayan kokulan.
Daha önce hiç bu kadar şişman birini görmemiştim, en azından doğada. Bu nedenle ağzından çıkan sözcükleri izlemekte zorlanıyordum. Ona nadir bir böcekmiş gibi bakarken, aynı zamanda başımı başka yöne çevirmek istiyordum çünkü bu böcek gözüme son derece iğrenç görünüyordu. Yine de bize demek istediği şeyi anlayabiliyordum ve bu da beni öfkelendiriyordu.
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Dünya Edebiyatı Edebiyat Polisiye Roman (Yabancı)
- Kitap AdıHayal Kırıkları
- Sayfa Sayısı688
- YazarBettina Belitz
- ÇevirmenFiruzan Gürbüz
- ISBN9786053431053
- Boyutlar, Kapak14 x 21 cm , Karton Kapak
- YayıneviPegasus / 2013
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Zarif Bir Cinayet Gecesi ~ Agatha Christie
Zarif Bir Cinayet Gecesi
Agatha Christie
Stonygates’teki genç suçluların islah edildiği bir vakfın sahibi olan arkadaşı Carrie Louise’i ziyaret eden Miss Marple tehlikenin yak- laşmakta olduğunu hisseder. Bir gece suçlu...
- Bil Ki Hayat Virâne ~ İlyas Barut
Bil Ki Hayat Virâne
İlyas Barut
“Yaptım abi,” dedi, “yapmaz olur muyum? Bir akşamüstü mendirekte kayalara oturmuştuk. Çift kâğıdı sardım. Kafalarımız hemen güzelleşti. Deniz de nasıl biliyor musun? Çarşaf. Güneş...
- Peri Prensi ile Dans ~ Elise Kova
Peri Prensi ile Dans
Elise Kova
Perilerin kaderi artık Katria’nın ellerindeydi, peki ya onu kim kurtaracaktı? NE AŞKA İNANIYORDU NE DE PERİLERE FAKAT HER İKİSİ DE ONU ÇAĞIRIYORDU Aşkı yalnızca...