Bu kitabın takma isimle yazıldığı düşünüldü. Bunun haberi bile hazırlandı. Son anda gazetenin yazıişleri müdürü yazarın adını bilinmeyen numaralara sormayı önerdi. Uydurma olduğu düşünülen isimde, Şebnem İşigüzel diye birisi vardı. Hanene Ay Doğacak ilk kitabıydı. Aynı yıl Yunus Nadi Ödülü’nü alacak, çok okunacak, çok sevilecekti.
Neydi bu kitabın gücü; ensest ilişkiyi, ölü seviciliği konu edip bizi sarsması mı? Bir kitap sadece tabuları yıkarak okuyucusunu büyüleyebilir mi? Bizi aşkın yabancısı olduğumuz hallerine götüren Hanene Ay Doğacak’ı ayakta tutan başka bir şeydi. Sevdiğimiz, unutamadığımız kitaplarda var olan, ruhumuza işleyen o başka şey.
Şebnem İşigüzel yeni romanlar yazdı, Hanene Ay Doğacak’ın üzerindeki sansür örtüsü kalktı. Yazarının ilk kitabı yeniden dünyaya geldi.
SEVGİLİ BAYAN ARVADAK…
Geldiğin günü çok iyi hatırlıyorum: Laboratuvar deneylerim yeni bitmiş, sıra kadavra üzerindeki çalışmalara gelmişti. Başkanın verdiği davette cam gibi cilalanmış döşemeler üzerinde kayıp kırdığım sol bacağım yüzünden her gün hastaneye gidip kadavra üzerinde çalışmayı gözüm yemiyordu. Beni çok seven eski bir hocamın yardımıyla laboratuvarıma bir kadavranın gönderilmesi için gerekli izinleri almak çok zor olmadı. Yalnız kadavranın gelmesi iki gün gecikti. Üstelik ikinci gün arayıp kadavranın cinsiyetinin benim için fark edip etmeyeceğini sordular.
Oysa kıçlarını kaldırma zahmetine katlansalardı, kendilerine bıraktığım dosyada yapacağım deneylerin üreme organlarıyla ilgili olduğunu, gönderilecek kadavranın cinsiyetinin de önemle ‘dişi’ olması gerektiğini görebilirlerdi. Telefonda kadavranın cinsiyetinin önemli olup olmadığını soran cılız ve uyuşuk sesli doktor –büyük bir olasılıkla ergenlik çağında ses tellerinde meydana gelen bir rahatsızlık dolayısıyla hâlâ küçük bir kız çocuğu gibi konuşuyordu–, uzun uzun kadavralarla cinsel ilişkiye giren öğrenci ve morg görevlilerini anlatmaya başlayınca sinirlendim ve ona, “Kadavrayı en kısa zamanda göndermezseniz gelip sizi öldüreceğim. Öldürmekle de kalmayıp cesedinizi kadavra niyetine kullanacağım,” dedim. Asistanım söylediklerime gülüyor, bir yandan da elindeki notları temize çekmeye çalışıyordu. Öğle yemeğinden sonra kadavra üzerinde yapacağımız çalışmayı asistanıma anlatırken kapı çaldı. Aklıma aradığımız sekreter için gazeteye verdiğimiz ilan geldi. Bir sürü kadınla görüşmek zorunda kalacağımı düşündüm. Üstelik çoğuna aynı soruları soracaktım:
“Daha önce nerede çalışıyordunuz?”
“Hangi okuldansınız?”
“Nerede oturuyorsunuz?”
“İstediğiniz ücret nedir?”
“Biz yoğun bir tempoyla çalışırız, umarım bize ayak uydurmakta güçlük çekmezsiniz. Çalışma saatlerinin uzaması sizin için problem yaratır mı?” Bu soruları çoğaltabiliriz. Hatta sözcüklerin yerlerini değiştirip de sorabiliriz. Ama inanın, yanıtlar hep aynı olacaktır. Soruları sürekli tekrarladığınızı fark etseler bile utangaç ifadelerini bir kenara bırakıp sinirlenmez, sıkıldıklarını belli etmezler. Heyecandan ara sıra nazikçe boğazlar temizlenir, dudakların üzerlerinde biriken ter damlacıkları rujların dağılmamasına özen gösterilerek hafifçe siliniverir. Onların yanıtları karşısında yüzlerine ilgisizce bakarsanız gözlerindeki umutsuzluk ve çaresizlikle karşılaşırsınız. Açlıktan nefesinizin koktuğu işsizlik günlerinizi hatırlamanız zor olmaz. Karşınızdakine “Sizi işe alıyorum,” demek geçer aklınızın bir köşesinden. Sonra yarım saat, üç saat, bir gün, üç gün önce görüştüğünüz sekreter adaylarının umutsuzluğunu, çaresizliğini düşünürsünüz.
Onların karşısında olmak yerine onların yerinde olmayı hayâl edersiniz. Konuşmayı biraz uzatır, işlerin yoğunluğundan filan söz edersiniz. Ama bir türlü, “Ben de yıllar önce sizin gibi…” diye başlayan bir cümle kuramazsınız. Kursanız bile sonunu çok başka bir biçimde bitirirsiniz. Asistanım kalın camlı gözlüklerinin ardından görünen bulanık anlamsız gözlerini bana çevirdi: “Yeni sekreter adayımız mı geldi dersiniz?” Kapıyı ben mi, yoksa daha sonra benim gibi sana âşık olan asistanım mı açtı, şimdi hatırlamıyorum, ama gelen sendin. Seni ilk gördüğümde… Ben seni ilk gördüğümde öykünü merak ettim. Saçlarının rengi kız kardeşiminkiler gibiydi. Kızılla siyah arası. Kim bilir güneşte ne güzel görünürlerdi. Kız kardeşim saçlarını evde kendisi boyardı. Ama sen saçlarını evde boyayan kadınlara benzemiyordun.
Uzun parmaklı, ince derili ellerine biz cerrahların giydiği türden saydam eldivenler geçirip aynanın karşısında saatlerce oturup hazırladığın boya bulamacını saçlarına sürecek türden kadın değildin. Sen, kenarlarına renkli dergilerden kesilmiş kadın fotoğraflarının iliştirildiği üçüncü sınıf kuaför aynalarının karşısında acemi bir çırağa –boyayı alnına ve ensene sıçratmamaya çalışarak– saçlarını boyatıyor olmalıydın. Gerçek rengi mutlaka sokaklardaki su birikintilerinin soluk kahverengisi gibi bir şey olmalıydı. Bembeyaz teninle bu saç renginin uyuşmadığını ilk sen mi fark etmiştin, yoksa ödünç elbise aldığın 10 numaradaki şeker tüccarının metresi mi? Önce dikkat çekmek için saçlarını sarıya boyatmış olmalısın. Sarı saçlarınla aynaya ilk baktığında yüzünü fark edememiştin, öyle değil mi? Yüzünü egemenliği altına alan solgunluğu, takma kirpikler, koyu renk rujlar ve renkli pudralarla yenebilirdin. Zaten şeker tüccarının metresi nin bulduğu, o zamanlar ara sıra yattığın müşteriler de, yatakta masum bir kız değil, işbilir bir fahişe görmek istemiyorlar mıydı?
Peki sen kendini öyle mi görmek istiyordun? Hani o göbekli geniş burunlu, kırmızı yüzlü olanı, bir keresinde senden ters ilişki istemişti. Tıpkı ilk kez sevişmek zorunda olduğun erkeğe yaptığın gibi ona da karşı koymuştun. Sana o zaman, “Bu saman sarısı saçların, takma kirpiklerin ve kelebek kanadı gibi boyalı dudaklarınla daha önce de arkadan vermiş olmalısın” mı demişti? Belki çamurlu su rengindeki saçlarınla ortalıkta dolaşıp fahişelik yapsaydın o adam seninle tıpkı küçük bir kızla sevişir gibi sevişebilirdi. Adam gittikten sonra banyoya girmiştin.
Bütün vücudunu kızarıncaya kadar ovalamıştın. Kertenkelelerin değiştirdiği derileri duvar diplerinden topladığın çocukluk günlerini hatırlamıştın. Sonra sen de bir kertenkele oluverip o göbekli, geniş burunlu, kırmızı yüzlü adamın öptüğü, ellerini gezdirdiği ince beyaz derinden ve hatta ruhundan kurtulmak istemiştin. Bunu yapamayacağını biliyordun. Ama en kolayı şu saman sarısı saçlarından ve takma kirpiklerinden kurtulmaktı. Hemen oracıkta kafanı bir güzel tıraşlayıvermiştin. Kendini o halinle yeni doğmuş bebeklere benzetmiştin.
Artık kimse kel bir fahişeyle sevişmek istemezdi. Mutluluğun uzun sürmedi, bir yıl boyunca kafanda uzun siyah bir perukla dolaşıp durdun. Bir akşamüstü de başındaki o komik perukla fahişe olmadan önce (sadece basımevinde çalışan, mürekkep kokan sevgilinle yattığın günlerde) çalıştığın markete girdin. Kâğıt mendil, şeker, çikolata aldın. İki yıl öncesine kadar senin oturduğun kasanın başında genç bir kız oturuyordu. Saçları seninkinden çok daha koyu bir çamurlu su rengindeydi. Sıra sana geldiğinde, “Prezervatif yok mu bu markette?” diye sordun.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Türkiye Edebiyatı Roman (Yerli)
- Kitap AdıHanene Ay Doğacak
- Sayfa Sayısı101
- YazarŞebnem İşigüzel
- ISBN9789750503177
- Boyutlar, Kapak13.5x21 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİletişim Yayınları / 2021
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Kan Sıcağı ~ Ahmet Küçükkerniç
Kan Sıcağı
Ahmet Küçükkerniç
Yavaş yavaş üşümeye başladı. Sıcak sonbahar akşamında, donuyordu. Bilinci de kapanmaya başlamıştı. Katil kulağına yılan gibi tıslayarak, fısıldadı. “Kan Sıcağı!” dedi. “Ölmeden hisset. Bunu...
- Elveda İzmir ~ Gül Altuna Doyranlı
Elveda İzmir
Gül Altuna Doyranlı
“1900’lerin başında,Batı emperyalizmin öncülerinin gözünü diktiği doğunun en önemli liman kenti İzmir’de, Bornova’nın (Burnova-Bournabat) ilk belediye reislerinden Rüştü Bey’in yakışıklı tiyatrocu oğlu Nail ve...
- Mine ~ Işık Gürer
Mine
Işık Gürer
Hayat var; aşk da… Hayatın küçük anları vardır. Bazen bir mutluluk ya da karanlıktan kopmuş küçücük bir ışık parçası gizlenmiştir bu anlara. Açığa çıkması...