Yazarın kendi kaleminden hatıraları… Bir bakıma roman kahramanlarıyla kendisi arasında kurulan ilişkiye açıklık getirir. Çocukluğunu, savaşa gidişini, esir düşüşünü, iltica edişini ve yazarlığının merhalelerini anlatır. Elli yıl boyunca gönlünü sevindiren, yüreğini acıtan, elinde kalem masa başında otururken onu ağlatan Kırım… Karısıyla tanışması ve karısının vedası… Türk okuyucusuyla kurduğu ilişki…
BİRİNCİ BÖLÜM
KIRIM’DA
GEÇEN YILLAR
Gazetelerin birinde hakkımda yazılmış bir yazıyı daha okuyorum: “Cengiz Dağcı… Rus ordusunda tank teğmeni olarak İkinci Dünya Savaşı’na katıldı… Almanlara karşı savaştı… Esir düştü… Almanların düzenledikleri Türkistan lejyonuyla Ruslara karşı savaştı… Stalingrad Savaşı’nda yaralandı… Polonyalı bir hemşireyle evlendi ve savaş sonrası Batı’ya geçti.” Hakkımda yazılan bu ve buna benzer yazılar son kırk yıl içinde sık sık tekrarlandı Türk basında. Yazarlığım ve romanlarımın ciddi eleştirisi bir yana, Cengiz Dağcı bir savaş kahramanı olarak tanıtıldı Türk okuruna.
Üstelik ve işin en garip tarafı, romanlarımı hiç okumamış kimseler gözlerini kırpmadan hayatım üzerine şaşılacak şeyler yazmaktan alamadılar kendilerini. Buna başlıca neden Korkunç Yıllar’ın Sadık Turan’ı olduğunu düşünüyorum. Benim (romanın kahramanı Sadık Turan’dan fazla) savaşçılığım 1957 yılında Yakub Kadri Karaosmanoğlu’nun Ulus gazetesinde Korkunç Yıllar üzerine yazdığı bir eleştiri yazısıyla başladı sanırım. “Adı Bilinmeyen Bir Millet” başlıklı yazısında romanın (yani Korkunç Yıllar’ın) Sadık Turan’ı yazarın (yani Cengiz Dağcı’nın) kendisinden başka bir kişi değildir, diyordu rahmetli üstad. Sonra başkaları yazdılar. Yazılan her yazıda Korkunç Yıllar’ın Sadık Turan’ı olarak tanıtıldı Cengiz Dağcı.
Romanlarımda, her yazar gibi, kendi hayatımın gerçeklerinden istifade etmişimdir. Gördüğüm, bildiğim, duyduğum, tanığı olduğum olaylar, bir sanatkâr prizmasından geçirilerek aktarılmıştır eserlerime. Ancak bu, romanlarım benim şahsi hayatımdır anlamına gelmez. Flaubert geliyor aklıma: Madam Bovary C’est moi, derken Flaubert’in, en yaygın anlamıyla, yazarın eserinde yaratmış olduğu roman kahramanının kendisine yakınlığını açıklamaktan başka bir şey yapmadığı kanısındaydım. Aydın bir okurun eserin olay örgülerinde neyin gerçeğe dayandığının, neyin hayalî olduğunun kolayca farkına varabileceğini de düşünmüyor değilim.
Ne ki, benim durumumda bunu büsbütün okura bırakmam gerekirdi. Hayalle gerçeği bir araya getirdiğim Yansılar’ın birkaç yerinde hayatım üzerinde durdum, bir Sadık Turan olmadığımı; Korkunç Yıllar’ın Sadık Turan’ının katıldığı savaşlara katılmadığımı, savaşta yaralanmadığımı, eşimin Polonya asıllı ama hemşire olmadığını açıkladım.
Yine de Türk okurunun nazarında ben bir Sadık Turan kalacağımı düşünüyor ve elimden geldiği kadar, burada bir kere daha farklı biri olduğumu ifade edebileceğimi umuyorum. Hemen şunu da kaydetmenin gerekliliğini duyuyorum: Hatıralar bir sanat eseri değildir, yaşantılarımı yeniden gözden geçirmek amacıyla tanıtma-açıklama çerçevesi içinde ele alınan bir uğraşıdır. Sık sık bugünkü durumum üzerine söz edeceğim, sık sık geçmiş yıllara döneceğim, beni yazmaya sürükleyen ruhî durumum üzerinde duracağım, farkında olmadan önceki eserlerimden metinler tekrarlanacak. Sonunda (hem şahsi hayatıma hem de elli yıllık edebî sahadaki çalışmalarıma temas ederek) eserlerimden beni tanımamış veya yeterince tanımamış, okura kendimi tanıtmaya çalışacağım.
Yaşım hayli ilerledi. Zaman geçtikçe biraz daha zayıf hissediyorum kendimi. Bu yılın (1996) başlarında Biz Beraber Geçtik Bu Yolu romanımı tamamladım. Eser benim son ciddi çalışmam olduğu kanısındayım. Üç yıl çalıştım eser üzerine. Bu çalışmalarım çok yordu beni. Eseri tamamlayabileceğimden kuşkulandım; endişeli haftalar, aylar yaşadım. Eseri tamamlayınca da sevinmekten fazla, yorgunluğumun yıpratıcı ağırlığı altında kaldım. Aylarca eserin müsveddesini yayıncıya postalayamadım. Bu soy bir eseri artık yazamayacağım düşüncesi üzüyordu beni en çok.
Özellikle son elli yıl içinde yazarlığımı oluşturan Kırım konularının içimde söndüğünü hissediyordum. Elli yıl! Elli yıldır gönlümü sevindiren, yüreğimi acıtan; bazı gecelerde elimde kalem, masamın başında otururken beni ağlatan Kırım. Bir yara oldu Kırım benim için. Durmadan kanayan bir yara oldu. Şimdi bu yara onmadan kapanmıştı. Günlerce başka bir alana açılacağımın, başka iklimlerde huzur ve sükûnet bulabileceğimin düşüncesiyle teselli ettim kendimi. Öyle ya, neden Kırımsız bir eser yazamayacakmışım? Üstelik önceleri yazdımdı. Ölüm ve Korku Günleri, Genç Timuçin, Benim Gibi Biri… Kırımsız romanlarım oldular.
Haftalarca garip bir boşluğun içinde yüzüyordum. Benim için yazılacak başka bir şey kalmadığını düşündüğüm anlarda paniğe kapılıyordum. Başka ne yazacaktım Kırımsız? Yıllar öncesi tasarlamış olduğum İngiliz öyküsü geliyordu aklıma arada: Bay Markus Burton’un Köpeği. Haftalarca kurcaladı kafamı öykü. Sonunda karar verdim: Biz Beraber Geçtik Bu Yolu’nun müsveddesini yayınevine postaladığım günden iki hafta sonra İngiliz öyküsü üzerine çalışmaya başladım. Altı ay içinde tamamlandı öykü. Ne ki, bu öyküde kendimi bulabileceğimi sandıysam, yanılmıştım. Yüce bir boşluğun içinde dolanıyordum hâlâ düşüncelerimle. İngiliz öyküsü tatmin etmiyordu beni. Kendimi, gerçek kendimi, bulamıyordum öyküde. Bulmam gerekiyordu. Bulmalıydım. Ama nasıl? İleriye bakamazdım.
Benim yaşımda ileriye bakmanın, ilerisini düşünmenin anlamı yoktu. Yalnızca geriye bakacaktım. Hem geriye bakmak hayattan kopmak değildi. Özellikle Kırımlıların bugünkü durumlarında geriye bakmak, bir bakıma, ileriyi düşünmek ve görmek demekti. Ama benim durumumda…
Benim durumumda bugüne değin yaşamış olduğum hayatla vedalaşmak olacaktı gerilere bakmak. Olsundu. Vedalaşmak olsundu. Benim en büyük başarım (yaşam ne kadar acı, ne kadar çekilmez olursa olsun) yaşamaktan vazgeçmemem, ömrümün sonuna kadar hayatı severek yaşayacağıma inanmam oldu. Şimdi. Hayatımın bu son aşamasında, bu inancımdan vazgeçecek değildim. Eşim Regina benden az yaşlı. Birkaç yıl evvelsi geçirmiş olduğu kalp hastalığından sonra benden çok daha zayıf hissediyor kendisini. Bütün ev işlerini ben yapıyorum. Çamaşırımızı yıkamak, yemeğimizi pişirmek, odaları silip süpürmek ve Regina’ya bakmak… Son yıllarda benim için en büyük mutluluk Regina’ya bakmak oldu.
Nadir çıkıyoruz evden. Ama bahçemiz bu yaz da güzel. Güneşli günlerde vaktini bahçenin çiçekleri arasında geçiriyor Regina. O da Biz Beraber Geçtik Bu Yolu’nun yazılıp tamamlanmasını bekliyordu. Eseri yayınevine postaladığım gün gençleşmişti adeta. Oysa eseri yazdığım sürece eserden hiç söz etmedim kendisine. Bir bardak çayla masama gelip ne yazdığımı sorduğu akşamlarda, “Türkçe öğren ve romanı kendin oku,” diye gülüp geçtim. Ama okumadan da biliyordu ne yazdığımı. Romanın (benim olsun, onun olsun, başka birinin veya birilerinin olsun) gerçek hayat öyküleri olduğunun farkındaydı. Yaşanmış ve yaşanan gerçek bir hayat parçası vardı romanda. Okur sadece o hayat parçasını okuyacak, o hayatı tanıyacaktı.
Romanın müsveddesini postaladığımdan bir müddet sonra Ötüken Neşriyat’ın yöneticilerinden Nurhan Alpay açtı telefonu İstanbul’dan, müsveddenin arızasız ellerine geçtiğini bildiriyordu. Kısa süren dostça bir sohbetin sonunda, “Cengiz bey, eser sizin kendi hayatınız mı?” diye bir soru sordu Alpay. Biraz sıkıldım. Gerçekçesi bu soy sorular bana her sorulduğunda sıkılırım, soruyu nasıl yanıtlamam gerektiğini bilemem.
Özellikle bazı eleştiricilerce romanlarım benim hayat öyküm gibi okura tanıtıldığı zamanlarda sıkıntım daha da artar. “Hayır, yaşantılarımdan istifade edildi eserde ama Biz Beraber Geçtik Bu Yolu benim şahsi hayatım değildir. Sanat eseridir; sadece bir romandır,” diye yanıtladım Alpay’ın sorusunu. Oysa gerçeklerin dayanağı üzerine kuruldu roman. Bir gaye değildi bu; roman üzerine çalışırken gerçeklerin bu dayanaktan çıkıp yayılacağını, başka kimselerin de gerçeklerini bu dayanağa bağlayacağını (düşünüyordum demeyim de) hisseder gibi oluyordum. Evet, benim gerçeklerimin yanında, Biz Beraber Geçtik Bu Yolu’nu okuyan okurların kendi gerçeklerini de okuyacaklarını umuyordum.
Çünkü (ne kadar uzak mesafeler ayırırsa ayırsın) insanların gerçekleri benzerler birbirlerine. Yaşı ister ilerlemiş, ister genç olsun; zorlamadan romanda okura kendi gerçeğini bulmasında yardımcı oldu isem, Biz Beraber Geçtik Bu Yolu’nun başarılı bir roman olduğuna inanacağım. Biz Beraber Geçtik Bu Yolu’nun İzmail Tavlı’sı değilim ben; ama bugünlerde İzmail Tavlı gibi yorgunum ve, tıpkı İzmail Tavlı gibi, ileriye dönük hayal ve düşüncelerimi yitirdiğimi hissediyorum. Düşünemiyorum ileriyi. Bakamıyorum ileriye. Bundan böyle ben geriye bakacağım. Bulacaksam eğer, geçmişte arayıp geçmişte bulacağım kendimi.
Bazı kimselerce tanıtıldığım gibi Kırım’ın Kızıltaş köyünde doğmadım, Kızıltaş’ın üç kilometre kadar güneyindeki Gurzuf kasabasında doğdum. Gurzuf. Denizin kıyısında Ceneviz Kalesi ve en yüksek noktasında beyaz camisiyle güzel Gurzuf. Yıllar vardır dönüşsüz olur. Barışçı ve insani bir dünyada dönüşsüz olmamalı bu yollar. Benim için dönüşsüz oldu. Elli yedi yıl evvelsi çıktım Kırım’dan, çıkınca da kendimi dönüşsüz yolların ötesinde buldum. Yolların benim için açılmayacaklarını biliyordum. Başkaları için zamanla açılırdı belki bu yollar. Ama benim için (hiç değilse hayatımın kendi gücümle dönebileceğim bir döneminde) açılmayacaklardı.
Başka bir yol aramanın anlamı yoktu, bulabilmenin imkânsızlığını biliyordum. Döneceksem eğer, yalnızca düşlerim ve düşüncelerimle dönecektim. Düşüncelerimle de dönemeyeceğim takdirde, ömrümün sonuna kadar zindanlar içinde kalacaktım. Ama döndüm. Sık sık. Altmış yıl boyunca üstünde doğup büyüdüğüm topraklara dönmediğim bir günüm, bir gecem olmadı. Yolum oraya her düştüğünde başkalarının da beni görmelerini ve duymalarını istedim. Hayır, hayalî değildi ziyaretlerim. Hiç kopmadı gerçeklerimizden benim bu ziyaretlerim. Bizim orda bin yıl evvelsi dedelerimizin elleriyle inşa edilmiş köy ve kentlerimiz vardı; duvarları beyaz badanalı, damları kırmızı kiremitli, verandaları ve balkonları salkım çiçekleriyle süslü evlerimiz vardı; ağaçları ve kütükleri bin yıl evvelsi dedelerimizin elleriyle dikilmiş bağ ve bahçelerimiz vardı. Benim insanlarımın ruhları hiç terk etmediler o evleri ve bahçeleri. Onlar seyredeceklerdi benim oraya her dönüşümü.
Demirliçeşme üstündeki bağın ortasında geniş verandalı, kapı ve pencerelerinin üst kesimlerinde camları renkli, iki katlı evin içerisinde Mart ayının dokuzuncu günü sabah saatlerinde dünyaya geldim. Doğum günümün dokuz Mart olduğundan eminim -annem Kuran-ı Kerim’in iç kapağına yazmış: dokuz Mart. Karlı ve rüzgârlı gecenin sonunda, diye.
Doğum günümden kuşkum yok ya, yılı yazmaya unutmuş annem Kuran-ı Kerim’in kapağına. O yıllarda Gurzuf’ta doğan çocukların isim ve doğum tarihleri sicil kütüğüne geçirilmiyordu herhâlde. Bunu anlamak zor olmasa gerek. Önce Birinci Dünya Savaşı, sonra Alman işgali, ardından devrim. Annemin dediğine göre, Alman işgal birliklerinin Gurzuf’tan çekildiklerinden bir yıl sonra doğdum. Alman işgal ordusu Kırım’dan 1918’de çıktığına göre, 1919(?) doğumluyum.
Bizler Gurzuf’ta ve Kızıltaş’ta otururken isimlerimizin ve doğum tarihlerimizin sicil kütüğüne yazılı olup olmaması önemli değildi. Herkes, ama herkes, biliyordu: Kızıltaşlı Emir-Hüseyin Dağcı’yla evli Gurzuflu Fatma Hanım’ın (dördüncü kız çocuğu küçük Ayşe’yi Soğuksu mezarlığında toprağa verdikten tam iki yıl sonra) Cengiz isimli oğlan bir çocuk doğurduğunu. Bilmeyen, tanımayan yoktu. Yüzünüzü görmese de, kucağına alıp alnınızı öpmese de tanırdı sizi herkes. Doğduğunuz gün siz bir Gurzuf türküsü olurdunuz. Sabahın köründe motorlu kayığıyla denize çıkan balıkçı söylerdi türkünüzü, tütün tarlalarında tarhlara tütünlerin fidelerini diken kızlar söylerdi türkünüzü, bağlarda üzümler devşirilirken kuşlar duyardı türkünüzü Aypetri’den Ayı Dağı’na dek.
Gün geldi Gurzuf’tan ve Kızıltaş’tan çıkmamız gerekti; çıkınca da (bizleri iyi tanımalarına rağmen) kendimizi tanıtmamız, gün günü kimliğimizi kanıtlamamız gerek oldu. 1936 yılının başlarındaydı sanırım, pasaport kanunu çıktı ve ben Akmescit’in (bugünkü Simferopol) Gorsovet (şehir sovyeti) binasında iki doktor tarafından muayene edildikten sonra: Cengiz Dağcı. 9 Mart, 1920 doğumlu pasaportumla, muhakeme edilmeden, Gurzufu ve Kızıltaş’ı unutup, ömrümün sonuna kadar Gurzuf’suz ve Kızıltaşsız, sonsuz göçmen hayatımı yaşamaya mahkûm edildim. Elbette tamı tamına az yukarda ifade ettiğim gibi olmadı bu ama anlam bu ifadenin uzağında değildi.
Gurzuf’un denizi ve Kızıltaş’ın bağları bizim yaşam kaynağımız oldu, bayramlarımız ve neşemiz oldu, kaygılarımız ve dertlerimiz oldu yüzyıllar boyunca. Ömrümüzü Gurzufsuz ve Kızıltaşsız yaşamamıza olanak yoktu. Bunu ben daha çok küçük yaşımdayken biliyordum. Evet, hiç kimse şaşmasın; biliyordum. Gurzuf’un ve Kızıltaş’ın doğasıydık biz: Çiçeği ve otuyduk, dalı ve yaprağıydık, havası suyuyduk; toprağından besin alıp sürdürüyorduk varlığımızı.
Gurzufsuz ve Kızıltaşsız biz pörsüyüp solacak, sonra da kuruyup gidecektik. Benim gibi,benim insanlarım da biliyorlardı bunu. Biri, ikisi değil; hepsi! Bugün biz hayatta kalabilmişsek sarsılmaz ve çökmez bu bilinç ve inancın gücüne borçluyuz. Ben bir Gurzuflu olmasaydım bana verilmiş kimlik belgemle gene yaşar, dünyada olup bitenleri görür, başka iklim ve mekânlarda başka bir ben olurdum; evlenirdim de, eşim çocuklar doğururdu. Bu da bir çeşit yaşam olurdu. Ama ben Gurzufluydum. Gurzufluya Tanrı tarafından verilmiş hayattan başka bir hayat yaşamasına olanak yoktu.
İçimin boşluğundan şikâyet ettim. Hiçbir zaman uzun sürmedi bu boşluk. Uzun yıllar beni sevindiren ve ağlatan, hayatî öykülerimiz boşluğumun çok uzağında kalmadılar. Şimdi de uzağımda değiller. Ben, içimi bir kere daha onlara açabildiğim takdirde, yattıkları yerlerinden kalkıp içime gireceklerini, içimin boşluğunu dolduracaklarını ve bir müddet sonra benim dilimde kazandıkları canlılıklarıyla içimden çıkıp benim insanlarıma döneceklerini hisseder gibi oluyorum. Aslında içimi gelip bulan bu öyküler benim öykülerim değiller, yalnızca benim dilim ve ruhumla beslenip içimden çıkan başkalarının öyküleridir. Onları bir kere daha içimde barındırabildiğim takdirde, sona yaklaşmış hayatımın az daha uzayacağına inanıyorum.
Gurzuf. Geçen yılın başlarında Kırım-Tatar Millî Meclisinin başkanı Mustafa Cemilev (Kırımoğlu) Almanya’daydı; eksik olmasın, ordan aradı beni telefonla. Bugüne kadar Kırım’a dönebilmiş iki yüz altmış bin kadar Kırımlının maddi ve manevi durumları üzerine durdu, benim için önemli şeyler söyledi. Aramızda yer alan sohbetin sonunda Gurzuf’ta ve Kızıltaş’ta bizim insanlarımızın da oturup oturmadıklarını sordum.
“Gayet az, Cengiz abi,” dedi Mustafa, “gayet az. Yalıboyu’na (Kırım’ın Karadeniz kıyısı) oturmalarına izin verilmiyor. Ama elimizden geleni yapıyoruz ve umutsuz değiliz. Şimdiye kadar Kızıltaş’a yirmi yedi aile yerleşebildi. Gurzuf’taysa… yalnızca sekiz aile.” Yüreğim sıkıldı. Boğazımın içine acı bir yumru sokuldu.
Gözyaşlarımın arasından mezarlıklarımızı görür gibi oldum. Bir zamanlar Gurzuf’un evlerini dolduran ana-babalarımızın kemikleri nerde? Gurzuf’un ana caddesinde gezinen göz nuru kızlarımız ve delikanlılarımız nerde? Uzun bir süre bir şey söyleyemedim Mustafa’ya. Sonunda, “Buna da şükür,” dedim. Dedim, ama bizsiz öksüz Gurzuf’un ağladığını duyuyordum içimde.
Okura kendimi tanıtmak amacıyla başladım. Hatıralarda C.D.’ye. Eksiksiz, sade ve süssüz bir şekilde anlatacaktım hayat öykümü. Görüyorum ki, hayaller ve hisler üst geldi yine. Gurzuf’un sözünü ederken hayale kapılmamak elde değil. Coşmamak ve üzülmemek de mümkün değil doğrusu. Çünkü az yukarda işaret ettiğim gibi, yurtlarından topyekün sürüldüklerinden elli yıl sonra da Gurzuf’un evlerinde Gurzufluların ruhları saklı hâlâ. Bunu ben bildiğim gibi, Gurzuf’ta oturan sekiz ailenin çocukları da biliyorlar. Biliyorlar, çünkü sürgün yerlerindeyken anaları başlarını ellerinin arasına alıp, “Biz vatansız kaldık, büyük bir haksızlığa uğradık, milletimiz Martyre oldu,” diye ağlaşmadılar.
Kırım’ın binlerce mil uzağında aç ve sefil, yavrularına Kırım’ın yanıklı türkülerini söylerlerken,günün birinde vatan topraklarına döneceklerine inandılar – parlak geçmişlerine, dedelerinin kahramanlıklarına özenerek değil; yaşama haklarına ve varlıklarının gerçekliğine inanarak. Onlara Gurzuf’u unutturmak isteyenler de bunun pekâlâ farkındalar.
Gurzuf. Güzel Gurzuf. Aile Akmescit’e yerleştikten sonra da her yılın yazı giderdim Gurzuf’a. Teyzelerim, halalarım, aile dostlarımız ve yakınlarımız oturuyorlardı Gurzuf’ta. Herkes tanıyordu Gurzuflu Cengiz’i. Kuzeyindeki Memişin Bayırı’ndan Gurzuf’a inerken Gurzuf sevinirdi, bütün Gurzuf gülerdi Cengiz’e. Yansılar’ın hemen hemen her cildinde Gurzuf üzerine yazdım. Burada yalnızca şunu eklemek istiyorum: İkinci Dünya Savaşı’ndan önce nüfusu yedi bindi Gurzuf’un. Yedi bin nüfusunun ancak (tahminen) yedi ailesi Rus asıllı Gurzufluydu. Ceneviz Kalesi’nin doğu tarafındaki Soğuksu kıyısında bir, Gurzuf iskelesinin batı tarafındaysa başka bir büyük sanatoryum bulunduğundan, yaz ayları içinde Sovyetler Birliği’nin çeşitli yerlerinden başka dilde konuşan binlerce kimseler akın ederlerdi Gurzuf’a.
Ama Gurzuf bizim Gurzuf’umuzdu. Evlerimizin mimarisi, yollarımız ve sokaklarımız, geleneklerimiz ve türkülerimiz bizim varlığımızı yansıtırdı. Dost ve konuksever karakterimizle Gurzuf’a gelen herkese hoşgeldin diyor ve günün birinde bizleri Gurzufsuz bırakacaklarını akıllarımızdan geçirmiyorduk.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Biyoğrafi-Otobiyoğrafi
- Kitap AdıHatıralarda
- Sayfa Sayısı292
- YazarCengiz Dağcı
- ISBN9786254083594
- Boyutlar, Kapak12 cm x 19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviÖtüken Neşriyat / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- James Joyce Büyük Yazarın Gizli Evreni ~ Arthur Power
James Joyce Büyük Yazarın Gizli Evreni
Arthur Power
Bir dostluğun hikayesini okuyoruz bu kitapta. İrlandayı terk etmiş, Pariste yeni heyecanların peşine düşmüş, sanatın ardında yolunu bulmaya çalışan genç bir ressam Arthur Power...
- John Stuart Mill ~ Nicholas Capaldi
John Stuart Mill
Nicholas Capaldi
John Stuart Mill (1806-1873), 19. yüzyılın en etkili İngiliz filozofu ve devrin bütün önemli konuları hakkında ortalama insana bile hitap edecek tarzda yazan örnek...
- Aşka Ağlayan Derviş Yunus Emre ~ Mahmut Ulu
Aşka Ağlayan Derviş Yunus Emre
Mahmut Ulu
Ölümlünün ölümlüye aşkı, rüzgarda kuma yazı yazmak gibidir… “Bütün dünyadan vazgeçtim, ahiret gözümde kalmadı. Ölmeden evvel ölüp, kanımı nefesime helal ettirdim. Aşk ile yandım,...