Gittin…
Bir yemin kaldı aramızda
Yarısı senin
Yarısı benim…
Hasret, izleri Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet öncesi döneme uzanan, gerçek yaşamdan alınmış kırık bir aşkın ve ömür boyu süren hasretin öyküsü.
Müslüman bir bey oğluyla bir Rum kızının tüm engellere rağmen filizlenen sevdası, önüne çıkan ne varsa yakıp yıkacak güçte bir kora dönüşür. Ancak ayrılık kaçınılmazdır.
Lozan Antlaşması’nın öncesinde imzalanan Mübadele Sözleşmesi, bir buçuk milyona yakın insanı yerlerinden yurtlarından ederken, geride parçalanmış hayatlar, boynu bükük aşklar ve nesiller boyu sürecek hasret hikâyeleri bırakacaktır.
Tıpkı Tacettin’le Patricia’nın hikâyesi gibi…
***
Aile hikâyesini benimle paylaşan ve bu romanı
yazmam için beni yüreklendiren Sayın Olcay
Köksal’a teşekkürlerimle…
*
HASRET mi, ÖLÜM mü deseler
Ölümü seçerdi
Tereddütsüz
Hiç gözünü kırpmadan
Ama ona soran olmadı ki…
*
Adım adım…
Anadolu’nun bağrına
Okuyacağınız, izleri Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet öncesi dönemine dayanan, gerçek yaşamdan alınmış, ağıt gibi bir hasret öyküsü.Kırşehir-Keskin’de başlıyor. Öykümüzü dillendirmeden önce kahramanlarımızın köklerini kısaca irdelemenin yararlı olacağını düşünüyorum.
13.-14. yüzyıllarda Orta Asya’dan Anadolu’ya göç eden Oğuzların Beydili Boyu’nun Cerid Aşireti, önce Musul, Kerkük civarına yerleşir. Ancak iklim ve çetin doğa şartlarından dolayı Adana, Maraş, Antep vilayetlerini içine alan geniş araziye yerleşmeyi istemektedirler. Yerleşik düzendeki bölge halkının engelleme çabaları yüzünden uzun ve zorlu mücadeleler vermek zorunda kalırlar.
Bu arada, Cerid Aşireti Beyi Mustafa Bey, IV. Murad komutasındaki kuvvetlerle beraber Revan (İran) Seferi’ne (1635-1638) katılır. Cerid Aşireti büyük yararlılık gösterir ve padişahın memnuniyetine mazhar olur.
Ancak yerli halkın şikâyetleri üzerine Beydili Boyu ve Cerid Aşireti Rakka’ya sürülür ve Türkiye’nin Urfa, Suriye’nin Rakka, Irak’ın Ramadi bölgelerine yayılırlar (1690-1691). Şartlar son derece elverişsizdir. Verimsiz topraklar, kavurucu çöl sıcağı, susuzluk… Yanı sıra Rakka bölgesindeki yağmacı Tay ve Urban Araplarına karşı mücadele etmek zorunda kalırlar. Oysa onlar Anadolu’nun serin yaylalarında yaşamayı düşlemektedirler. Devletin aldığı tedbirlere rağmen, aynı yıl içinde yeniden Anadolu’ya göçerler.
1696’da ikinci kez Rakka’ya sürgün edilen Türkmenler, Suriye çöllerinin sıcağına ve sivrisineğine dayanamayarak yeniden Anadolu’ya kaçarlar. Savaşlar, isyanlar, çekişmeler uzun yıllar boyunca sürer gider.
Rakka’dan Toroslar’a, oradan da Kırşehir’e doğru yola çıkan Silsüpüroğlu Aşireti’nin mensup olduğu Ceridler, önlerine çıkan Urban Araplarını ve Avşarları yenerek yollarına devam ederler. Bir süre Orta Anadolu’da kaldıktan sonra, bu kez de Toroslar’a sürülerek Adana Ceyhan yöresine yerleşirler. Ne var ki akılları hâlâ Kırşehir yöresindedir.
Padişah II. Mahmud zamanında Cerid Aşireti Beyi Silsüpüroğlu Ali Bey, Şam’da çıkan isyanı bastırmakla görevlendirilir. Padişahın fermanını alır almaz yola koyulan Ali Bey komutasındaki kuvvetler isyanı bastırırlar. Padişah bu durumdan çok memnun kalır ve Cerid Aşireti’ne istedikleri topraklan hediye eder. Kırşehir yöresindeki serin ve ormanlık bir yayla olan Hamit bölgesine gelerek on yedi köyü içine alan topraklara yerleşirler.
Sonunda, Hamit köyü merkez olmak üzere, Keskin ve civarını mesken tutmayı başarmışlardır. II. Mahmud, 1834’te beylik mührünü, Ali Bey’in oğlu olan, aşiretin o zamanki beyi Osman Bey’e verir.
Romanımızın ilk bölümünün geçtiği yıllarda Keskin’de sosyal yaşam son derece canlıdır. Keskin, Hamit ve civarındaki Türklerle azınlıklar ve aileleri arasında hiçbir sorun yaşanmamaktadır. Komşuluk ilişkileri çok iyidir.
Birinci bölüm
Keskin’de bir akşam vakti
Güneş yorgun bedenini Keskin’in üzerinden sıyırıp dinlenmeye çekilirken, gecenin diri soluğu arnavutkaldırımlı sokakların üzerine perde perde inmekteydi. Gün boyu tarlalarda, bahçelerde, zeytinliklerde, üzüm bağlarında ter dökmüş toprak işçileri, ırgatlar, ameleler bir an önce evlerine varmanın telaşı içindeydiler. Ticaretle uğraşan tüccar ve esnaf kesimi ise, bir işgününü daha tamamlamış olmanın huzuruyla dükkânlarının kepenklerini indirip aceleci adımlarla evlerinin yolunu tutuyorlardı.
Gündüzün cıvıltısı, gecenin sükûnetine devrediyordu nöbeti. Ak karaya, aydınlık karanlığa doğru doludizgin yol alırken, saygın ve itibarlı ailelerin yüksek duvarlarla çevrili evlerinin önünde akşam namazında yakılıp sabah namazına kadar yanık bırakılacak kandiller, kimi güçlü kimi ölgün ışıklarıyla, karınca kararınca yollarını aydınlatıyordu gelip geçenlerin. Bu kandillerden belki de en büyük ve en gösterişli olanı, Cerid Aşiret Beyi Hacı Ali Bey’in iki katlı görkemli evini ve geniş bir araziye yayılmış cennet misali bahçesini dış âlemden soyutlayan demir kapının üzerinde duruyordu.
Geniş bir aileye sahipti Hacı Ali Bey, tam on çocuğu vardı. Beşi ilk karısı Ümüş Hatun’dan (Göğüş Bey, Mahir Bey, Esat Bey, Osman Bey, Abdullah Bey), beşi de Ümüş Hatun’un üstüne kuma gelen ikinci karısı Fatiş Hatun’dandı (Münir Bey, Yahya Bey, Şaziye Hatun, Zahide Hatun, Tacettin Bey). Tacettin Bey dışında hepsi evlenmiş, ev bark sahibi olmuş, çoluk çocuğa karışmışlardı.
Bey ailesinin bütün fertleri aşiret içinde ve Keskin’de saygı gören, ayrıcalıklı insanlardı. Aileye mensup küçük çocuklar bile köylüler tarafından özel bir saygı görmekteydi. Bey soyundan gelen erkek evlatlar, yaşları ne olursa olsun, “bey” unvanı alıyor ve kendilerine öyle hitap ediliyordu. Kız evlatların adlarının sonuna ise mutlaka “hatun” ibaresi getiriliyordu.
Fatiş Hatun, 1834’te beylik mührünü II. Mahmud’un elinden alan Osman Bey’in ikinci kuşak torunu ve kocasının kıymetlisiydi. Beline kadar uzanan kuzguni siyah saçları, rastık çekerek daha da belirginleştirdiği kömür karası gözleri, o kadar çocuğu doğuran kendisi değilmiş gibi, attığı her adımda ahenkle salman endamıyla Hacı Ali Bey’in hayatına ikinci bir bahar esintisi getirmişti.
İki karısına da aynı derecede düşkündü Hacı Ali Bey, ancak Ümüş Hatun’a derin bir saygı duyarken, gönlünün tüm muhabbetini Fatiş Hatun’un önüne sermekten kendini alamıyordu. Fatiş Hatun’un aile fertleri üzerindeki hükümran tavrı, zaman zaman hırçınlığa varan dediğim dedik yaklaşımları da büyük bir ihtimalle buradan kaynak buluyordu.
.
Fatiş Hatun akşam yemeği telaşındaydı. Mutfaktaki hazırlıklara nezaret ediyor, emirler yağdırıyordu çalışanlara. Her şey mükemmel olmalıydı. Öyle ki, sofraya oturan hiç kimse ağzına atacağı tek bir lokmada bile en ufacık bir kusur bulamamalıydı. Özel bir geceydi bu. Birazdan bütün aile; oğullar, kızlar, gelinler, damatlar ve torunlar bir araya gelecek, bin bir çeşit ağız tadıyla günün yorgunluğunu sofrada bırakacaklardı.
Bir kişi hariç! işten az önce dönen Tacettin, bu akşam ailesiyle beraber olamayacaktı. Arkadaşlarıyla buluşmaya hazırlanıyordu.
Öfke içindeydi Fatiş Hatun. Oğluna söz geçirememenin kızgınlığıyla, hırsını Hacı Ali Bey’den alıyordu. Bekliyordu ki kocası bir adım öne geçsin, baba olarak tavrını koysun, yola getirsin oğlunu… Ne gezer! Bey kimliğiyle herkese olduğu gibi küçük oğluna da aynı sakinlik ve hoşgörüyle yaklaşmasına akıl erdiremiyordu Fatiş Hatun. Üstelik söz konusu, haytalık etmeye meyyal bir erkek evlatken!
Evin en küçüğüydü Tacettin. Belki de bu yüzden gerek babası, gerekse aralarında epey yaş farkı bulunan ağabeyleri tarafından çok seviliyor ve şımartılıyordu.
Zaman zaman, “Keşke bu kadar okutmasa mıydık bu oğlanı?” diye hayıflandığı oluyordu Fatiş Hatun’un. Hem oğulları, hem kızları bey ailesinin imkânlarıyla günün en iyi eğitim kurumlarında, en iyi şekilde yetiştirilmişlerdi. Ancak Tacettin bir adım öne geçmiş, ağabeyleri Kırşehir Rüştiyesi’ni bitirmekle yetinip çiftçilik ya da ticaretle uğraşırlarken, Tacettin mektebi idadiyi (lise) bitirerek, “tahsildar” olarak devlet dairesine girmeyi başarmıştı.
Bu akşam da, bir araya geldiklerinde güçlü bir sacayağı oluşturdukları iki arkadaşıyla buluşup devlet memuriyetine kabulünü kutlamaya hazırlanıyordu.
“Hasret – Hasret En Büyük Esarettir” için 3 yanıt
Bir yanıt yazın
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Edebiyat Öykü Roman (Yerli)
- Kitap AdıHasret;Hasret En Büyük Esarettir
- Sayfa Sayısı352
- YazarCanan Tan
- ISBN9786050913149
- Boyutlar, Kapak14x20cm, Karton Kapak
- YayıneviDoğan Kitap / 2013-3
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Cepheye Koşan At ~ Ömür Kurt
Cepheye Koşan At
Ömür Kurt
Kızıl şimşekler, solucanlar gibi kıvrılıyor, rüzgâr tozu toprağı savuruyordu. Süvariler, birer gülle gibi yere düşen yağmur damlalarından sırılsıklam halde atlarına bindiler. Alay komutanının “İleriii!”...
- Bukalemun ~ Nuray Atacık
Bukalemun
Nuray Atacık
“Adım Yeşim Yıldız… Ben suçsuzum. Sadece kaderimin sonucunu yaşıyorum. Asıl suçlu kendini biliyor. Senin…can aldığın yerdeyim. Gelip beni kurtarmanı bekliyorum. Kırk sekiz saat içinde...
- İki Ayrı Tutku ~ Sertap Yar
İki Ayrı Tutku
Sertap Yar
Bağımlılık ilişkiyi sürdürmek için kendin olmaktan vazgeçmek demektir. Görebileceğin her türlü zarara rağmen bu durumu sürdürürsün. Sertap Yar kitabında bunu en açık şekilde anlatmış....
canan hanım ben sizin kitaplarınızı çoooooook beğeniyorum başarılarınızın devamını diliyorum
Merhaba. CANAN HANIM kitapinizi cok ama çok begendim. Yani okurken kendimi kitapin içinde buldum..Cok güzel bir dille anlatmissiniz.Ama keske sonda patrica ile behirenin tanismasini, kardeşlerin bulusmasini yazsaydiniz.ama yazdiginiz kadari çok güzel.
Canan hanım size teşekkür ederim ben bir Cerit im ve kitabınızı benimle paylaşan beni haberdar eden arkadaşıma minnettarım kitabınızı okumak için sabırsızlanıyorum ve hatta bilmiyorum geçiyor mu ama soy agacimi öğrenmeyi ümit ediyorum.size coookkkkkk coookkkkk teşekkür ederim Facebook’ta Cerit aşireti grubumuz var oradan da paylasim yapacağım başarılarınızın devamını diler,saygılarımı sunarım. ZİYA CERİT