Bazı gönül erbabı, sefa çiçekleri gibi günün ilk ışıklarına muhtaçtır. Ondan sonra sarılı kırmızılı parıltılarla göz alır, kendisini sevdirir, beğenen bakışları üstüne çeker. Ülfet de böyleydi. (…) Dudaklarını ezen o iki sevgili dudak, göğsüne temas eden o hararetli, ateşli, beyaz, muntazam göğüs, saçlarını sevecenlikle, seve seve okşayan o küçük zarif eller, hevesli burnunu dolduran o güzel koku onda takat bırakmadı. O da güzel, o da müptela… Burası belli… Fakat tatlı bir bela mı? Döneminin İstanbul hayatına dair birçok ayrıntıyı zapta geçirip bugünlere birbirinden güzel mektuplar ulaştıran Ahmet Rasim, Hamamcı Ülfet romanında, her yazarın kolay kolay kalem oynatamayacağı, en fazla üstünkörü değinip geçeceği bir dünyayı anlatıyor. Erkeklerin konaklara hapsettiklerini düşündükleri kadınların dışarıdan daha renkli dünyası, eğlence meclisleri, hamam sohbetleri bu kısa ve keyifli romanda teker teker işleniyor. Lezbiyenlerin ilk defa görünür olduğu eserlerden biri olan Hamamcı Ülfet, kadınların giyim kuşamları, süslenmeleri, argoları üzerine de meraklıları için önemli bilgiler sunuyor. Bu baskıda Hamamcı Ülfet’in orijinal metnini ve günümüz Türkçesine uyarlamasını bir arada bulacaksınız.
I
Nisan başlarındaydı. Bahar taze bir hava, yumuşak, huzurlu ve hoş kokulu bir rüzgârla gelmiş; bahçelerimizin özel süsleri olan erik, badem, şeftali ağaçları beyazlı kırmızılı çiçekler açmıştı. Bu doğal şenlik hali sabahları ince, şeffaf, gümüşten sisler; akşamları zarif ve keyif veren buharlarla geçerek gönülde bir ferahlık, bir sevinç gösterisi, histe bir uyanıklığa neden oluyordu. Fıtrat bu meşhur güzelliği o sene daha da süslemişti. İnsan adım başı menekşe, zerrin, fulya, lale gibi baharın habercisi çiçekleri görerek seviniyor, bahçe duvarlarının üzerinden sarkan çiçekli dallar, demet demet beyazlı kırmızılı güzelliklerle dikkatleri üzerine çekerek tabiatın gittikçe artan bereketinin bolluğunu gösteriyordu.
Bilmez misiniz? Bu günlerde gâh hafif bir rüzgâr o dalları sallayarak yere çiçekler yağdırır gâh avare bir bulut birdenbire boşanarak iri iri damlalar halinde toprağa düşer, yayılır, ikisinden de hoş bir koku hissedilir; gökyüzü, yeryüzünün zengin renklerine, yeryüzü gökyüzünün sümbüli havasına nazire yapıyormuş gibi kendisini açardı. Evet. Nisan başlarındaydı. Güneş tepedeki yerine yaklaştıkça ağaçlar arasında biriken sisler buharlaşmakta; beyaz, pamuk yığını gibi latif, küçük, parça parça bulutlar ufuktan yükselerek aheste aheste uçuşmakta; sıcaklar henüz baharın tazeliğine galip gelememektedir. Fakat ne olursa olsun, havadaki o hoş koku her nefeste ruhunu okşuyormuş gibi hoş geliyordu. Öğle okundu.
Bir araba, … Camisi’nin karşısındaki sokağa saparak sola büküldü. Biraz daha ilerledikten sonra büyücek bir evin önünde durdu. Kapısı açılır açılmaz siyah gron1 ferace üstüne bir bütün kalın yaşmak tutunmuş, bununla yüzünü yalnız gözü görülebilecek derecede kapamış, uzunca boylu bir kadın ile mavi feraceli, yine aynı tarzda yaşmaklı, orta boylu biri daha indi. Siyah feraceli kadın elini uzatarak kapının halkasını vurdu. Parmağında parlayan pırlanta yüzük, bileğindeki iri elmaslı bilezik hemen dikkati çekiyordu. Mavi feracelisi kâhya hanımlara mahsus olan tavırda bulunmakta, bir elinde ufak, siyah bir çanta tutmaktaydı. Kapı kendi kendine açılıyormuş gibi bir kanadı arkaya doğru yavaş yavaş devrildi. İkisi de içeriye girdi. “Biz de girelim mi?” “Girelim.” Geniş bir avlu. Kapının karşısındaki maun boyalı eski tarzda bir paravana, güya harem kapısını gözlerden gizliyor, yan taraflarda birer oda; sağdakinin penceresinden bir uşak büyük bir dikkatle bakıyordu. Kadın içeriye girer girmez doğruca paravana yönünden harem kapısına yöneldi. Mavi feraceli de aynı hareketi taklit ederek döndü. Kapı açıktı. Girdiler. Harem tarafındaki taşlığı da geçerek ilerlediler.
Gürültülü bir ayak sesi merdivenlerden düşercesine yaklaştı. Henüz yirmi-yirmi iki yaşlarında bir kadın göründü. Kısa boylu, siyah saçları ucuz bir yemeni içinde gizli, az çiçekbozuğu; bol, düz, beli örme kuşaklı, allı bir entari giymiş, elleri iri, büyük ayakları çoraplıydı. İlk bakışta hizmetçi olduğu anlaşılıyordu. Kadınları görür görmez zor anlaşılır bir Çerkes şivesiyle, “Buyurun hanımcığım!” diye dikildi. Her ikisinin de eteğini öptü. Seviniyor, gülüyor, hayretle karışık haller gösteriyor, ellerini ovuşturuyordu. Siyah feraceli kadın merdivenden çıkarken, “Hanım! Burada mı?” dedi. Derhal cevap verdi: “Buradadır hanımcığım!” Merdiven biraz dolambaç. Ancak on basamaktan sonra yukarısı göründü. Orada da bir kadın duruyordu. Bu kadın, uzun boylu, balıketli, sarı saçları kulak memeleri hizasından kesik, alnına saç düşmemiş, kaşları güzel bir yay biçiminde, gözleri tatlı mavi, burnu biraz tümsekli, dudakları iri, ağzı ölçülü bir çenede nihayet bulmuş, gerdanı toplu, yanakları işlemeli beyaz bir mendille kaplanmış, yumuk ve yumuşak gül rengi tırnaklı elleriyle merdivenin kenarına dayanmıştı. Her ne kadar otuz beş-kırk yaşlarında görünüyorsa da yaşı daha geçkindi. Güzellik sanki ondan ayrılmaya kıyamamış gibi yüzünde olan geçmiş yılların cazibesiyle parlamakta; buna rağmen gözlerinin etrafındaki hafif buruşuklar, güldükçe dudaklarının kenarından yüzüne doğru uzanan çizgiler hemen fark edilmekteydi.
Her nedense dişleri biraz siyahlamış. Giyiniş tarzı eski modanın devamı gibiydi. Bu yine az dantelalı, yarı kapalı, uzun etekli, muslin taklidi beyaz bir kumaş üzerine kırmızısı pembeye çalan, yalnız belinden büzmeli, tek peşli1 , yarım uzun etek bir entari endamını daha çekip uzatmış, rastık1 boyanın en keskin bakışlara en hafif farklarla gösterebileceği menevişli, dalga dalga saçlarının arasına, sanki geçen yazın bulutlu gecelerinden bir örnekmiş gibi mücevher ufak bir ay, yıldız yıldız birkaç iğne kondurmuş, göğsüne bir pırlanta kuş takmıştı. Lavantaya pek meraklı olmalı ki insan ona yaklaştıkça kokusunu daha fazla hissediyordu. Gözleri şehvetli bir süzülüşle kapanıyor, dudakları kabarık duruyordu. Siyah feraceli kadını görür görmez yüzü kızardı, titredi. Memnuniyete, yok yok, uzun bir hasreti gösterecek şekilde hızlı bir değişime uğradı.
Titreme ellerinde daha fazla göründü. Parmaklarının yumuk çukurlarında bir şeyler oynuyordu. İçini çeker gibi bir tavır alıp gülümsemeyle hitap ederek, “Seni adi seni! Bırakıp gidersin ha!” dedi. Kucaklayacakmış gibi hareket ettiği halde birdenbire çekildi. Hizmetçi hasır döşeli uzun, geniş sofada misafirin yaşmağını, feracesini aldı, yüzünün güzelliği meydana çıktı. Lepiska namına ne kadar saç varsa o güzel baştaki dalgaların güzelliğine gıpta eder. Hafif mavili, ipek, yer yer toplu, nokta nokta elmas iğneli yarım bir hotoz, zamanın o hoş tuvaleti aşkına küçük gelmiş olmalı ki yan ve önlerden ayrı düşen birkaç avare saç altına, hoş kıvrımlı kulaklarının üzerine serpilmiş, açık, beyaz alnının bitimindeki ince, yarı samuri kaşları, parlak, aceleci, heyecanlı bakışlı, siyah, sık kirpikli gözleri üzerinde gönül çelen bir vaziyet almış, burun, dudak, yanak gibi yüzün tamamlayıcı unsurları zamanla da uyumlarını terk etmemeye sanki doğuştan yemin almış gibi bir araya toplanmıştı.
Bu daha alafrangaydı. Dekolte değilse de yarı beline kadar uzanan dar, lacivert bir ceket, göğüs, omuz gibi bedeninin zarif noktalarını bütün bütün ortaya çıkarmış kolalı beyaz yakalık, kolluklar, aynı renkte iki sıra dökme, üç parmak kalınlığında altın bir kemerle süslü uzun etekli hafif pembe fistan ona çok yakışmıştı. O ne küçük, duru, beyaz eller! Eğilerek verdiği selamlarda burnunun üzerine doğru kondurduğu o zarif temennalar! O mahcupça gülüşler! Tebessüm sanki onun arada sırada görülen meziyetiymiş gibi nazara, her defasında keyif veriyordu. Meğer öteki kâhya kadın değilmiş. O hanenin azatlılarından, büyük kalfalık eden biriymiş. Kırk beş-elli yaşlarında, az buruşuk top çehreli, güzelliği gitmiş, zamanından evvel ihtiyarlamış, iri kaşlı, iri ağızlı bir kadın. Çıkar çıkmaz sofadaki yan odalardan birine daldı.
Diğer ikisi karşı karşıya kaldı. Bakışları bir şey söylemek istiyormuş gibi zaman zaman birbirini süzüyordu. Bu hususi bir mücadeleydi. İkisi de birbirini azarlamaya, birbirlerine karşı siteme haklı görüyorlar gibi özel bir tavır ala ala, yavaş yavaş yürüdüler. Bahçeye bakan büyük odaya geçecekleri sırada güllüsü, yan yan bakıp ona sitem ederek, kısık bir sesle dedi ki: “Sen beni aramazsın ama ben seni ararım!” Benimki artık dayanamadı. Ne? Elbette benimki! Yoksa size tasvir için bu kadar özenir bezenir miydim? Gerçi ben o kadar kıskanç değilimdir. Bakınız gözlerini nasıl çevirdi de süzdü. Bu tarzda bakış hep ona söz vermiş olan yaradılışının, insanın başına çıkarmak istediği işlerdendir. Tatlı bir sesle cevap verdi: “Ben sitem edeceğinizi biliyordum. Fakat hesaplaşalım. Hangimiz haklı?” İkisi de kapının önünde durdu. Birbirlerine bakıyorlardı. Benimki devam etti:
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli)
- Kitap AdıHamamcı Ülfet
- Sayfa Sayısı120
- YazarAhmet Rasim
- ISBN9789750748875
- Boyutlar, Kapak13.5x21 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2021
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Küçük Şeyler 1: Deniz Kabukları ~ Üstün Dökmen
Küçük Şeyler 1: Deniz Kabukları
Üstün Dökmen
“İnsan ilişkileri, iletişim hataları, yaşama sevinci, çocuklarla iletişim, eşlerle iletişim, rollerimiz ve kadın-erkek eşitliği…” “Bu kitapta, temel konulara, özellikle toplumun ihtiyacı olduğunu düşündüğüm ve...
- Kayıp Kitap 397 ~ Serhat Ahmet Tan
Kayıp Kitap 397
Serhat Ahmet Tan
TÜRKİYE VE İSRAİL’İN GİZLİ TARİHİ, GEÇMİŞİ VE GELECEĞİYLE “KAYIP KİTAP”TA… PEKİ ŞİMDİ NE OLACAK?… GELECEKTEN GELEN ŞİFRE; 397 Yıl 2220… Ak sakallı ihtiyar, 2010...
- Aşk’a Yolculuk – Veysel Karani ~ Sinan Yağmur
Aşk’a Yolculuk – Veysel Karani
Sinan Yağmur
“Bana, ‘Sen kimsin?’ diye sormayın. Ömrü azıcık kalmış bir HİÇ’im. Ben, hiçbir şeyim, hiçbir şeyim. Yürek vermediğiniz, ta içinize erişemez. İnsanlara baktım ki her...