Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Harp Baladı
Harp Baladı

Harp Baladı

Cihan Çetinkaya

Binbaşı Halil Sadi, eşi Leyla ve oğlu Yusuf. Hep iyi şeylerin olduğu bir evde mesut yaşarlar. Fakat Halil’e ulaşan celple cihanda kopan fırtına bu…

Binbaşı Halil Sadi, eşi Leyla ve oğlu Yusuf. Hep iyi şeylerin olduğu bir evde mesut yaşarlar.

Fakat Halil’e ulaşan celple cihanda kopan fırtına bu mesut ailenin evine de sızar.

Birinci Cihan Harbi tüm şiddetiyle Osmanlı topraklarını kavururken Binbaşı Halil’e kutsal toprakları savunmak düşer. Binbaşı Halil Sadi, Cemâl Paşa komutasındaki Kanal Harekâtı için önce Şam, ardından Filistin’e gitmek üzere uzun bir tren yolculuğuna çıkar.

Yolda pek çok kişiyle tanışır: Arnavut Ali Ferid, Sarı Cevdet, felsefe öğretmeni Albay James J. Fitzgerald, Başçavuş Niyazi… Her birinin hikâyesinden öğrenecek, sorgulayacak pek çok şey yazılır hanesine. İnsan, hayat, zaman, savaş ve ölüm başka başka anlamlar kazanır Binbaşı’nın zihninde. Madden ve manen sınanacağı bu meşakkatli yolculuğaysa oğlu için kaleme aldığı mektuplar eşlik eder.

Cihan Çetinkaya, roman boyunca her türlü farklılığa rağmen insana dair duygularda aslında ne kadar çok ortak noktada buluştuğumuzu, çetin şartlarda hayatta kalma mücadelesinin herkesi eşit kıldığını vurgularken okura hem gerçekçi hem de duygusal bir anlatı sunuyor.

Harp Baladı, insan olmaya, savaşa, esarete, vicdana ve hayata dair bir iç muhasebe…

“Yazık, bazı duyguların merhameti olmuyor. İnsan bir kokuyu hayal edince elinde hatıralardan başka hiçbir şey kalmıyor.”

*

Sevgili oğlum, Bu, sana yazdığım belki de son mektup; gönlümden zihnime, kâğıda ve de mürekkebe terennüm eden nice umutlu bekleyişlerin dile değdiği son dokunuş, kim bilir?

Teselliyi nerede bulabilirim, olduğu gibi her şeyi nasıl anlatabilirim, bilemiyorum. Bir çare arıyorum ve her gece başımı yastığa noksan yaslıyorum. Yorgunum, bunun bir telafisi yok. Bir mecal umarak meşakkatli rüyalar arasından bir rüya seçiyorum sonra kendime, tahammülün türlü cefasını yekpare çekiyorum.

Halimi soracak olursan, muğlak hayallerin hanesinde bir başıma ve kalemsizim. Yalnızım ve epey de düşünceliyim. Gönlümden dışıma, aklıma ve de vicdanıma, kaburga kemiklerimi esneten bir dertle çaresizim. Nedametse her gece yakamdan tutuyor, kuvvetsizim.

Kendimden bile gizlediğim hakikatlerle yüzleşmemek için görmezden geldiğim yine kendimdim. Her ne varsa üzerini örttüm ve fakat onları bir türlü gizleyemedim. Bir bilsen oğlum, öyle çok kaçtım ki yazmaktan, anlamaktan ve anlatmaktan. Nihayet menzil tükendi, sus tükendi, vakti geldi, ben de tükendim. Kelimelere kaim, artık son vuslattayız. Kalp, göz ve de dil hizasında elimde kalemim, üzerimde ceketim, bir de tenimi kaskatı kesen buhranlı halimle yazıyorum oğlum, yazıyorum.

***

Burada geceler biraz soğuktur, rüzgârı çiğdir. Yorganlar ince, yataklar taştan; içi ısıtan, yalnız hasretin hararetidir. Soğuktur, diyordum ya oğlum, soğuktur hakikaten. Ellerim göğsümde, gözlerim gökyüzünde ısınır. Küçücük bir pencere, bekler bütün hissiyatımı ve ardından hasret dolar haneme usulca; muştularıyla, türlü rayihalarıyla.

Duvarlarınsa lisanı yok, sade beni dinliyorlar. Ve fakat bir lisanı olsaydı mesela, bir fikri veya teskini, muhtemelen dile gelir benimle konuşurdu. Susmaz, içindekini söylerdi, saklamazdı. Hiçbir yere varamayacak muhaverelerin, ne kadar kimsesiz olsak da, birer kimsesi olurduk.

Düşünüyorum da bir tasavvurla beliren cümleler, hakikati maddeden evla tahkim ederler. Çünkü görmekle duymak zamanla ehemmiyetini kaybeder, maddenin bütün bir delili tükenir. İnsan artık ya aklını yitirir ya da unutur. Her şey zamanla unutulur oğlum. Yalnız birkaç kelime kalır, belki bir damla da gözyaşı. Bütün bir hikâye, orada yeniden diriliverir.

Oğlum mesela ben suya hasret bir dudağın kenarındaki çatlağım, belki de hırçın denizlerin dövdüğü taştan kopan bir toz zerresiyim. Kim olduğumdan ziyade ne olduğumun farkındayım, biliyorum. Zifiri gecenin hükmüne boyun eğmeyen uzak bir yıldızın şulesiyim; gecedeyim ve uzağım! Oysa sana daha birçok şey söylemek isterdim, pek çok şey anlatmak. Son bir kez başını okşayıp koklamak, kanayan dizini sarmak. Yazık, bazı duyguların merhameti olmuyor. İnsan bir kokuyu hayal edince elinde hatıralardan başka hiçbir şey kalmıyor.

Bazı geceler türlü belalar arasından ince bir dert seçiyorum. Sonra o dertle hemhal, beyabana sanki tekrar düşüyorum. Onu dinliyorum, halim perişan. Efsunlu bir nağme gibi sesini duyuyorum: “Bu âlem bir aynadır, kumu da bir, suyu da,” diyor durmadan. Sığınacak bir mesken, idrake kudret bulamıyorum. Kendimi, düşüncelerimi ve de hislerimi yadırgıyorum. Bütün nedenleri hırpalıyorum. Bilemiyorum oğlum, hepsi beyhude mi?

Yazgım hep iki satır arası. “Elbet vardır bunun da bir manası,” diyerek avunuyorum! Bırakamam oğlum, sözü sükûta bırakamam.Çünkü bir gam bir de demden korkarım. Hasretle vuslat arasında muallaktayım. Ben oğlum, ben araftan yaratıldım! Tercih edemeyişim kefaretimdi, aldığım nefes kefaletim.

Oğlum, her şey bir gün muhakkak tükenir. Kalem bile iki zıddın arasında tükenir. Söz nihayet sükûta erer, sessizliğin sesi kalplerin en girift lisanında duyulur bu defa. Öyleyse ben de mukadderata boyun eğerek kalbimi dinleyeceğim! Bu gözyaşı tenli mektubumla, hakikati en aşikâr haliyle ayan edeceğim. Allah’a, hürriyete, bir de kelimelerin simyasına inanıyorum!

***

Ah sır! Baş döndürücü bir kelime; herkesin var olduğunu bildiği ama dokunamadığı mukaddes hakikat. Varla yok arasında, her kanuna mugayir. Nice bilinmeyenler içinde en nazlı olan sır. Bir bilinmeyen ki, bilmekle bilmemek arasında ruhlar tenlerinden, başlar gövdelerinden ayrılıyor! Cümle kâinata perde olmuş hakikatten beri gerçeklik, ruhun varlığıyla yırtılıyor. Ruh! Ruh ölüme, ölüm sırlara yazgılıdır oğlum. Yazgıysa şüphesiz sözlerin şahı, yegâne hükümranıdır.

Ebedi bir muallakta asılı değil. Varsa eğer cismi, ismi ya da hissi, delili de muhakkak vardır! Kimi zaman bir nesne yahut ilhamla muştular kendini, kimi zaman da bir soruyla. Nice yolların kesif çıkmazlarından beri, sade bir kıvılcımıyla bütün karanlıkları aydınlatmaya onun kudreti yeter. Lakin gene de kendini aşikâr etmez, saklar ve sahibini bekler.

Bu sır, bir soruda gizliydi: İnsandan geriye ne kalır? Cevabıysa türlü belalarla tecrübe ettiğim halde dilimin değil, kalbimin tam ucundadır. Öyleyse şimdi, uzun bir yolculuğun sinesinde bulduğum hakikati, sırdaş bildiğim kalemime anlatacağım. Evet, bu sır benim esirimdi, artık ben onun esiri olacağım!

 

“İnsan alışkanlıkların çocuğudur,” diyordu Tunuslu bilge. Bu, nefes almak ve vermek kadar insana dair bir hasletti. Alışkanlıklar kolay körelmiyordu elbet. Gayriihtiyari konuştuğunu fark ettiğinde tarumar olan zihninin türlü odalarında, bir başına ve yalnızdı. Kendinden kendine doğru cevelan eden türlü soruların karşısında kılıçsızdı. Bu bir harp miydi, yoksa keşmekeş mi?

Dil, nefes verdiğinde ses tellerine değen havayı bir heykeltıraş edasıyla yontuyor, terbiye ediyor ve ona biçim veriyordu. Her hareketi, mahir bir zanaatkârın elinden çıkar gibi özenliydi. Fakat hangisi daha dikkate değerdi? Dille ikrar olunan kelimeler mi, yoksa ona bir ruh üfleyen nefesler mi? Sihrin formülü kimdeydi?

Yılların pası, sesinde yer tutuyordu. Titreyen latif kelimeler ayrılığa, derûn manalarsa kavuşmaya yazgılıydı. Yanaklarında biriken sakallarını sıvazlarken sanki bambaşka bir ruha tecelligâh olan kara gözleri henüz otuz beşindeydi. Otuz beşinde, yani hayatını bir cümlede anlat denince lâlûebkem olan zihninde, hatıraların mısra mısra yankılandığı o çağda.

***

Gecenin karanlığına mütevazı birer manifesto olan iki küçük mum alevi soğuktan kıvrılırken buğulanan bakışları, önünde duran saman rengi kâğıda, ucu keskin kalemine, bir de boynu bükük aciz kelimelerine takılı kalıyordu.

Muradın şemi yanadursun, yazdığı kelimeleri birer birer yokladı, onlara dokundu. Peygamber sünneti bilerek sonra vücuduyla her birine döndü teker teker, muhatabı bildi. Ve evladını düşündü yine; şimdi düşününce, ne de güzeldi yüzü. Cihanın kahrını yüklenmeden, şehadet edeceği zulümleri bilmeden, şimdi ne de masumdu. Her çocuk bir umuttur, derdi rahmetli anneciği. Bir çocuk, ne yaşta olursa olsun, her zaman yeni bir doğumdur.

Düşünceler bazen kılıç gibi keskin, bazen de bir yatak kadar yumuşaktı. Ne var ki her zaman kırılgandı da. Çoğu zaman bir düşüncenin yükü, âlemi ayakta tutan sütunların kaderine ortaklıktı. Kimi zaman zelzeleler olur, kimi zaman zarif bir yel okşar da durur. Dört başı mamur bir akideydi hepsi; dil, his, temas ve düşünce, şüphesiz ilahi olana yaklaştıkça hürdü!

Farkındaydı o da bunun; kalemi, uzvuymuşçasına eline uyumluydu. Çünkü nesneler, Nebi Musa’nın eline geçeli beri delildi; bir şahit, bir yemindi. Kalemin her harfte kıyam eden hareketi, düşüncelerle, hislerle ve de inançla beslenirdi. Her bir burcunda her elin, her dilin izi vardı. “İz” derdi eskiler. Ona, ulvi bir mana atfederlerdi. İz, yani bir ruh parçacığı; Yusuf ’un gömleği, Musa’nın asası. İzler ona rahmani bir sır, Melâmi bir dildi!

Elindeki kalemi, ona kalan son bir hatıra, son bir söz gibiydi. Geri kalan her şey sıradan, her şey olasıydı. Onun için değişen tek mefhum zamandı; ezel ile ebed arasında durduğu bir nokta. Ve bir noktayla başlayan vektörler, yaylar.

Zikirlere bulanık kelimeleri, kaleminde şekle bürünüyordu:

Evet oğlum, hatıralarımın başkâtibi canım Cerrahpaşa’da, babamdan yadigâr evin göğe bakan bahçesinde başladı her şey…

Cerrahpaşa, Kasım 1914

En güzel hikâyeler, bir gönül davasıyla başlar.

Gökyüzü siyahla lacivert arasında, eski ve tanıdık bir hengamenin koynundaydı; bir bulut onun güzelliğinden utanmış, kızarmıştı. Toprağın teniyse hâlâ sıcaktı, örtünmesine lüzum yoktu, çıplaktı. Kubbeler, minareler, saçaklar, bakraçlar, çiçekler, o koku, o vuslat, o kavrayış ve rüzgâr incecik parmak uçlarıyla yüzüne dokunuyordu, samimi, derin. Sahi, en son kim sevmişti onu böyle?

Yaşamak akıyordu damarlarından. Yaşamak soluyor, ciğerleri dolup taşıyordu. O taşkınlık bir çağlayandı sanki; hece olmak istiyor, cümle kurmak istiyordu! Kelimeler semanın merkezinden boşandı sonra, sağanağı sığınağıydı. En doğudan en batıya, en umulmazdan en olağana, şu kâinatta ne varsa, her şey birbirine nazar ediyordu. Derken bir koku ve hâsıl ettiği his, dağ yarıklarından çatlayan pınarlar gibi nehrini besledi. Aktı, aktıkça en muhkem kayalara çarptı. Oysa hiçbir şey kesemezdi onun yönünü, hiç kimse durduramazdı sinesinden zihnine hücum edeni. Bu, ne fena, ne fenâfillah bir ruh haliydi. Cezbedici bir huzur, ta uzaklardan yüreğini sarmaladı.

“Halil’im, bir kahve daha içer misin?” dedi bir ses.

Leyla’nın sesi, sevdanın sesi, duyma hissine şükrün sebebi, en koyu geceleri aydınlatan ışık hüzmesi kadar gerçekçiydi. Onu duyunca, deryalar birden çağladı. Maîler bahara çalındı, suya ve toprağa; üst üste değil hem de, sırayla. Çünkü onu duyunca gümüşten incecik bir tül, ummanın tenine değdikçe titriyordu sanki. Kıyıya vuran her dalga, toprakta birleşen iki damladan biri, diğerinin içinde usulca eriyordu. Bir tayf, ahengini behemehâl masumiyetten yana seçiyordu.

Virgüllü birkaç kelime, sonra güzel bir cümle ve titreyen nağmeler, aslında –çoğu zaman– her şeyi açıklar. Dile bir mühür vurulur. Onu dinlemek, sanki tene dokunan tüy, yüreği eşeleyen minicik bir serçe kıpırtısıydı. Hani sorsalardı, ilk görüşte aşk var mıdır, diye mesela, ilk görüşte aşk ne demek, ilk nefeste vardır, diyecekti.

“Zahmet olmazsa,” dedi Halil Sadi, bir manolyaya dokunurcasına.

Dışarıda tepinen kalabalık, ruhlara adeta bir buhran alâmeti olarak yerleşmiş keşmekeş ve kara haberlerin ıslak imzalı vesikaları gazeteler, bu bahçeden içeri giremiyorlardı. Hüznün, belaların ve yoksunlukların bet kehaneti kapıya çarptıkça geri dönüyordu, müneccimler biçareydi. Yalnız saadetin padişah olduğu o aşı boyalı ahşap konakta, büklüm büklüm örülü çiçekler, bir taş duvardan daha kudretliydiler.

Üzerlerinde göğün büyülü şavkı, yerin altında ağaç kökleri, kokulu buhurdan ve küçücük bahçede, kavrayışlardan, anlayışlardan ve anlatılardan çok uzakta bir yerde, rengarenk kuşların saadet şarkılarını icra ettiği bir masaldaydılar.

Küçükken, dedeciğimin dizi dibinde dinlediğim masalları hatırlıyorum bazen. Böylesine güzeller miydi, beni böylesine kuşatıyorlar mıydı, bilemiyorum oğlum. Şehzadeler döner miydi bahtından, Kaf Dağı’nın ardında uzak bir ülkede, Zümrüdüanka kanatlarını elli arşın açar mıydı, uçar mıydı özgürce, bilemiyorum.

Lakin biz annenle, o bahçede, rüzgâra dokunduk, göğe baktık uzun uzun ve de birbirimize. Bir hakikatin içinde savrulduk, serazat hayallerimize. Hatırladıkça, hakikatle hayal arasındaki muvazeneyi kuramıyorum.

Ölür, derdi dedeciğim, masal bitince. Kimse kalmaz bu cihanda, her şey vakti gelince ölür, derdi. O vakitler bu cümleyi kavramak, bir çocuğun tahayyülüne sığmazdı elbet. Fakat anlıyorum artık, her şey bir gün son bulmak için başlamıştır. Ölür oğlum; insanlar, çiçekler, kuşlar ve her şey muhakkak bir gün ölür. Vakti gelir, masallar bile ölür.

Leyla, elinde iki kahve fincanıyla yanı başındaki sandalyeye kurulduğunda aynı nefesi birlikte soludukları gibi, ilk yudumu beraber aldılar. Mevsimin teskin edici esintileri tenlerini okşuyordu, pürüzsüz ve derin, eskiden olduğu gibi. Sonra sorular ve de cevaplar. Ve şiirler! O, ruha zahmetsizce dokunan efsunlu kelimeler, göz kamaştıran, ışığı kıran sırlı perdeler. Şiirler, çiçekler, kuşlar, hasretler ve de çocuklar.

Sustular, en mahir şairlerin sustuğu mısraları birlikte okudular. Sarp yamaçlarda filizlenen çiçekler gibi hür ve özgürdüler. İklimin merkezine salındıkları cezbedici rayihalar, ırakta ve yakında, her neredeyseler, duyumsayanları kendilerinden geçiriyordu. Bir yerlerde, böylesine muazzam bir nağme icra ediliyor muydu, bilinmez. Onlar duyuyorlardı.

İnsan, hayata çoğunlukla kaybederek başlar. Her kaybediş, bir kefaret mahiyetinde insanı yeni bir başlangıca iter. Kaybedelim, diyorlardı mütemadiyen. Herkes kazansın ama biz kaybedelim, diyorlardı. Her kaybedişte, tebessümle birbirlerine sahip olmanın zaferiyle tekrar yüzleşiyorlardı. İşte orada, her lahzada, hayata…

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Roman (Yerli)
  • Kitap AdıHarp Baladı
  • Sayfa Sayısı144
  • YazarCihan Çetinkaya
  • ISBN9786050844566
  • Boyutlar, Kapak13,5x21, Karton Kapak
  • YayıneviTimaş / 2022

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Arafta Yedi Gece ~ Cihan ÇetinkayaArafta Yedi Gece

    Arafta Yedi Gece

    Cihan Çetinkaya

    Kaygı yarın ve esaret de dün demek; her ikisi de ölerek kavuştular hürriyete nihayet. Lakin yarım kaldı sevda, yarım kaldı aşk; dünyada her ne...

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Tutunamayanlar ~ Oğuz AtayTutunamayanlar

    Tutunamayanlar

    Oğuz Atay

    Şaksiper Kimdir, Eseri Nedir? Yıllar önce yayımlanmış bir broşürün adıydı bu. Ne yazık ki artık adını hatırlayamadığım müellifi, ünlü İngiliz yazarını şöyle 15-20 sayfalık...

  2. Gece Sesleri ~ Ayşe KulinGece Sesleri

    Gece Sesleri

    Ayşe Kulin

    Dört kuşağı içine alan anne-kız ilişkileri, aile içi çatışmalar, sık tekrarlanan askeri darbelerin değişik kuşaklar üzerindeki izleri… Geçmiş araştırılırken ortaya çıkan sırlar, ertelenmiş, söylenmemiş...

  3. Akile Hanım Sokağı ~ Halide Edib AdıvarAkile Hanım Sokağı

    Akile Hanım Sokağı

    Halide Edib Adıvar

    Edebiyatımızın öncü kadın yazarlarından Halide Edib Adıvar, üretken kalemiyle yaşadığı çağın gerçekçi bir portresini çizmişti. Halide Edib Adıvar’ın 1958 yılında yayımladığı Âkile Hanım Sokağı,...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur