“Şehrimizde yaşam acelesiz bir tempoda sürerdi. Evimiz kahveler ve tavernalarla çevrili küçük üçgen bir meydanı olan şehir çarşısına yakındı. Hemen hemen her gün oradan geçerdim. Çarşının demirbaşlarından biri her renk ve şekilde acadele satan bir Türk şekerleme satıcısıydı.”
Eugenia Popescu-Judetz müzikolog ve sanat tarihçisidir. Yıllarca Pittsburgh Duquesne Üniversitesi’nde Doğu Avrupa ve Türkiye’nin halk müziği ve seyirlik sanatları üzerine dersler vermiştir.
Hatırat-Tuna Boyunca Anılarla Ezgiler, şehirler ve kişiler ekseninde gelişen bir anı kitabıdır. Eugenia Popescu-Judetz’in hayatında önemli yer tutan Cantemir’den Sarı Saltık’a, Panait Istrati’den Yaşar Nabi’ye kadar birçok kişiye; Bükreş’ten İstanbul’a, Adakale’den Dobruca’ya kadar birçok şehre bir minnet borcunun ifadesidir.
Kitapta ayrıca, eşi Gheorghe Popescu-Judetz ile yıllar süren derleme çalışmalarının öyküsünü, bu müziklerin notalarını ve kitabın ekindeki CD’de de bu müziklerden örnekleri bulabilirsiniz.
***
Demirkapı’daki Ada
Motor sustu; havada nehrin fısıltısı yankılandı. Küçük buharlı gemi iskeleye yanaşmak üzere sıraya geçti. Güvertedeki yolcular uzun uzun baktılar ve dinlediler. Her şey, göz kamaştırıcı bir ışık huzmesi ağına yakalanarak durakladı. Güneş, yeni boya kokan parmaklıkların arasından pırıldadı ve parlak güvertenin üstüne yansıdı. Aniden, gözlerimin önünde, yeşilimsi su yatağının üzerinde uzanan bir cennet bahçesinin mutluluk dolu resmi canlandı. Nehrin göğsünde kucakladığı coşkulu görüntü her iki kıyıdaki dik dağlarla sarmalanmıştı. Adakale ordaydı, Tuna’nın Demirkapı’sındaki ada. Düz ve dar kumlu bir toprak şeridinden ibaret olan bu küçük ada, Demirkapı’nın yukarısında, Orşova’nın aşağısında, Cazane (Kazan) diye bilinen boğazların tehlikeli girdaplarının yakınında yer alıyordu. Parıldayan güneş ışığı altında Adakale, her türlü harikanın saklanabileceği bir periler diyarının yolunu işaret etti…
Tuna’nın üstünde, Romanya’nın Banat bölgesinde yer alan Baziaş’ta bir kız izci kampına katıldığımda on iki yaşlarındaydım. Kampın sonunda, bizim kız izci grubuyla nehir kanalında akıntı yönünde bir tekne gezisi yaptık ve adayı keşfettik. Karaya çıktık ve köyün küçük, temiz evlerinin ve arkalarında uzanan gizemli bahçelerinin özenle sıralandığı dar sokaklarının etrafında bir süre yürüdük. Köy huzur ve sessizlikle korunmuştu. Pazar yerinde küçük kahveler, Türk şeker ve tatlıları satan pastaneler ile turistlere hatıra eşya satan hediyelik eşya dükkânları vardı. Umulmadık bir yerde doğuya özgü ilginçliklerle dolu bir pazar. Satıcılar, siyah ipek bir saçakla süslü, eski kırmızı Türk fesleri ya da türban, nakışlı ilice (yelek) ve belde geniş bir kuşakla tutulan bol poturi (şalvar) giyiyorlardı. Bir kartpostal resmi için hazır görünmekteydiler. Sadece göz ucuyla, sokakta aceleyle yürüyen, siyah feregea (ferace) ile tamamen örtünmüş bazı kadınlar gördüm.
Merakla dar sokaklarda gezindik ve küçük kahvelerin pencerelerinden baktık. İçin için yanan korların üzerinde, sıcak bir kum tepsisinde bakır ibric’i yavaşça gezdirerek, geleneksel Türk tarzıyla kahve hazırlayan satıcıları seyrettik. Bazı erkekler narghilea içiyordu, diğerleri sigaralarını üflüyorlardı veya table (tavla) oyununa dalmışlardı. Gözetçimiz, pazardaki, adada yapılmış narin, el yapımı nakış işleri ve süslü ciubuceleri (çubuk) sergileyen hediyelik eşya dükkânlarını dolaşmamıza izin vermişti. Biz kızlar, her şeyden çok, dükkânlarda satılan tatlılara kapıldık ve halva, rahat ve sugiuc (sucuk) çeşitlerinden bol bol yemenin keyfini çıkardık. Tatlıya doyduktan sonra, yıllar boyunca hazine gibi sakladığım, üstünde Suvenir din Ada-Kaleh yazılı, oymalı bir sigaralık satın aldım.
Bu gizemli adaya ziyaret, Romanya ve Yugoslavya arasında, Tuna’nın ortasında saklı büyülü dünyaya merakımı körükledi. Şimdi Romen topraklarının bir parçası olan bu Türk adasının, sonraki zamanlarda belleğimi peşinden sürükleyecek eşsiz güzellikte bir çekiciliği vardı.
Hakkında kimsenin fazla bir şey bilmediği bir yer olan bu ada, yaklaşık altı yüz kişiden oluşan sabit nüfusuyla, izi sürülmemiş, yabancılarla kuşatılmış, izole bir Türk bölgesi olarak kalmıştı. Köyün tuğla ve çamur sıvalı evleri, Türk kalesinin görkemli bir geçmişi canlandıran hâlâ ayaktaki kalıntılarıyla tezat oluşturuyordu. Tahrip olmuş hisar hendekleri, tüneller ve topçu mevzilerinden oluşan bir labirent, manolya ağaçları, leylak çalılıkları ve çiçek patikaları arasından kıvrılarak tarihin içine uzanıyordu. Tuğladan ve taştan yapılmış eski kalenin kemerli geçitleri, ağaçların gölgesinde ve çalılıklar arasında varlığını sürdürmüştü. Bütün manzara, III. Selim tarafından yaptırılan yüksek duvarları ve göğü delen minaresiyle heybetli caminin egemenliği altındaydı. Adakale, doğuya has özellikler ve macera arayan meraklı ziyaretçi ve turistleri çekerdi. İklim yumuşaktı ve hava insanın içine işleyen nemle doymuştu. İncir ve akasya ağaçları, kavaklar, çok sayıda salkım söğüt ve bataklık sazları vardı. Yerliler biraz buğday ve mısır, çok çeşitli meyva ve değişik türlerde üzüm yetiştirirlerdi. Adakale üzümleri, Adakalka adı altında, kuzey Sırbistan pazarlarında çok tutulurdu. Adalılar yetiştirdikleri ürünleri düzenli olarak Orşova ve Kladovo pazarlarına ve diğer komşu kasabalara götürür, küçük bir kârla satarlardı.
I. Dünya Savaşı’ndan sonra, köyün naibi ve nüfuzlu girişimcisi Ali Kadri’nin yerel sigara fabrikasında yapılan, Adakale’nin kokulu sigaraları, önce Ferdinand adı altında, sonra Ada-Kaleh etiketiyle Romanya’da tanınmaya başladı. Tütün Adana’dan ithal edilirdi ve sonraları Banat ve Oltenia’dan getirilmeye başlandı. Adanın nüfusunun büyük bir kısmı bu fabrikada çalışırdı. Genelde Adakale’nin erkekleri cesur gemiciler ve balıkçılardı. Çoğu, geçimini Orşova’nın rıhtımlarında liman işçiliği, teknelerde kahvecilik yaparak ve nehir kasaba ve köylerinde Türk tatlıları satarak elde ederdi. Bazıları, genellikle gemileri Demirkapı geçidinden geçirmek için tutulan korkusuz kaptanlardı. Hemen hemen her erkeğin, geniş altlı bir Türk kayık tipi olan, bir veya iki kişinin kürekle çektiği ve sekiz yolcuya kadar oturma kapasitesine sahip bir teknesi vardı. Günlük uğraşlarının yanısıra, çoğu gemicinin geceleri yaptığı ve yönetimdekilerin göz yumduğu kaçakçılık işi kârlı bir uğraştı. Çok miktarda tütün, sigara, kahve, tuz ve içki adaya tekneyle kolayca getirilir, eski kalenin tünellerinde depolanır veya kıyı boyunca saklı köşelerdeki salkım söğütlere bağlı teknelerde gizlenirdi. Sazlar ve dallarla kamufle edilmiş kaçak mallar jandarma ve gümrük görevlilerinin meraklı gözlerinden kaçardı. Sonra gemiciler gecenin karanlığında adadan Tuna’nın kuzey ve güney kıyılarına gider-gelirdi. Kaçakçılık, bölge için belirleyici bir özellik ve nehrin her iki yakasındaki hemen hemen bütün kasaba ve köylerde yapılan, herkes için büyüyen bir imkân haline gelmişti. Her köyün kendi tescilli kaçakçıları vardı ve bunlar kendi bölgelerinde bütün operasyonu emniyetle organize ederlerdi.
Sınır muhafızları bu işe göz yumar, alıcılar da kâr ederdi. Adalılar öyle becerikli ve akıllı kaçakçılardı ki yaptıkları iş o yörenin kültürüne ilham verdi. Birçok inanılmaz hikâye ağızdan ağıza dolaştı. Bir süre için yönetimdekiler, adalıların nehir yatağının altında, mallarını adadan komşu bölgelere hızla taşıyabildikleri bir tünel inşa etmiş olduklarından bile şüphelendiler. Kaçakçılık işi adanın son günlerine değin kolaylıkla büyümeye devam etti.
Demirkapı’nın muhteşem görüntüsü, gezginleri ve gemicileri yüzyıllar boyunca aynı şekilde büyülemişti. Nehir Demirkapı’da dağlardan kurtulduğunda, taş duvarlardan müthiş yankılar yansır ve öfkeli bir çınlamaya dönüşürdü. Nehir, akıntıların arasından dönerek, nehir yatağından yükselen yüzlerce keskin kayanın arasından inanılmaz hızda akardı. Cazane’daki girdaplar, köpüklü su çağlayanlarını kayaların üstünden yuvarlar ve geçidin dar yarlarına sağır edici bir yankıyla çarptırarak müthiş bir gürleme çıkarırdı. Su alçakken büyük kayalar, ötekiler sadece birkaç santim aşağıda sinsice saklanırken, ortaya çıkarlardı. Keskin kayalar hızla akan nehri köpüklü kızgın su kütlesi halinde binlerce girdaba parçaladığından, birçok gemi kazasına sebep oldu. Yankılanan seslerin patlaması doğaüstü bir görkem senfonisi halinde haykırırdı. Kayaların etrafında dansederek dönen beyaz köpük havayı yarar ve büyük bir su zerreciği bulutuna dağılarak etrafta dönerdi. Dönen dalgalara ve çağıldayan yankılara bakan Demirkapı, tanrılara yaraşır bir mekân gibi görünürdü.
Romancı Mór Jókai, Demirkapı’nın “ilahi müziğini”, kendi tekdüzeliğinde sessizlikle boy ölçüşen ve Tanrı kelamını yankılayan ebedi bir kükreme olarak tanımlamıştı. Dönen nehir, kaya duvarları arasında vals yapar, dumanlı ve köpüklü çağlayanlar arasından kayadan kayaya parçalanarak akar. Tanrıların eseri Demirkapı, çıldırtıcı bir dansa kapılmış çağlayanlardan sütunlarıyla devler tarafından inşa edilmiş bir katedral gibi yükselir. Köpüklü dev dalgalar çarptığında, kayalarda gürleme sesleri kırılır ve hızlı rüzgârlarda seslerini yankılatırdı.
Cesur gezginler ve dünya gemicileri tehditkâr kaya duvarlarıyla çevrili tehlikeli geçit için gizemli bir huşu hissettiler. Romen ülkelerine seyahat eden Evliya Çelebi Demirkapı’nın ürkütücü girdaplarından ve orada gemiciliğin tehlikelerinden bahseder. “Çok korkunç ve tehlikeli bir yerdi. Rum, Arab, Acem ve bütün Frenk gemicileri arasında meşhur Tuna girdabıdır.” Evliya Çelebi, girdapları kendi gözleriyle gördüğünü vurgular. Adakale’ye değinmeden, Demirkapı ve Fethislam arasında yüzlerce dalyana sahip birçok adanın olduğundan söz eder. “Bu Demirkapı’dan aşağı ta Fethislam kalesine varınca, nehr-i Tuna içinde ada adadır, her adanın araları ikişer ve üçer yüz kadar balık dalyanlarıdır. Bu demir kapının bulunduğu yerde Tuna’da sıra sıra hamam kubbesi gibi iri taşlar vardır… Tuna taştığı vakit bu taşlar görünmez. Gemiler rahatça geçer. Gemiler burada yıldırım süratle gider.”
Gezginlerden başka, birkaç hikâyeci de Adakale’nin gizemine kapılmıştı. Jókai, Demirkapı’nın heyecan veren manzarasıyla büyülenerek, hiç kimseye ait olmayan ve birçokları tarafından sahiplenilen gizli bir ada hakkındaki peri masalını yaratmıştı. Arnay Ember (Altın Adam) adlı romanının “Hiç Kimsenin Adası” bölümünde, Timár, aşağı Tuna boyunca bir gezintiye çıkar ve Demirkapı ve Orşova’ya gelir. Bir kayığa biner, nehrin ortasında ilerler ve gizli adayı keşfeder. Adakale bir an için ona, gizli bahçe ve ormanların yeşilliğiyle örtülmüş, meyva ağaçları ve çiçeklerle bezenmiş cennet gibi bir yer olarak görünür. Daha da hoş olanı, çalılık ve çiçeklerin ortasında yaşayan yaratıklardır. Esrarengiz bir kadın ve alımlı kızı, gardiyanları, siyah bir köpek ve beyaz bir kediyle birlikte gizli bir kulübede yaşarlar. Fakat onların gizemli cennetteki kırsal yaşamları zalim kaçakçılar ve garip karakterler tarafından alaya alınır.
Adanın daha az düşsel bir imgelemi Romen yazar Rmulus Dianu’nun 1930’ların başlarında yazdığı Nopţi la Ada-Kaleh (Adakale’de Geceler) adlı açık saçık romanında tasvir edilmişti. Hikâye, sonu kötü pervasız bir kaçakçının baştan çıkarıcı ve hafifmeşrep bir kadına olan tutkulu aşkıyla, kaçakçılık maceraları, suç ve vahşi şiddetin karışımıdır. Trajik olaylar dizisi, adanın coşku veren büyüsüne ve yerel politikacıların ve yönetimdeki kişilerin yozlaşmış ortamına karşı sürer.
Adakale’nin folkloru, 1895 sıralarında birkaç yıl boyunca adada konuyla ilgili uzun araştırmalarını sürdüren Macar türkolog ve etnograf Ignácz Kúnos sayesinde tamamen kaybolmamıştır. Kúnos’un halk şarkıları ve peri masalları koleksiyonundan, yerel olayları ve eski efsaneleri hatırladıkları şekliyle söylemiş olan halk şarkıcılarının ve hikâye anlatıcılarının uzaktan gelen sesleri yükselir. Kúnos, şarkıların yalnızca sözlerini kaydetmiş olduğundan müzikleri kaybolmuştur. Aşağıdaki Ada Türküsü, kalenin düşmanlara karşı koyan güçlü bir sınır karakolu olduğu kahramanlık günlerini melankoliyle canlandırır:
Ada Fethislama bakar,
Arasından girdab akar,
Topçuları cenke bakar,
Metindir Ada Kalesi,
Alınmaz Kastel kulesi.
Adanın çevresi taşdır,
Yatacak yerimiz yaşdır,
Bizi saran kızılbaşdır.
Metindir Ada Kalesi,
Alınmaz metin kulesi.
Adanın karşısı Kastel,
Arasından Tuna geçer,
Delikanlı kızı ister.
Metindir Ada Kalesi,
Alınmaz delikanlısı.
Irşova, Ada pazarı,
Kaldı alemin nazarı,
İçinde şehid mezarı.
Metindir Ada Kalesi,
Alınmaz metin pazarı.
Adakale hakkında hiç Romen türküsü yoktur. Araştırmamızda karşılaştığımız kent kaynaklı tek şarkı Jos la Porţile de Fier (Demirkapı’da) olmuştur. Demirkapı geçidinden bahseden bu şarkı, I. Dünya Savaşı’ndan sonra kuzey Transilvanya’da popüler oldu. Şarkıyı 50’lerin sonlarında bir Transilvanya köyünde kaydettik. Şarkıyı çalan müzisyen sözlerini hatırlamadı.
50’lerin başlarında bu kez eşimle beraber Adakale’ye geldim. Halk dansları ve ezgileri derlemek için Banat ve güney Oltenia’ya bir alan araştırmasına gittik. O zaman ada ziyaretçilere ve turistlere kapalıydı. Sovyetler’e sadık Romen komünist hükümetiyle Yugoslavya arasındaki politik durum son derece gergindi. Mareşal Tito, 1948’de Moskova’yla bağları koparmış ve Sovyet bloğundan bağımsızlığını ilan etmişti. İki ülke arasındaki sınırda gerilim vardı. Adayı ziyaret etmek için özel izin almamız gerekti. Sınır koruma hücumbotu kısa bir ziyaret için bizi adaya götürdü. Gizemli ada, daha kumlu topraklarına ayak bastığımız anda bizi büyüledi. İlk ziyaretimin nostaljik anılarını hatırladım ve hiç değişmemiş görünen bu yeri yeniden keşfettim. Ada bizi beklemişti. Etrafta gezindikten sonra, huzurlu bir yaz hafta sonunda Adakale’deki tek turistler olmanın keyfine vardık. Rıhtımın yakınındaki küçük kahvenin terasında oturduk. Kahvehane Romen kıyısına tepeden bakan eski bir setin çatısında yer alıyordu. Yaşlı bir Türk olan dükkân sahibi bize kahve ve limonata ikram etti. Kahveyi, bir tandur üzerindeki sıcak kum tepsisinde, ibric’i kumda özenli bir yazı yazarcasına yavaşça gezdirerek hazırladı. Sonra küçük fincanlarda kahveyi sundu. Daha önce hiçbir kahve bana bu kadar lezzetli gelmemişti! Bizim tarafımızda akan sarımsı parlak nehre bakarak, yavaşça kahvemizi içiyorduk. Hiç bozulmadan kalmış bu ortam, teslim olmuşluğun huzurunu soludu. Tuna’nın Romen kıyısı netlikle görülebiliyordu ve kıyıda yürüyen insanları ayrımsayabiliyorduk.
Dolambaçlı, kumlu bir patikada aşağı, yukarı gezinerek adayı dolaştık. Adada ne bisiklet, ne at, ne de başka bir araç vardı. Tek taşıma aracı, yerli balıkçıların sahibi olduğu, turist sezonunda yolcu taşıyan küçük özel bir kayık filosuydu. Şimdi kayıklar direklere bağlıydı. Yiyecek, gerekli eşya, posta ve gazete Orşova’dan deniz motorlarıyla getiriliyordu. Dar sokakların etrafında yürüdük ve çatıları Türk kiremitinden veya metal sacdan olan evler gördük ve etraflarındaki gölgeli bahçelere göz gezdirdik. Evlerin içi Dobruca’daki Türk evlerine benziyordu. Odalar temizdi ve alçak sedirlerin dışında pek az mobilya vardı. Küçük evler terkedilmiş görünüyordu. Ev sahiplerinin çoğu işe gitmiş, ya da başka yerde iş aramak üzere adayı terketmişlerdi. Ev sahibemiz, ailesi adada yaşamış olan, Avusturya kökenli yaşlı bir hanımdı. Bize bahçesindeki incirlerden yapılmış reçel, şekerleme ve bir bardak yerel şarap ikram etti. Sonra hafif bir akşam yemeği sundu. Bahçesinde birçok çiçek ve küçük meyva ağaçları vardı. Evin hanımı konuşmalarda, adanın ziyaretçilerle dolup taştığı ve yaşamın herkes için refah dolu olduğu eski mutlu zamanları anlatıyordu.
Şimdi hükümetin sahip olduğu sigara fabrikası hâlâ ayaktaydı. Buna, adanın hemen hemen bütün kadın nüfusunun çalıştığı bir küçük konfeksiyon fabrikası eklenmişti. Kadınlar artık hicab giymiyordu, modern giysilere geçmişlerdi. Fabrikanın eski sahibi Ali Kadri’nin nerelerde olduğuna dair hiçbir iz bulamadık…
Nemli ve karanlık kemerli geçitleriyle, eski kale duvarlarının kalıntıları yabani otlar ve kurumuş çalılarla kaplanmıştı. Kemerli geçitlerin dehlizleri arasından yürüdük. Surların ve eski duvarların payandalarının bir kısmı adanın doğu kısmında hâlâ görülebiliyordu. Bodrumlar, yeraltı tonozları ve terkedilmiş sarnıçların arasından yürüdük. Yıkık duvarlar, siperlerde savaşmış ve kırmızı tuğlalarda kahramanlıklarının ruhunu bırakmış birçok yiğidin gözden kaybolan izlerini yansıtıyordu. Hayaletlerin izi ötedeki derinliklerden ürkütücü fısıltılarla insanlara sesleniyordu. Bazı yoksul aileler hâlâ tünellerin karanlığında yaşamaktaydı. Aniden, bir topçu mevzisinin mağarasından, karanlık bir tonozu mesken edinmiş, otuz yaşlarında, çelimsiz bir adam çıktı. Bu, köyün delisiydi ve hatırladığım kadarıyla adı Ahmet’ti. Masum ayyaş, zararsız ve yumuşak huylu biriydi. Gündüzleri adanın etrafında abuk sabuk konuşarak ve düzensizce elini kolunu oynatarak gezinirdi. Köylüler Ahmet’e sevecen davranırdı ve birçoğu onun garip kelimelerle dolu zırvalarını dinlerdi. Hattâ bazıları onun, adada gömülü olan ermiş Miskin Baba’nın ruhundan esinlendiğini ve bir kâhinin sesine sahip olduğunu düşünürdü. Kalıntılarda, çok uzun zaman önce varolan Fransisken manastırının izlerini bulmaya boşuna çalıştık.
Sade mimarisiyle hâlâ köyün manzarasına egemen olan III. Selim’in yaptırdığı büyük camiyi görmeye gittik. I. Mahmud değerli kitapların ve el yazmalarının adanın son günlerine kadar korunduğu kütüphaneyi cami vakufuna bağışlamıştı. Çatı aktığından ve su binaya gözle görülür zarar verdiğinden, caminin acil onarıma ihtiyacı vardı. Bekçi bize içeriye aldı ve içerdeki çürüme izlerini gösterdi. Güneş ışığı pencerelerden süzülüyordu ve yerdeki su birikintilerinin üzerine yansıyordu. İhmal ve terkedilmişliğin hüzünlü bir resmi. II. Abdülhamid tarafından camiye bağışlanan görkemli halı rulo yapılmış, bir köşede yatıyordu. Bekçi halının bazı kısımlarını açarak bize görkemini gösterdi. Devasa ipek halının ten rengi, yeşil ve altın tonlarında, ince ayrıntılı bir Hereke arabesk deseni, derin ve yumuşak bir dokusu vardı. Ada boşaltıldığında, paha biçilmez halı Köstence’deki ulu camiye götürülmüştü.
Caminin yanında Miskin Baba’nın küçük türbesi vardı. Bu türbe, yakın civardaki hem Müslüman hem de Hıristiyanları çeken, sevilen bir kutsal ziyaret yeriydi. Miskin Baba’nın hayatı hakkında hemen hemen hiçbir şey bilinmiyordu. Yerel bir inanışa göre uzak bir ülkeden, büyük bir olasılıkla Türkistan’dan gelen kutsal bir şahıstı. Adanın halkı tarafından hürmet edilen bir Bektaşi dervişi olabilirdi. Gerçekten de, Bektaşi ibadetinin unsurları adanın ruhani kültüründe varlığını sürdürmüş, şarkılarda ve törelerde bir Bektaşi cemaatinin izleri süregelmişti. Bölgede yeniçerilerin varlığı yüzyıllar boyunca tarihin önemli bir gerçeği olmuştu. Askerî rollerinin yanısıra, aşağı Tuna ovaları boyunca yer alan çok sayıda yeniçeri garnizonu komşu bölgelerdeki değişik halklar üzerinde Bektaşi inançlarının süregelen etkisini bırakmıştı. Türbenin yanındaki küçük bir ağaç, Miskin Baba’ya olan yaygın bağlılığa tanık oldu. Dallarına bağlanan kâğıt parçaları ve renkli kurdeleler herhangi bir dinî inanca ihtiyaç duyanların dualarını temsil ederdi.
Yalnızlığına ve unutulmuşluğuna rağmen, adanın gizemli havası birkaç romantiğin merakını çekmeye devam etti. 1930’larda dinî bir kuruluş olan St. Mary Vakfı’nı kuran Romen gazeteci G. Lungulescu, Adakale’de uluslararası bir merkez kurmayı ve Hıristiyanlarla Müslümanları biraraya getirerek, dünyanın o bölgesinde dinlerarası diyaloğu ve barışseverliği teşvik etmeyi hayal etti. Adakale’nin jeopolitik haritada eşsiz bir misyona sahip bir “mitolojik ada” olduğuna inandı. Uluslararası bir merkez, dünyada dinlerarası birliğin gelişmesine bir araç olacaktı. Rüyasının, eşsiz güzellikteki adanın ruhani rolüne inanması dışında hiçbir geçerli dayanağı yoktu. Adanın zırvalayan delisinin, Miskin Baba’dan esinlenip, adanın parlak geleceği ve uluslararası misyonu hakkında mesajlar iletmek için bir kâhinin sesiyle konuştuğuna ikna oldu. Bu gazetecinin keskin bir ikna gücü ve küçük bir hayranlar topluluğu vardı. Bazılarını, yeni bir hayat aramak üzere adayı terketmekte olan ya da gelecekleri hakkında endişe duyan yerli halktan emlak almaya ikna etti. Planı, uluslararası müzakerelerdeki becerisiyle tanınan Amerikan büyükelçisi Averell Harriman’ı, belli başlı dinlerin liderleri arasında aktif bir dinlerarası diyalog için zemin yaratacak uluslararası bir kurumun adada kurulmasını desteklemesi için cezbetmekti. Lungulescu’nun dinlerarası birlik hayalleri gerçekleşmedi. Ne Harriman’ı, ne de başka bir uluslararası kişiliği projesinde ona yardımcı olması için razı edebildi. Bütün bu girişim yalnızca bir hayal olmaktan öteye gitmedi. Daha sonra ada sular altında kaldığında su, bu hayalperestin düşlerini Tuna’nın derinliklerine batırdı.
Ertesi gün adadan ayrıldığımızda, birçoklarının Pearl of the Danube (Tuna’nın İncisi) olarak bildiği sihirli adayı bir daha asla tekrar ziyaret etmeyeceğimi öngöremedim. Adanın kaderi zaman kapsülünde mühürlenmişti bile. Sonraki on yılda Adakale, arkasında sadece tarihi bir anının izlerini bırakarak nehrin derinliklerinde yok olacaktı. Şimdi, halk şairinin insanı mest eden bu adaya hüzünlü vedasını düşünüyorum:
Aman ada, şirin ada,
Biz gidelim, sen kal burda,
Yabancı çıksın aradan,
Kal selamet şirin ada.
Politik farklılıklarda uzlaşmaya vardıktan sonra, Yugoslavya ve Romanya, Demirkapı’nın hırçın akıntılarını sakinleştirmek ve bütün bölgeye hidroelektrik enerji sağlamak için devasa bir baraj yapımında işbirliği yapmaya karar verdi. Bu yeni durum, tarihçilerin adanın geçmişine olan ilgisini yeniden alevlendirdi. 1963’te, sıradışı bir karakter ve bizim iyi bir arkadaşımız olan arkeolog Nicolaescu-Plopşor, kalıntıları söküp tarihi kaleyi başka bir yerde yeniden inşa etmek için Romen yetkilileri ikna etme girişiminde bulundu. Plopşor, çok hırslı ve karşı konulmaz bir mizah anlayışına sahip, ateşli bir meraklıydı. Yorucu pazarlıklardan sonra nihayet proje onun doğrudan denetimi altında başladı. Bu amaç için seçilen yeni yer Turnu Severin’e göre nehrin aşağısında, geniş çayırlık arazilere sahip ve kimsenin yaşamadığı Şimian adasıydı. Orada, kalenin tamamı tarihi belgelere göre yeniden inşa edilecekti. Bu yeni belde, bölgede turist çekecek, benzersiz bir açıkhava müzesi olacaktı. Arkeolog Plopşor beklenmedik bir şekilde öldüğü zaman inşaatın hemen hemen üçte ikisi tamamlanmıştı. İnşaat çalışmaları askıya alındı ve tarihi Adakale kalesinin yeniden yapımı projesi durduruldu.
600 kişilik ada nüfusunun boşaltılması 1968’de başladı. Hükümet adalılara Şimian adasına göçmelerini önerdi fakat onlar diğer yerlere dağılmayı tercih ettiler. Bazıları Dobruca’ya yerleşmeyi seçti, diğerleri güney Romanya’ya taşındı ve birçoğu Türkiye’ye göçtü. 70’li yıllarda İstanbul Kapalıçarşı’da tesadüfen Adakale isimli, duvarlarında adanın resimlerinin asılı olduğu bazı kahvehaneler buldum. Kahve servisi yapanlar Adakale’liydi.
1970’te Orşova yakınındaki Gura Văii burnunda, Demirkapı’da inşa edilen hidroelektrik barajı tamamlandı. O sene Adakale adası sular altında kaldı ve birdenbire sonsuzlukta kayboldu.
Adanın haritadan silinmesinden sonra bile yerel halk hikâyeleri yayılmaya devam etti. 90’lı yıllarda, Çavuşesku’nun rejiminin çökmesinden sonra, bir Türk’le bir Romen kadın arasındaki tutkulu aşkın garip öyküsü kulağıma geldi. Bükreş’e ziyaretimde, bir güzellik salonunda çalışan genç bir kadınla karşılaştım. Bu hoş güzellik uzmanı müşterilerine cilt bakımı yaparken, kendi Adakale hikâyesini, çok uzun zaman önce nasıl bütün adanın nerdeyse büyükannesine miras kaldığını anlatırdı. Büyükannesi Domnica, Adakale’nin nüfuzlu erkeği ve girişimcisi, Ali Kadri’yi kendine âşık eden, zarif güzellikte sade bir Romen kadınıydı. Ali Kadri birdenbire güzel Domnica’nın aşk ateşiyle yanıp tutuşmuştu. Domnica’nın çekiciliğiyle kendini kaybedip bütün adayı aşkının bir simgesi olarak ona vermeye ant içmişti. Güzel kadın, ihtiyatla, Ali Kadri’yi reddetmişti ve güzellik uzmanının hikâyesi belirsizlikle sonlanmıştı. Onun öyküsünde “devam edecek” ibaresi yoktu. İşte başka bir romantik masal daha.
Adanın hayalî imgesi, tarihinin başka gerçek dışı yorumlarına yol açtı. Bazı meraklılar adanın geçmişini romantikleştirip Adakale’yi mitolojik ada Continusa’yla özdeşleştirdiler. Diğerleri, 1396’da büyük bir haçlı seferine liderlik eden ve Nicopolis’te Tuna’yı geçip Tuna kasabaları Vidin ve Orşova’yı fetheden Kral Sigismund’un adada kalmış olabileceğini kanıtlamaya çalıştılar. Veya Aslan Yürekli Richard’ın Kutsal Topraklar’dan dönerken Haçlı askerleriyle adada konakladığını. Ötekiler, Transilvanya’nın yürekli Voyvoda’sı ve asil bir Romen ailesinin çocuğu Janos Hunyadi’nin Türklere karşı yürüttüğü başarılı seferler sırasında adayı işgal ettiğini düşündüler. Hunyadi’nin orda ilk savunma hendeklerini inşa ettiğini varsaydılar. Bütün bu varsayımlar söylentiden öteye gitmedi.
Ada, belgelerde ve yazılarda çeşitli adlar altında anılmıştır. En eski kayıtlar adayı Yeni Orşova, Orşova Adası veya Şans Adası olarak belirtir. Türk ismi Adakale ve Ada-i Kebir adaya kimliğini verdi. Adanın geleneksel Romen adı, Ada-i Kebir’in tam tercümesi olan Ostrovul Mare idi. Bir zamanlar Demirkapı için çok önemli olan Adakale kalesinin kaderi, Tuna bölgesindeki egemenlik savaşlarının en önemli parçası olmak üzere yazılmıştı.
Savaşların Ateşinde
Adakale, yaklaşık iki yüzyıl boyunca, Osmanlılar ve Habsburglar arasında aşağı Tuna savunma hattının egemenliği için yapılan savaşların ortasında kalmıştı. Adanın tarihi, Belgrad’ın 1521’de Osmanlılar tarafından fethiyle başlar. Bu olaydan sonra ada, Fethislam (Kladovo) ve Orşova (aynı zamanda Ruşava ve Irşova adlarıyla da bilinir) kaleleriyle birlikte Osmanlı egemenliğinde kaldı. On yedinci yüzyılın sonlarından itibaren, ada defalarca kuşatılmış ve saldırıya uğramış, savaşan taraflar arasında el değiştirmişti. Avusturyalılar 1688’de Belgrad’ı aldılar ve Tuna savunma hattını kırdılar. Bunu takiben, ada onların eline geçti. Türk orduları nehrin aşağı boyuna sürülüp Orşova ve Kladovo’dan çıkarıldı. 1689’da Osmanlılar yeniden toplanıp Habsburglar’ı geri çekilmeye zorlayan bir karşı savunma hazırladılar ve onları Tuna boyunca geri sürdüler. Daha sonra Türkler 1690’da Belgrad’ı ele geçirdiler ve Demirkapı sistemi üzerindeki denetimlerini güçlendirmeyi hedeflediler. Adakale, hem askerler için bir geçiş noktası, hem de aşağı Tuna’daki askerî gemiler için hayatî bir Osmanlı nehir üssü olarak, savunma sisteminin bir parçasıydı. Öte yandan Avusturyalılar, Tuna nehrini Osmanlı gemilerine kapamak için Orşova savunma hattını savunmaya kararlıydılar. Dikkatlerini adadaki istihkâm faaliyetleri üzerinde yoğunlaştırdılar. Avusturyalılar tarafından kurulan ilk savunma yapıları, tahtadan yapılmış ve toprakla doldurulmuş siper ve çitlerden oluşuyordu. Top bombardımanlarıyla yapılan saldırılar ve nehir taşmaları yüzünden sürekli yıpranan toprak setlerin düzenli olarak güçlendirilmesi gerekiyordu.
Adakale için çarpışma 1690’da, Osmanlı kuvvetlerinin Tuna bölgesinde toplanmasıyla başladı. Osmanlı ince donanmasının, kürek ve yelkenlerle hareket eden, hem akıntıya karşı, hem de akıntı boyunca gidip gelebilen çok sayıda süratli gemisi vardı. Donanmanın en büyük kısmını şaykalar oluşturuyordu. Tuna şaykaları yelkenleri ve kürekleri olan, bir hafif top ve yüz elli kadar asker taşıyabilen küçük gemilerdi. Bunlardan başka, Osmanlıların birçok firkata, çektiri, oranica, hafif çam kayık ve askerlerin karaya ulaşımı için kullanılan geniş salları vardı.
Osmanlı kuvvetleri çok sayıda piyade askeri ve nehir boyunca demirlemiş gemileri biraraya getirmişti. 1689 Ağustos’unda ünlü kapudan-ı derya Mezzomorto Hacı Hüseyin Paşa firkata filosunu, adaya yönelik bir saldırı için, Vidin yakınlarına yerleştirdi. Harekât, 1690 ilkbaharında, Belgrad’ın Habsburglar’dan alınarak Tuna savunma hattının yeniden kurulduğu bir zaferle sonuçlandı.
Daha sonraki zamanlarda ada, iki düşman arasında bir satranç oyununa dönüştü. Avusturyalılar, adada tahtadan yapılmış ve toprakla doldurulmuş çitlerden oluşan ilk savunma yapılarını zaten inşa etmişti. Fakat mevsimsel nehir taşmaları adanın toprak yapılarını sürekli olarak bozuyordu.
II. Mustafa, 1701’de, Temeşvar’lı mir-i miran İbrahim Paşa’ya toprak setleri baharda nehrin taşmasıyla yok olan “ulu yamacın adası”nda savunma yapıları inşa etmesini emretti. 1716’da, Demirkapı’nın girdab ağası olan Mustafa Çerkes Paşa, daha sağlam savunma duvarlarının inşaatını yönetti. Yeni şarampo yapılarının duvarcılık işini yapmak için adaya özel olarak 4000 Eflaklı getirildi.
Fındıklı Silahdar, çarpışmayı bütün canlılığıyla tarif eder ve pek çok kuvvetin, Tuna’nın sularında saklı küçük ada için bu büyük savaşa nasıl katıldığını anlatır. Silahdar, ada kalesinin, güçlü silahlara ve yeterli yiyecek stoğuna sahip, 5000 askerden oluşan bir Avusturya birliği tarafından savunulduğunu söyler. Bu askerler Alman, Macar, haydud ve mürtedlerden oluşuyordu. Mürtedler, akıntıya ters yönde giden, erzak dolu Türk gemilerine sık sık saldıran pervasız korsanlardı. Avusturya birliği, bol cephane, yiyecek ve çok sayıda topa sahipti. Osmanlılar adayı kuşatmaya karar verdiler ve birleşik kuvvetleri içeren stratejik bir plan yaptılar. Harekât, birliklerini Tuna’nın güney kıyısında konuşlandıran serasker Mağrulzade Gürcü Mehmet Paşa tarafından yönetiliyordu. Kıyı boyunca ilerleyen Osmanlı askerleri, kraliyet askerleri tarafından zaten terkedilmiş olan Kladovo’yu ve Orşova’yı işgal ettiler. Türk gemileri adanın aşağısında demir attı. Sonra yeniçeri ve levend kuvvetleri ve topçu birlikleri karaya çıktı ve kıyıdan ada kalesinin bombardımanıyla kuşatma başladı. Tuna kapudanı Ali Paşa, şayka filosunu adanın yakınında, nehrin üzerinde konuşlandırdı. Ada kalesi birkaç hafta boyunca bombardımana karşı direndi. Kuşatmanın yirmi dördüncü gününde Arnavud Mehmet Paşa elli şaykalık filosuyla takviye getirdi. Arnavut piyadelerini kuzey kıyıya yerleştirdi ve adanın aşağı ucunda, Eflak yakasına en yakın noktada karaya çıkararak Avusturya birliklerini şaşırttı. Böylelikle, kraliyet askerleri iki Osmanlı kuvveti arasında kıstırılmıştı. Osmanlılar, silahlarını kale duvarları içinde etrafı sarılanların tam üstüne ateşleyebiliyordu. Kuşatma yirmi yedi gün sürmüştü. Avusturya birlikleri güçten düşmüştü, fakat savunma güçleri silahlarını bırakmaya hazır değillerdi. En sonunda aman dilediler. 24 Ekim 1690’da Avusturyalı ve Macar askerler, vatan haini haydudların teslim edilmesi koşuluyla, silahlarıyla birlikte geri çekilmek üzere bağışlandı. Kraliyet askerleri teslim olma koşullarını kabul etti ve yaklaşık 2500 Avusturyalı ve Macar’dan oluşan birliğin tümü Türk gemileriyle belli bir yere gönderildi. Kalan 300 haydud ve mürtedin hemen orada kellesi uçuruldu.
Osmanlılar adını Şans Adası koydukları adada 400 yeniçeriden oluşan bir birlik kurdular. Kumandan, savunma çitlerinin acil onarımı ve geniş bir toprak kale yapımı için görevlendirildi. Ordunun tümüne inşaat işlerini tamamlama emri verildi. Ancak, 1691 baharının başlarında ada ve Demirkapı bölgesi tekrar Habsburglar’ın eline geçti. Fakat, İmre Tököly’nin birliklerinin Habsburg kumandanını esir almasından sonra kraliyet askerleri geri çekilmeye mecbur kaldı. 1691 haziranında Kuruc ve Türk askerlerinin kumandanı olan Tököly, Orşova’yı denetledi ve bir gece konakladığı Adakale’yi ziyaret etti. Ertesi yıl, Habsburglar Kladovo ve Orşova’yı aldılar ve adayı kısa bir süre için ele geçirdiler, fakat nehir taşması yüzünden terketmek zorunda kaldılar. 1699’da Karlofça Barış Antlaşması’na göre, Banat, Orşova ve Adakale Osmanlı yönetiminde kaldı.
1715-1718 arasında Türklere karşı yürütülen başarılı harekâtlar, dönemin askerî dehası Savoy Prensi Eugene tarafından idare edildi. Bu harekâtlar, 1717’de Belgrad’ın Avusturyalılar tarafından fethiyle ve Osmanlılar için felaketle sonuçlandı. Vezir Receb Paşa, birlikleriyle beraber sürüldü ve derhal, çoğu askerin Tuna’yı karmaşa içinde geçtiği Orşova’ya uzaklaştırıldı. Bazıları kendini nehre attı, bazıları da şaykalarla adaya kaçtı. Orada yanabilecek her şeyi ateşe verdiler ve sonra adayı terkettiler. Bir kez daha Adakale ve Orşova’nın hâkimi Habsburglar oldu. 1718’de yapılan Pasarofça Barış Antlaşması’yla Osmanlılar topraklarını terketmeye zorlandı ve Banat’ın tümü kraliyetin bir eyaleti olarak Avusturya İmparatorluğu’na katıldı.
Avusturyalılar Pasarofça Antlaşması’ndan sonra adada inşaat işlerini tamamladılar ve 1737’ye kadar daha sağlam savunma mevzileri yapmaya devam ettiler. Taş ve tuğladan yapılan yeni setler, baharda nehrin yükselen sularına dayanacak kadar sağlamdı. Tuğlalar, Allion dağının eteğinde kurulan bir ocağın kuzey kıyısında yapılıyordu ve binanın taşları teknelerle başka yerlerden, çoğunlukla Banat’tan getiriliyordu. Kale burçlarının yapımını üstlenen mühendis, Belgrad’da kaleler inşa etmiş olan ve dönemin en ileri inşaat teknolojisinde uzmanlaşmış Nikolas Doxat de Morez’di. 1718 Temmuz’unda, Savoy prensi Eugene kalelerin yapımını bizzat denetlemek üzere adaya geldi. Yeni yapılan kale, köşelerinde, iç savunma amaçlı, İmparator VI. Charles, Savoy Prensi Eugene ve Mercy ile Wallis kontlarının adlarını taşıyan dört burcun yer aldığı bir paralelkenar şeklindeydi. Kale, susuz bir hendek, üstü kapalı bir yol ve diğer yapılarla çevriliydi. Sırbistan yakası, 1736’da tamamlanan, VI. Charles’ın karısının adıyla, St. Elisabeth Kalesi olarak anılan bir küçük kaleyle güçlendirilmişti. Almanların Elisabeth Schanze diye adlandırdığı bu kaleye Türkler Şans-ı Kebir dediler. İki burçtan ve mazgallı bir kuleden oluşan bu kale her gün Adakale’den sevkedilen bir destek birliğiyle ve ada kalesinin silahlarıyla korunuyordu.
1735 dolaylarında Habsburglar ve Osmanlılar arasında yeni bir savaş patlak verdi. 1737’de Avusturyalılar, Osmanlılar’ı daha şiddetli ve iyi planlanmış bir karşı hücum hazırlamaya tahrik eden yeni bir askerî harekât düzenlediler. Sadrazam Yeğen Mehmet Paşa, çok sayıda askeri kapsayan çok büyük bir askerî sefer düzenledi. Harekâtın kumandanı, Vidin muhafızı serasker İvaz Mehmed Paşa’ydı. Bu ayan, gözüpek bir askeri lider ve Vidin’i Macar muhalifler için güvenli bir limana çeviren akıllı bir politikacıydı. Seraskerin kumandasında 5000 Arnavut, 2000 bostancı ve on dört yeniçeriyle beş cebeci ortadan oluşan bir takviye kuvveti vardı. Ona, yirmi gemi ve 5000 adamıyla Kars beylerbeyi Tuz Mehmet Paşa, adamlarıyla birlikte Tirkala mütesarrıfı Mürtaza Paşa ve oğlu Halil Bey eşlik ediyordu. Eski Nikopol müsellimi olan, o zamanki Karaman valisinin kumadasındaki 4000 askerlik birliğe de aynı rotayı izleme emri verildi. 1737 Kasım’ında Osmanlılar, ada kalesini kuşatmak üzere harekete geçtiler. Nehirde akıntıya ters yönde giden bir filoyla ilerlediler, Demirkapı’nın aşağısında iki Avusturya gemisine saldırdılar, bölgedeki köyleri yıkarak, kitle halinde Orşova üzerinden geçtiler ve beraberinde Adakale ve St. Elisabeth Kale’sine saldırdılar, fakat hiçbirini almayı başaramadılar. Böylelikle Türkler, bu olağanüstü adanın kalesinin kuşatmasını terkedip Vidin’e döndüler.
1738 Mayıs’ında Osmanlı ordusu tekrar Habsburglar’ı yendi, Orşova kalesini aldı ve St. Elisabeth Kalesi’ne ve adaya ulaştı. İvaz Mehmet Paşa, harekâta, ada kalesine bir saldırıyla başlamayı seçti. Adanın savunma sistemi, nehirde gemiciliği zorlaştırmak amacıyla, nehrin iki kıyısı arasında uzanan kalın çapa zincirleri ve büyük kazıklardan oluşturulan bir ağın yanısıra, sağlam duvarlar ve küçük kalelerle destekleniyordu. Bu durum, ağır bir bombardımanla desteklenmeden, Osmanlı askerlerinin karaya inmesini olanaksız kılıyordu. Adayı koruyan set, kale duvarlarından ve siperlerden oluşuyordu. Buna karşılık olarak, Serasker Paşa bir abluka stratejisinin daha uygun olacağına karar verdi. Bu amaçla, duvarcılık işlerini yapmak üzere binlerce Romen getirildi.Yine de abluka başarısızlıkla sonuçlandı. Osmanlılar hemen durumu tersine çevirmek için harekete geçti. Serasker, sonraki bir saldırı için gerekli hazırlıkları yaptı ve ağır toplarını yerleştirdiği Allion Dağı’nın tepesindeki küçük kalede yerini alarak, kalenin karşısındaki mevzilere girmiş oldu. Hemen saldırı başladı ve kale ağır toplarla vuruldu. Cesur bir atakla, 2000 yayasıyla birlikte Tuz Paşa, yakındaki Caroli Kalesi’ni ele geçirdi. Adanın savunması tamamen, adayı ve içindeki savunma askerlerini koruyan topçu mevzilerine kalmıştı. Etraftaki tepelerden netlikle görülen ada şimdi tamamen Türk topçu birliklerinin ateşi altındaydı. Savunma birlikleri, önden ve arkadan, geçit vermeyen bombardımana dayanmak zorundaydı.
Habsburg birliği, Albay Baron von Kehrenberg kumandasındaki 2300 Alman, Sırp, ve Macar hayduddan oluşuyordu ve çok miktarda yiyecek ve mühimmatı vardı. Sırplar savaşmaya isteksizdi ve teslim olmak istediler, fakat Avusturyalılar sonsuza kadar direnmeye kararlıydı. Kumandan, savunmanın gücü konusunda kendine güveniyordu ve Osmanlı kuvvetlerini Banat’tan atıp adayı özgürlüğüne kavuşturmak için bölgeye sevkedilen 40.000 kraliyet askerinden oluşan ordunun bir parçası olarak Adakale’ye yola çıkan yedi piyade taburuyla rahatlayacaklarını umuyordu. Lorraine Prensi Charles, Kont von Neipperg, Korgeneral de Beauffre ve Kont von Fürstenberg adayı ziyaret etti ve geçilmez savunmasını denetledi.
Bu sırada, serdar-ı ekrem sadrazam Yeğen Mehmet Paşa kumandasındaki büyük Osmanlı ordusu Balkanlar boyunca kuzeybatıya, Niş’e doğru ilerliyordu. Sadrazam, yetkili komutanları bir savaş kurul toplantısına çağırdı ve Belgrad kuşatmasını ertelemeye ve son süratle Adakale’ye doğru ilerlemeye karar verdi. Görevleri, Tuna’yı ulaşıma açmak ve erzak ve silah yüklemesine imkân vermekti. Aynı zamanda bir şayka filosuna hemen Vidin’e hareket etmesi emredildi. İvaz Mehmet Paşa, geçici olarak harekâtın yönetiminden alındı ve yerine Rumeli beylerbeyi vezir Genç Ali Paşa getirildi. Sadrazam, birliklerini, Habsburglar tarafından alınmış mevzileri yeniden ele geçirmeleri için Tuna’nın karşı kıyısına geri gönderdi. Bu stratejik noktaların daha önceki kaybı, İvaz Paşa’nın görevden alınmasıyla sonuçlanmıştı.
1738 yazının başlarında, Türk kuvvetleri en büyük kuşatma silahlarıyla adanın önünde toplandı. 80.000 Türk ve Tatar’dan oluşan güçlü bir ordu Vidin’e yaklaştı. Öte yandan Habsburglar, Adakale’ye ilerleyen piyade taburu 12.000 Osmanlı tarafından saldırıya uğradığında ve geri çekilmeye zorlandığında bile, herhangi bir tehlikeden habersizdiler. Sadrazam Yeğen Mehmet Paşa Kladovo’ya vardı ve karargâhını orada kurdu. Nehrin üzerine bir asma köprü yapıldı. 13 Temmuz’da, sadrazam, Habsburg birliğini kendi isteğiyle teslim olmaya çağırdı. Elçi, İmre Tököly tarafında savaşan ve Türklerin resmî müzakerecisi olan İbrahim Müteferrika’dan başkası değildi. Ültimatom Kehrenberg tarafından reddedildi. Türkler adadaki mevzileri gece gündüz bombardıman etmeye devam ettiler. Çok sayıda yeniçeri, cebeci ve topçu, bütün bir top ve havan topu kervanıyla amansız ve şiddetli bombardımana katıldı. Birlik, düşmanın yaylım ateşine açık topçu mevzilerine çekildi. Kuşatmanın ateş gücü arttıkça, savunmadakiler kötü havanın ve hastalıkların da etkisiyle iyice güçten düştü. Birlik, topçu mevzilerinin dışında savaşmayı reddeden Arad milisinden iki yüz Macar haydudun da dahil olduğu yaklaşık bin askere düştü. Suphi, Habsburglu savunma askerlerinin yüreklerinin ağzına geldiğini ve dehşete düştüklerini ama yine de kale duvarlarının sağlamlığına güvenerek direndiklerini yazar.
Ada iki aydan fazla bir süreyle kuşatılıp bombardıman edilmişti, ama yine de sıkı sıkıya direniyordu. Sadrazam, kumandan Kehrenberg’e ikinci kez ‘teslim ol’ çağrısında bulundu, fakat yine reddedildi. Sonunda Osmanlılar durumu değerlendirip Adakale’nin top yekûn hücum edilmeden teslim olmayacağı sonucuna vardılar. Adaya aynı anda hem karada, hem de nehirde yürütülecek bir harekâtla saldırmaya karar verdiler. Hazırlıklar yapıldı ve erzak depolandı. Yetmiş şayka, beş yüz kadar çam kayık ve geniş sallardan oluşan bir deniz kuvveti Orşova limanına yerleştirildi. Toplam hücum kuvveti 20.000 askeri geçiyordu. 15.000 dalkılıcı savaşçısından oluşan milis kuvvetleri kaleye saldırmak üzere görevlendirildi, fakat onları akıntıya ters yönde taşıyan gemiler tehlikeli akıntılara göğüs germek zorundaydı ve açıkça Habsburg silahlarına maruz kalacaklardı. Oysa, akıntı boyunca hareket etmek saldırının vuruş gücünü artıracaktı. Hemen, çok sayıda filonun şaykaları ve diğer denizci birimleri karadan akıntının ters yönünde çekilip adanın yukarısından suya indirildi ve akıntıyla beraber hızla ilerlediler. Birliğin, Türk gemilerinin üstüne açtığı kuvvetli ateşe rağmen, harekât plana göre yürütüldü. Türk askerleri adaya hücum edip kaleyi işgal ettiler. Her iki tarafta da ağır kayıplar oldu. 2300 kişilik Habsburg birliği 1030 askere düştü. Kale duvarları ve siperler yıkılıyordu ve daha fazla savunulamadı. Kuleler ve burç duvarları teslim bayrakları çektiler. Kumandan Kehrenberg, hiç sansı kalmadığını, konumunun kesinlikle güçsüzleştiğini anladı. Teslim olma şartlarını görüşmek istedi. İbrahim Müteferrika tekrar adaya gönderildi. Avusturyalı yüksek rütbeli subaylarla yapılan ayrıntılı müzakereler, on özel maddeyi içeren yazılı bir antlaşmayla sonuçlandı. Habsburglar 13 Ağustos 1738’de silahlarını bıraktılar. 15 Ağustos’ta Adakale’nin anahtarı sadrazama devredildi ve yeniçeri, cebeci ve topçulardan oluşan bir tabur bütün girişlerin, topların ve cephanenin sahibi oldu.
Teslim töreni, 16 Ağustos’ta güney kıyıdaki sadrazamın çadırında istimanın protokolüne göre yapıldı. Kumandan Kehrenberg, Tümgeneral von Fürstenberg ve yüksek rütbeli subayları, sonsuz bağlılıklarının göstergesi olarak, sadrazam Yeğen Mehmet Paşa önünde yere eğildiler. Bağlılık gösterisini takiben, kumandan Kehrenberg ve Fürstenberg’e samur kaftanlar sunuldu ve iyi birer Arap atı verildi. Yüksek rütbeli subaylarına da ayrıca onur cüppeleri takdim edildi.
Teslimiyet belgesi bütün savaş esirlerinin mübadelesini şart koştu. Adakale ve Elisabeth Kalesi’nin içindeki Avusturyalılara Belgrad’a güvenceli geçiş izni verildi; Avusturyalı tüccarlar mal varlıklarıyla birlikte orayı terketmek üzere serbest bırakıldı; Osmanlı uyruklular gemilerle eve dönmek zorunda kaldı; yaralılar Türk subayları eşliğinde korumalı gemilerle sevkedildi. Habsburg kumandanı Kehrenberg’in kaderi trajik bir hikâyeye dönüştü. Üstleri tarafından tutuklandı ve erken teslim olduğu için yargılanmak üzere, refakatçiler eşliğinde Yeni Palanka’ya götürüldü. Ağır hasta halde, askerî mahkemedeki ilk sorgulamaya dayandı fakat mahkeme bitmeden öldü. Ancak soruşturma sonucu suçsuz bulundu.
Avusturya birliği adayı terkettikten sonra, sadrazam ve Osmanlı ricali bir firkata filosuyla adaya geldi. Resmi geçit, Suphi tarafından mitolojik bir alegoriyle anlatılır. Girdapların yılan gibi kıvrılarak sardığı eşsiz kale, gökyüzünde muhteşem takım yıldızları arasında parlayan masum bir bakire imgesi olarak tanımlanır. Onun hükümdarla nişanlanmasına, yıldızların ve dört temel unsurun mutluluk verici bir rastlantıyla karşılaşmaları sebep olur. Savaş şehitleri cennetteki talipleri olurken, kızın ürkek güzelliğini ortaya çıkarmak önce sadrazama kısmet olur. Sadrazam, adanın savunmasını inceledi, mevzilerin onarımı için emirler verdi ve Fransisken manastırının bir camiye çevrilmesini buyurdu. Bundan böyle, ada kalesi bir muhafıza ilan edildi ve Vidin valisine bağlı olarak hem Adakale’yi hem de Fethislam’ı (Kladova) yönetecek bir muhafız kumandasına verildi. Böylece Fethislam muhafızı Bekir Bey, mir-i miran mevkisine yükseltildi ve muhafızlığa ve kalenin komutanlığına atandı. Ada şimdi, asıl adıyla, Adakale olarak anılmaya başladı.
I. Mahmud, sadrazamı hatt-ı hümayun ile takdir etti ve askerî liderleri samur palto ve cüppeler, mücevherler, altın ve gümüş keseleri gibi hediyelerle onurlandırdı. İvaz Mehmet Paşa Vidin’deki görevine döndü.
Büyük Adakale zaferi, 1739’da kale kapısının tepesine yerleştirilen ve günümüze kadar bozulmadan kalan bronz bir plakaya kazınmış bir şiirle yaşatılır. Şiir, zaferi ve fatih Sultan Mahmud’un büyük başarılarını över. Aşağıdaki metin, diğer çevirilerden alınmış, aslının serbest bir yorumudur:
Şan yolu açık
Ona, övgüye değer, şerefli savaşçı ve kahramanlıklarına!
O kadim kahramanlara benzerdi,
Yüreği saf ve içten şefkatliydi,
İradesi geniş ve sağlamdı, o:
Muzaffer ve düşmanların ölümcül ezicisiydi,
Hayırsever ve halkın koruyucusuydu!
Bu kaleyi fethettiği zaman, şanı iki kat arttı,
Ve topraklarının sınırları çok uzaklara genişledi
Nehrin yenilmez akıntıları boyunca.
Allah onu bütün kötülüklerden korusun
Çünkü o dünyada pek çok iyilik başardı.
Ona bugünün hatırasını okuyoruz,
Yani Mahmud Han’a.
1738 ve 1739’un başarılı Osmanlı harekâtları sonucu, Tuna nehri Vidin’de demirlemiş olan bütün filonun seyrine açıldı. Belgrad Türkler tarafından tekrar alınmış ve Tuna savunma hattı tamamen onarılmıştı. 1739 Belgrad Antlaşması savaşları sona erdirdi. Ada kalesi ve St. Elisabeth Kalesi Osmanlı yönetimine geçti.
1788’de Sadrazam Koca Yusuf Paşa’nın Mareşal Laudon yönetimindeki Habsburg ordusuna karşı bir hücum tasarlamasıyla ada için yeni bir mücadele başladı ve ada, Osmanlı filosu için bir nehir üssü görevini gördü. Serdar-ı ekrem, Orşova ve Tekiye arasında dubalı bir köprü kurdu ve Ada-i Kebir Kalesi’ni güçlendirdi. 1789’da Avusturyalılar tarafından yürütülen yeni bir kuşatma Belgrad’ın alınmasıyla ve adanın kraliyet askerleri tarafından işgaliyle sonuçlandı. General Laudon, İmparator I. Joseph tarafından adada savunmayı artırmakla görevlendirildi. Bütün anlaşmazlıklara noktayı koyan bir barış antlaşması Avusturya ve Türkiye tarafından 1791’de imzalandı ve ada tekrar Osmanlıların eline geçti.
Ada için yapılan büyük savaşların destanı burda bitiyor. Bir zamanlar cennetin kubbesine değen ve değişimlere direnen kale duvarları, hâlâ görenlere şu türküde övgüyle anılan şanlı savaşçıları hatırlatır:
Adanın kalesi sarptır yıkılmaz,
Bedenneri yüksek yare bakılmaz.
Bir güzel sarmağla cihan yıkılmaz.
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Müzik Nota Kitapları
- Kitap AdıHatırat "Tuna Boyunca Anılarla Ezgiler" (Notalı,Resimli,Müzik CD'si ekli)
- Sayfa Sayısı414
- YazarEugenia Popescu - Judetz
- ÇevirmenFigen Bingül
- ISBN9789944396226
- Boyutlar, Kapak16x23,5, Karton Kapak
- YayıneviPan Yayıncılık / 2007