Almanya’ya göç eden bir ailenin kızı…Hanne.
Aile içi şiddeti, cinayeti, intiharı, evlatlık olmayı, kültür çatışmasını, aşkı, varoluş sancısını yaşamış ve sonuçta infilak noktasına gelmiş bir hayatın sahibi. Madden güçlü fakat manevi olarak zayıf hayatında gerçek kimliğini arayan bir kadın. Yaşadığını hissetmek ve lanetli geçmişinden kurtulmak için yine geçmişinden bir umut arıyor…
İnsan asla geçmişini unutmaz. Ne kadar görmezden gelse de inkâr da etse geçmişi sarıp sarmalar. İnsan hayatına anlam arar. Kendisini bir değere ya da köklerine ait hissederek hayata dair bir anlam oluşturabilir insan fakat geçmişiyle barışık olmadan bunu başaramaz. Peki ya geçmişi ile barışık değilse? Yüzleşmesi gerekir geçmişiyle, gerçekle…
İnsanı en çok acıtan şey ise gerçekle yüzleştiği o andır.
Kitapları ve oyunculuğu ile Türkiye’de ve dünyada büyük ilgiyle takip edilen Bahadır Yenişehirlioğlu, gerçek bir hayat hikâyesinden esinlenerek kaleme aldığı Hanne’de pek çoğumuzun çevresinden izler bulabileceği sancılı ve fırtınalı bir dönüşüm hikâyesini ustalıklı bir kurgu ve etkileyici bir üslup ile anlatıyor.
*
ALMANYA
Ludwigshafen am Rhein
MART 2018
Hayaletlerden kaçtıkça onlar yolumu kesti. Artık içlerinden geçip gideceğim. Makyaj yaptığım esnada bir an durup güzelliğime baktım. Elimdeki fırçayı makyaj masamın üzerine bıraktım. İnsanın aynada kendini seyretmesi ne tuhaf. Kendime yabancı gibi baktım. Bedenime uzaktan bakıyormuşum gibi bir his kapladı içimi. Kişiliksizleşme bir anlamda, gerçek dışılaşma adeta. Gerçekliğimin üstünü kapatan bir çeşit savunma mekanizmasını mı harekete geçiriyor beynim? Gerçeklik duygumu mu yitiriyorum? Güzelliğime takılı kalan huzursuzluğumu benim gibi başkaları da fark ediyor mu acaba? Aç bir kurt gibi tenime dişlerini geçirdi hayat. Goncalarıma musallat olmuş küçük yeşil böcekler yüzünden açmadan kuruyacak mıyım? Gözlerimin hemen kenarlarında gittikçe belirginleşen çizgilere dokundum. Ardımda mı bırakıyorum gençliğimi gün be gün? Ayağını denk al Hanne. Yenilme ve güçlü dur. Seni kurtaracak olan yine sensin bu cendereden. Kötü mazinin yüzüne taktığı bu maskeyi bir doğum lekesi gibi taşıma teninde. Krallara soytarılık yapan bir cüce gibi taze nefesin özleminde tutsak olma. Sıyır at yüzündeki bu sahte kimliği. Kucağımda avuç içleri tavana çevrili, sanki orada unutulmuş gibi duran ellerime baktım. Daha önceleri zaman zaman ellerime ve vücudumun diğer yerlerine baktığımda bir başkasına aitmiş hissine kapılıyordum. Aynaya baktığımda sanki başkasının yüzüne bakıyormuşum gibi geliyordu. Yemek yiyemiyor ve uyuyamıyordum. Ama şimdilerde bununla başa çıkabiliyorum. Bir tür depersonalizasyon sanırım. Bakışlarım yatak odamın duvarlarında gezindi. Duvarların özellikle kül rengi olmasını istemiştim ve üzerinde hiçbir şeyin asılı olmamasını. Ne bir resim ne de bir tablo. Avizeye bile tahammülüm yoktu. Bu yüzden bütün ışıkların gizli köşelerden sızmasına karar vermiştik. Neredeyse üç kişinin rahatlıkla yatacağı bir yatak ve iki düz komodin. Üzerlerinde ne bir gece lambası ne de biblo ya da süs eşyası. Duvardan duvara ayna kaplı giysi dolabının tam karşısında yer alan duvara kaplattığım ayna ile odam daha fazla geniş bir perspektif oluşturuyordu. Bu gerçeküstü düzen, denge ve huzur yaratan tekrarı seviyorum. Ne belli bir noktada bulunmak ne de belli noktadan bakarak kendini açık etmek. Sonsuz bir yol hissi. İşte bu duyguyu seviyorum. Sıfır noktasından başlayarak kendini inşa etme hissi. Ama eminim bir yere varacak illaki. Böylece yeni bir başlangıcın kapısı aralanacak. Öyle süslü yatak örtülerinden, gösterişli yastıklardan nefret ederim. Dekoratörümüz evimizin mobilyalarını tasarlarken “Neden vantablack siyahını düşünmüyorsunuz?” diye sormuştu. Öncesinde kendisiyle ev ve renkler üzerinde sohbetler yapmıştık. Zira beni tanımak istediğini ve bunun üzerine tasarımını oluşturmanın daha doğru olacağını söylemişti ki bunda çok haklıydı. Siyahı zaten oldum olası çok sevmişimdir. Bir yandan birçok kültürde yasla, ölümle, tasayla özdeşleştirilen siyah diğer yandan belirgin bir asalet ve zarafeti yansıtır. Bana göre siyah rengin doğru yerde doğru biçimde kullanımı güç, sağlamlık veya resmiyet çağrışımları da yapabilir ki bundan hep hoşlanmışımdır. Ama dekoratörüm önerdiği rengin sonsuz bir boşluk hissi oluşturacağını örneklediğinde gerçekten beni kendine bağlamıştı. Vantablack üç boyutlu bir yüzeye uygulandığında iki boyutlu izlenimi veriyordu. Vantablack o kadar siyahtı ki onu algılamam neredeyse imkânsızdı. Dekoratörüm algıyı oluşturabilmemiz için biraz yansıtılmış ışığa ihtiyaç duyacağımızı, beynimizin bu şekilde çalıştığını izah etmişti. Vantablacke bakmanın dibi olmayan bir boşluğa bakmak gibi olduğunu algıladığımda bütün mobilyaların bu renk ile boyanmasına o an karar vermiş ve dekoratörümü beni gerçekten hissettiği için kutlamıştım. Çok boyutluluktan tek boyuta ulaşabilmek muazzam bir histi. Neticede evrende büyük patlama anında aşırı sıcak tek bir uzay boyutundan oluşmuyor muydu? Öncesinde evrende uzay dediğimiz şey genişliği olmayan bir çizgiden ibaret değil miydi? Hiçliğin muazzam varlığı. Makyaj masamın üzerinde de hiçbir ayrıntıya tahammülüm yok. Gerekli olanlar çekmecede durur. Genelde evim böyledir. Gereksiz ayrıntılardan uzak. Salonda neredeyse altı, yedi kişinin oturacağı siyah bir chester ve karşısında iki tane siyah puf. Televizyon bile yok. Hiç halı sevmem. Pencerelerde iki camın arasına yerleştirilmiş şerit perde, hepsi o. Yemek masası komple cam. Kalınlığından oturulan yerden bakıldığında bir buz tabakası gibi görünür. Etrafında ise siyah kadife kumaş ile kaplı sandalyeler. Üzerinde ne bir vazo ne de örtü. Hiçbir şey. Fazladan bir şey eklememek kendime yaptığım bir jest gibi aslında. Böylece bedenim, ruhum aralarında yeni bir ilişki yaratmaya çalışıyorlar gibi hissediyorum. Bütün ayrıntılardan, fazlalıklardan ve biçimlerden arınarak parçalanmışlığımı bütüncül bir algıya odaklandıracağıma inanıyorum belki. Kim bilir. Hala akşamki gördüğüm rüyanın etkisindeydim. Ne manaya geldiğini üzerinde düşünmeme rağmen bilmiyorum. Ama çok net hatırlıyordum. Bu rüya seyrettiğim bir film gibi beni etkisi altına almıştı. Rüyamda bileklerime kadar gelen turkuaz rengi suyun içinde nerede olduğumu anlamaya çalışıyordum. Elimde bir ayna vardı. Başka bir evrenin içindeki başka bir dünyanın üzerinde biri ya da birilerini bulabilir miyim diye dört bir yanıma bakınıyordum. Bakışlarım yorgun düşmüştü. Nihayetinde ufka doğru son bir kez daha baktım bir ağacın suyun üzerindeki heybetli varlığını fark ettim. Suyu yararak ağaca doğru yürümeye başladım. Tam o esnada gri gökyüzünde şimşekler çakıyordu. Fakat şimdiye kadar gördüklerimden tamamen farklı. Önce sesini duyuyor ardından şimşekleri görüyordum. Oysa bunun tam tersi olmalıydı. Önce şimşekleri görmeli ardından sesi duymalıydım. Ağaca doğru ilerledikçe suyun derinleştiğini fark ettim. Su neredeyse belime kadar gelmişti. Geçmişle gelecek arasında bir nefesi ense kökümde hissediyordum. Bir tek vakitten ibaretti her şey o da içinde bulunduğum an. Bunu iyi değerlendirmeliyim diye düşünmeye başladım. Zira bu anın öncesinde ne olduğunu bilmediğim gibi nerede nihayete ereceğini de bilmiyordum. Ağaca ulaşmam bir hayli vakit alacaktı besbelli. İçimi bir korku kapladı. Oraya kadar yüzebilecek miyim diye içimden geçirdiğim an kendimi bir anda ağacın altında buldum. Çok garipti hiçbir kara parçası yoktu. Ağaç bir ada üzerinde yükselmiyordu. Topraktan hiç iz yoktu. Gövdesinin etrafında yüzmeye çalıştım. Fakat gövdeyi bir ucundan diğer ucuna kadar yüzmem mümkün değildi. Ben böyle büyük gövdeli bir ağaç ömrümde görmemiştim. Başımı kaldırıp baktığımda çok yukarılarda ağacın dallarını ve dallarında açan çiçekleri fark ettim. Meyveye durmuş olduğuna yordum. Fakat ağacın ne ağacı olduğunu anlayamıyordum. Ağaç birden dallarını sallamaya başladı. Oysa havada hiç rüzgâr yoktu. Hani deriz ya yaprak kıpırdamıyordu diye. Öyle bir hava ama dallar rüzgârda salınıyormuş gibi bir o yana bir bu yana doğru eğiliyorlardı. Dallardan biri bulunduğum yere kadar eğilip adeta bir insanın diğer bir insanın gözlerinin içine baktığı gibi önümde durup “Bilir misin? Her ne kadar meyve görünüşte ağaçtan oluşmuşsa da gerçekte ağaç meyvede vücut bulmuştur. Meyve dalın ucunda dal meyvenin içinde,” dedi.
Anlamadım.” diye tepki verdim. Korkmuştum. Bu hiç normal değildi. Ardından dal “Meyve elde etmeye ümidi olmasa bahçıvan hiç ağaç diker miydi? diye sordu. Dalların bir diğerinden “Geçmiş ve gelecek endişesi taşımadan anın gereği ne ise onu yap,” diye bir ses işittim. Bunu nasıl başaracağımı sorduğumda ise “Emin ve teslim ol gerisi çok kolay. Elindeki aynayı at.” diye karşılık aldım. Elimdeki aynayı suya fırlattım. Bir yandan yüzmeye devam ediyordum. Yüzmekten nefesim kesildiğinde ne olacak diye içimden geçirdiğimde ağacın gövdesine tutunurum diye düşündüm. Ağacın dallarından bir diğeri “Bu o kadar kolay değil,” diye cevap verdi. Zihnimi okuduğunu düşündüm ve içimi bir korku kapladı. Tam o sırada ayağımın ucunun zemine değdiğini ve suyun boyumu geçmediğini fark ettim. Fakat bu zemin ne bir kum nede kaya parçasıydı. Mutlak bir karanlık. Sadece hiç ile tarif edebileceğim, bilinmezliği ile bilebileceğim garip bir bilgi. Yönelemeyeceğim bir şey. Düşüncemin sonunda hissettim kendimi. Fikrim iflas etmişti. Hiçbir his kavrayamıyordum. Kocaman bir hiçlik. Ayak parmaklarımın uçlarıyla tarif edemediğim bu zemini yoklamaya çalıştım lakin bunun şimdiye kadar bildiğim ne varsa onlardan hiçbirine benzemediğini fark ettim. Garip. Her ne ise algılayamadım hiçbir şekilde. Dallara “Vakit içinde bulunulan hal değil midir?” diye sordum. Ağacın dallarının her biri ki dallar saymakla bitmeyecek kadar çoktu gülmeye başladılar. Ardından en kalın olanı “Sırlı isimlerin ve sıfatların her bir kişi üzerindeki hali ve tesiri o kişinin vaktidir,” diye karşılık verdi. “Ne ile berabersen o senin istidadındır,” diye de ekledi. “Hem görürsün hem kendini seyredersin,” diye nereden geldiğini anlayamadığım bir ses duydum. Ardıma, önüme bakındım ama ağaç ve benden başka kimse yoktu. “Kimsiniz?” diye bağırdım.
“Eğer sen dünyada isen vaktin dünyadır, eğer ahirette isin vaktin ahirettir. Korkuyorsan vaktin korku, huzursuzsan vaktin huzursuzluktur. Zamanın hakikatine er vaktin hükmünün altından kurtul. Hatta zamanı kendi hükmünün altına al. Sen hem sorusun hem cevap. Hem bedenin var hem de ruhun. Ruhunu bedeninden dışarı çıkar. İç özgürlüğüne kavuş. Bakışlarını kendi yüreğine çevirebilirsen aydınlanırsın. Dışta her şey çatışıyor. Ancak içerde bir uyum içinde birleşebilirsin. Dışarıya bakıyorsun bu yüzden düş görüyorsun. Sen uyanık ol bunun için içe bak.” Şimşekler çakmaya devam ediyordu. Hava gittikçe kararmaya başlamıştı. İyice korkmaya başladım. Nereye gidecektim? Geldiğim yer neresiydi? Nasıl geri dönecektim? Üşümeye başladım. Tam bu sırada yatağımda üzerimdeki battaniyeye iyice sarıldığımı fark ettim. Yataktaydım. Evet bendim. Peki, ben yatağımda yatıyorsam suyun içinde ben kimdim? İç portremi aynada görür gibi bir rüyanın mı içindeydim? “Sen insanoğlusun. Kendi gerçeğini acı üzerine kurmayı seçtin aslında. Bu yüzden huzur ilkel beyninin durmadan uyanmayı denediği bir rüya halinde. Bu yüzden bak güneş yok. Ağacın göğe uzanan dallarının vardığı nihai yeri görebiliyor musun? Hayır. Ondan sonrasını? Hayır. Peki, ağacın dallarındaki çiçeklerin hangi meyveye durduğunu? Bilmiyorsun tabi. Sana ne sunacağını? Bedenen uyku halinde olan sen zihinsel olarak bir dünya algısının içerisinde kısılıp kaldın. Yaşam deneyimlerini gerçekleştirdiğini mi sanıyorsun? Yoksa sana verilen yaşam deneyiminden çıkmayı mı arzu ediyorsun? Bak uyuyorsun değil mi? Evet uyuyorsun. Peki, şimdi uyanık mısın? Hiç sanmıyorum. Henüz uyanmadın. Dön hadi korkma bana bak.” Bu sesi tanıdığımı fark ettim. Birden suyun içinde kendi eksenimde döndüm. Karşımda babam duruyordu. Elinde kanlı bir bıçak. Baba diye sayıklamaya başladım. İçimde hem nefret hem de barışma isteği vardı. Hem kaçıyor hem özlüyordum. Hem ürküyor hem de seviyordum.
Birden her yer zifiri karanlığa gömüldü. Üzerinde kafa yorsam da daha sonra işin içinden çıkamayarak bundan vazgeçmiştim. “Baba,” diye çığlığıma Herbert uyanıp beni sarsarak uyandırmıştı. Birkaç saniye Herbert’in bile kim olduğunu algılamakta zorlanmıştım. Ona sarılıp omzunda ağlamamak için kendimi zor tuttum. Buna izin veremezdim. Anne değil de baba diye bağırarak uyanmış olmam bile tam bir muamma. Oysa genellikle insanlar anne diye sayıklarlar. Benim de anne diyerek uyanmam gerekirdi. Kucağımda avuç içleri yüzüme doğru sanki orada unutulmuş gibi duran ellerimi kaldırıp allık fırçasını tekrar bıraktığım yerden alıp makyaj yapmaya devam ettim. Bir yandan da düşünüyordum. İnsan içinde yaşadığı topluma farklı sebepler yüzünden katılmak durumunda kalmışsa ve o toplumun bir parçası olmak istiyorsa, gelenekle, geçmişle, dinle velhasıl o toplumu var eden ne varsa bir şekilde ilişki içerisinde olmak zorunda mı? Başka türlüsü mümkün değil mi? Kimliğimi, denizin çekilip ardından tekrar geri geldiği bir metcezir gibi yaşıyor olmam, bocalamam bu yüzden mi? Bu ciddi bir iş. Sanırım bu yüzden betimleyici değil çözümleyici bakmam gerekli. Görüştüğüm psikiyatr bu sebeple beni anlamaktan çok uzak kaldı. Artık seanslara devam etmemin bir yararı yok. Zaten çok da hazzetmemiştim kendisinden. Herbert’in zorlamasından başka bir şey değil. Hele o kendine derin baktığı hissini veren yapmacık ve anlamlı olmaya çalışan anlamsız bakışları ile sesinin tonunu ayarlamadaki çabası gerçekten rahatsız ediciydi. Son derece acemice. İçimde büyüyen bunalımın bir felaketi çağrıştırmadığını biliyorum ben. Bu aslına ihtiyaç duymakla alakalı. Reddettiklerini ve yok saydıklarını tekrar özlemek ve kavuşma isteği ile alakalı. Ruhumdaki bu çalkantı bu yüzden. Bir bunalım değil. Değişiyorum. Tersine, birleşmek için değil daha çok ayrışmak için. Aslında parçaları yerine yerleştirmek istiyorum. Bir yönden diğer yöne yönelmek istiyorum. Aksini düşünemiyorum. Ben mecburi bir dönüm noktasının sancılarını yaşıyorum. Bu bir anlamda benim Rönesans’ım demek. Doğal olarak parçası olmaya çalıştığım topluma pek çok değişik sebepler yüzünden katılmak durumunda bırakıldım. Toplumun bir parçası olmak istediğimi zannettim. İstedim istemesine de gelenekle, geçmişle, dinle velhasıl parçası olmaya çabaladığım toplumu var eden ne varsa bir türlü içselleştiremedim. Aslında ben çaresizce ait olma haline mecbur bırakıldım. Bu yüzden kendime ve ait olduğumu zannettiğim toplumun tüm değerlerine karşı eyleme geçmiş durumdayım. Hiçbir devrim durup dururken başlamaz. Evet, mesleğimi kendim seçtim. Hatta bunu bir bağlılık haline getirdim. Ama beni yanlış anlamanızı istemem. Bu sıradan bir bağlılık değildi benim için. Yani bunu savurganca bir isteri olarak görmedim. Bu hayata tutunmam ile alakalı. İftihar edilecek biri olduğum takdirde hayatta kalmayı garanti altına alabilirdim. Kölelik kavramsal olarak bir insanın sahip olması gereken hürriyet hakkından yoksun bırakılarak bir başkasının malı sayılması durumu olarak ifade edilir. Eski Yunanlıların doulos, Romalıların ise servus olarak adlandırdıkları köleler, tüm antik devir boyunca özgür insan gücünün yanında vazgeçilmez bir unsur olarak yer almışlar. Ama neticede özgürlükleri ellerinden alınmış. Peki, bir insan kendini var eden aslı kimliğinden ve köklerinden kurtulmaya mecbur bırakıldıysa? Ki bu aslında bir anlamda köleliğin ta kendisi. O zaman köleye dönüşmez mi? Bir parçası olmaya çabaladığım ve fayda sağladığım toplumun içinde ben özgür bir birey miyim? Kimliksizlik kölelik değil mi aslında? Kimliğim direniyor, ters bir kimlik içinde çırpınıyorum. Bu yüzden kendimi hasta kabul ediyorum sanırım. Oysa ben hasta falan değilim.
Mesleğim beni yaşadığım toplumda bir yere konumlandıran ve kendi çabam ile elde ettiğim bir kalkan aslında. Roma’da bir gladyatörün kendini korumak için kullandığı demir kalkan gibi. Gladyatörlük aslında hiç de havalı bir iş değil. Yani filmlerde izlediğimiz türden. Gerçekte çok kötü şartlarda ve ağır koşullarda var olma savaşı. Kariyer sahibi olmak bir anlamda benim için Spartaküs’ün Alpleri geçerek takipçileriyle birlikte özgürlüğüne kavuşmak istemesi gibi bir şey. Spartaküs’ün bir anda planını değiştirerek geri dönüşü bütün planları alt üst etmiş ve canına dahi mâl olmuştu. Esarete karşın ölümü tercih etmesi ise onu bir kahraman haline getirmişti. Ben ölerek kahraman olmayı da kimsenin umurunda olmayıp yok olup gitmeyi de istemiyorum.
***
Kabul etmeliyim ben geç kalmış bir gelişim döneminin içinden geçiyorum. Kozasını vakti gelip de bir türlü yaramayan bir kelebek gibiyim. Gün yüzüne çıkmak bu sıkışıklıktan kurtulup kanatlarımı açmak istiyorum ama kozamı yırtamıyorum. Büyük bir ihtimalle özel koşullarım buna mani oluyor. Ben içinde bulunduğum yaşantı ile bir bütünlük sağlayamıyorum. Kendimi bütünlenmiş hissedemiyorum. Ne buldum, neyini sevdim bu hayatın? Kendime uydurduğum erdemli yalanlarla avundum durdum. Gerçeğin bana sunduklarına aldırış etmeden elimde tuttuklarımı cimrilik ederek değiştirmedim. Yalan giderek büyüdü, büyüdü ve artık içinde boğuluyorum. Gerçekten uzaklaştıkça aslında kendimi öldürüyordum. Gerçeği ise asla. Bir ölüyüm aslında ve istediğim kadar kendime övgüler yazayım, hayır gerçeğe sırtımı döndüğüm sürece bunun bir faydası olmuyor. Kozamı parçalamam gerek. Yaşadığımı hissetmek istiyorum.
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli)
- Kitap AdıHanne
- Sayfa Sayısı280
- YazarBahadır Yenişehirlioğlu
- ISBN9786050834581
- Boyutlar, Kapak13,5x21, Karton Kapak
- YayıneviTimaş / 2021
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Kül ve Yel ~ Müge İplikçi
Kül ve Yel
Müge İplikçi
Şerbetçi’de yangın mı çıkmış? Ama o çok eskidendi. Bir daha dönülemeyecek kadar eskiden. Bu odadaki koku da ne? Yangın… Çıldırmış bir haldeydim. Kaybetmenin eşiğine...
- Gittiğim Her Yerde Çiçek Açacağım ~ Gregor – Ali Bayam
Gittiğim Her Yerde Çiçek Açacağım
Gregor – Ali Bayam
“Yaşamak, bir yolda yürümeye benzer… Bir rota çizersin ve yolun her türlü kolaylıkları ve zorluklarına boyun eğersin. Engebeli süreçlerde yorulur, bazen de normal bir...
- Ateş-i Suzan ~ Bünyami Erdem
Ateş-i Suzan
Bünyami Erdem
“Elinizde ki bu eser; ölen eşini Allah’tan geri isteyecek kadar divaneleşip, sonsuz evrende her an bir galaksi yaratabilen Allah, benim Rahel’i mi neden tekrar...