Hakikat ve Hurafe herkese hitab etmiyor; bilakis, herkesin dışında kalabilmeyi başarmış küçük ve seçkin bir azınlığı; yani hakikat ile hurafe arasındaki ve bağlacını kaldırabilme gözüpekliğini gösterebilenleri kendisine muhatab alıyor; zira ancak ehl-i kıllet, esas itibariyle her hakikat’in bir hurafe, her hurafe’nin bir hakikat olabileceğini lâyıkı vechile takdir edebilir ve sadece onlar hurafelerinin zerresini dahi feda etmemek hakşinaslığını gösterebilir. Hakikat ve Hurafenin ateşi; söz’ün hurafesine, yazı’nın hakikatine olan güvenlerini kaybetmemek amacıyla yola revân olup sırf kıyılardan çakıltaşı topladıkları için evlerine dönmekte geciken/geç kalan haşarı çocukların dikkatini çekmek için yakıldı. Sahillerin bu haşarı çocukları, biraz ötelerinde yanmakta olan ateşi görebilirlerse şayet, o ateşin yanı başında tıpkı kendileri gibi gecikmiş/geç kalmış bir arkadaşlarının daha olduğunu ve eve dönebilmek için (evet sadece eve dönebilmek için) elindeki çakıl taşlarıyla denizi doldurmaya çalıştığını fark edeceklerdir.
***
Dâd u feryâd eyleyince derviş, dediler ki: ol mecnûn siyah-mest Ne bilsinler aşk şarabın içmeden hep mest-i müdâm idi derviş.
Melâmizâde Kemâleddin Efendi
içindekiler
önsöz Xİ
ben hakikatim 1
ya ben öleyim mi söylemeyince? 4
ben ki şiirimi nesrimle yazdım 7
burnum değdi(ğinde) burnuna yokun 9
sevda kuşun kanadında 12
sevda şimdi kimin kanadında? 15
söyle bana, denizkızı niçin ağlıyor? 18
melâmet daşı 21
kurb-i sultân âteş-i sûzan 24
akıntıya kapılmayanları akıntı asla kapmaz 27
ibnul-vakt hâlâ orada imiş 30
ve/veya: vâveylâ 33
hızır’ın huzurunda hâzır olmak 36
edatlar tek başlarına bir anlam ifade etmezler 39
hem dilsiz, hem dilsûz 42
ey esirân! 45
ne yazık ki biz suçsuzuz 48
peynir büyük, yol kısa 51
benim neslimin büyük günahı 55
öz-eleştiri: özü-eleştiri 58
hurafelerimizin zerresini bile feda etmeyiz 61
hakikat ve hurafe 64
onlarca hurafe, bizce hakikat 67
hurafesini kaybetmiş bir dünyanın çocuklan 71
islâmsız türkiye, türkiyesiz İslâm 74
ahlâk ile siyaseti birbirine karıştırmak 77
ihtilâl’den inkılâba 81
gazete okuyan adamın imameti câiz midir? 86
hiçliğin grameri 90
islâmcılığın dilsel hermeneutiği üzerine 93
hakikatin zahiri, zahirin hakikati 96
Meselelerin bu düzeyde algılanması karşısında yargı bildiren önermelere ayrılan alanın karanlığa ve dahi suskunluğa gömülmesi elbette kaçınılmaz bir sonuç. Yargıları askıya alıp şiir’in diline, dil’in dua ve temennisine (daha açıkçası: kelâm ın sırr u esrarına) sığınmak seçeneğine yönelmeyi, sahile selâmetle varmak isteyenler için çok görmemeli o halde.
Tanrı’nın kendisinin ve sözünün dahi bir hurafe olarak telâkki edildiği modem dünyada, şayet müslümanlar insan ın, tarih in, İnsanî ve tarihî olanın hurafe olarak ilan edilmesi karşısında susarlarsa, hiç kuşku duyulmamalı ki bir daha konuşma imkânını da bulamayacaklardır. Hal böyleyken niçin pazarlık yapalım ve hiç de gerek yokken hurafelerimizin masumiyetinden vazgeçmek, asri sathîliğe ram olup hakikatimizi feda etmek gibi sâdedilliklerde bulunalım?
İşte bu nedenle Hakikat ve Hurafe, herkese hitab etmiyor; bilakis, herkesin dışında kalabilmeyi başarmış küçük ve seçkin bir azınlığı; yani hakikat ile hurafe arasındaki ve bağlacını kaldırabilme gözü- pekliğini gösterebilenleri kendisine muhatab alıyor; zira ancak ehl-i kıllet, esas itibariyle her hakikat in bir hurafe, her hurafe nin bir hakikat olabileceğini lâyıkı veçhile takdir edebilir ve sadece onlar hurafelerinin zerresini dahi fedâ etmemek hakşinaslığını gösterebilir.
Hakikat ve Huraf’nin ateşi; söz ün hurafesine, yazının hakikatine olan güvenlerini kaybetmemek amacıyla yola revân olup sırf kıyılardan çakıltaşı topladıkları için evlerine dönmekte geciken/geç kalan haşarı çocukiarın dikkatini çekmek için yakıldı. Sahillerin bu haşan çocukları, biraz ötelerinde yanmakta olan ateşi görebilirlerse şayet, o ateşin yanı- başında tıpkı kendileri gibi gecikmiş/geç kalmış bir arkadaşlarının daha olduğunu ve eve dönebilmek için (evet sadece eve dönebilmek için) elindeki çakıltaşlarıyla denizi doldurmaya çalıştığını farkedeceklerdir.
Dücane Cündioğlu Çamlıca, 1 Nisan 1999
ben hakikatim
Hakikatle beraber olmadan bizatihi hakikat olunabilir mi? Hakikati temsil etmeden “Ben Hakikatim!” denebilir mi? “Ben Hakikatim!” demedikçe, hakikat adına konuşulabilir mi?
Hakikati bilemediğimiz, hakikati temsil etmediğimiz, kendimizin hakikatin kendisi olduğuna inanmadığımız sürece bu suâllerin cevabını veremeyiz; veremiyoruz da zâten. Lâ süpürgesini elimizden bıraktıktan sonra “Ben Hakikatim!” sözü de çıkmaz oldu ağzımızdan. Şimdi başka hakikatlerin de varolduğunu kabul eder hâle geldik. Başka hakikatlerin varolduğunu kabul ettiğimiz andan itibaren, başkalarının hakikatine saygı duymayı, başka hakikatlerle birlikte yaşamayı, hâsılı hakikatlerin başkalığına inanmayı bir marifet addeder olduk.
“Hak taaddüd etmez!” demişti atalarımız. Hakkın parçalanabileceğine, hakikatin başkalaşacağına inanmamışlar; hakikatin başkalaşabileceğim akıllarına bile getirmemişlerdi. Hakkın, hakikatin taaddüd etmeyeceğine inandıkları için de “Ben Hakikatim!” diyebilmişlerdi.
“Ben Hakikatim!” diyemeyenler, başkalarının tanımladığı, kimlerin ve ne suretle girip giremeyeceklerine başkalarının karar verdiği bir hakikatler dâiresi içerisinde kendilerine bir yer bulmuş olmaktan dolayı sevinebilirler; sonra da sanki bir anlamı varmış gibi “Siz bizi böyle kabul edin, biz de sizi öyle kabul edeceğiz” demeyi gelişmişliğin bir tezahürü addedip bunu bir de hak arama mücadelesi diye adlandırabilirler. Başkalarının tanımladığı bir hakikatler dâiresi içerisinde yer tutup ikamet etmek… VE SONRA “Ben Hakikatim!” diyebilmek… İşte bu mümkün değil!
“Herşey imkânla mümkündür!” demişti atalarımız. Mümkinât âleminde değişenlerin, değişebilenlerin peşinden gitmeyi başkalarına bırakmışlar, onlar hep sabit olana, değişmez olana ehemmiyet vermişlerdi ve bunun içindir ki “Ben Hakikatim!” diyebilmişlerdi.
Huzur dolu, sükun dolu insanlardı atalarımız. Huzur ve sükun sözcükleri, sabit olmak, sabit kalmak, değişmemek, başkalaşmamak mânâsına geliyordu bir zamanlar. “Hazır olmak” tâbirindeki huzur: kımıldamadan beklemek, sabit kalmak demekti, tıpkı sükun sözcüğü gibi. “Sükûn’ul-arz” tâbiriyle dünyanın dönmediğine işaret edilir ve sükunet sözcüğüyle sübutiyet kastedilirdi. Bu nedenle, sabit olmak, muhkem bir mevzide ikamet etmek, huzur ve sükun ehli olmak demekti. Huzurlu olmak, sakin olmak hâli, ancak değişene iltifat etmemekle, geçici olanı süpürüp atmakla, sabit ve muhkem olanı izlemekle, özlemekle elde edilebilirdi. Tağyir ve tebdil (değiştirmek), “tahrif etmek” demekti ve tahrif, lânetli bir işti.
Şimdi modernler sabit olana (sübutiyete), değişmeyene, değişmeden kalana değil de değişene, değişip gelişene rağbet ediyorlar. “Sen hâlâ orada mısın?”’ diye soruyorlar, orada olmadıkları, ora da kalmadıkları için de huzur ve sükun bulamıyorlar. Bu nedenle değişmezliğin sembolleri olan bu iki sözcüğün mefhûmunu, değişmenin sonuçları haline getiremiyorlar.
“Eşyânın hakikatleri sabittir ‘ demişti atalarımız. Bu sözü amentülerinin başına yerleştirmişler; sonra da “ilim bu sübutiyetle tahakkuk eder” diye eklemişlerdi. Şimdi kimse hakâik’ul-eşyâ’nın sabit olduğuna inanmıyor, inanmak istemiyor. Bu yüzden kimse ilim sahibi olamadığı gibi, ilim sahiplerini de tanıyamıyor. Değişeni bilmek istiyor insanlar, bildikleri değiştikçe, bilgileri de değişiyor ve bu biteviye sürüp gidiyor.
Bu oynak ve kaypak zeminde kim “Ben Hakikatim!” diyebilecek, kim kendi hakikatiyle ayakta kalabilecek? Öyle ya, kendi hakikatleriyle ya da kendi hakikatlerine istinaden ayakta kalamayanların, başkalarının tanımladığı bir gerçeklik düzleminde ayakta kalabileceklerini mi sanıyorsunuz?!
Bırakınız binleri taaddüd eden hakikat(ler) dâiresinde yer tutmaya çalışsınlar ve hak arama mücadelesi verdiklerine inanmayı sürdürsünler. Bırakınız o bilileri bu oynak ve kaypak zemine demokratik haklar platformu adını takarak geçimlerini bu tür hikâyeler anlatmakla kazansınlar.
Kulak asmayın siz bu bezirgânlara, kalkın ayağa ve onlara Biz Hakikatiz deyin. Bakın işte o zaman, ancak o zaman Hakk’ın (sabit ve değişmez olanın) geldiğini, Bâtıl’ın (geçici olanın) zâil olduğunu göreceksiniz; ancak o zaman Bâtıl’ın bir köpük yığını, Hakk’ın ise durmaksızın akan bir çağlayan olduğunu kavrayacaksınız.
Bu arada siz siz olun ve aklınızdan şunu çıkarmayın: HAK TAADDÜD ETMEZ!
ya ben öleyim mi söylemeyince?
Cârûb-i Lâ.
Cârûb Farsça bir sözcük ve ‘süpürge’ anlamına geliyor. Lâ ise Arapça’da ‘hayır’ anlamında kullanılıyor. Ancak Cârûb-i Lâ tâbirinde geçen ne cârub bilinen ‘süpürge’ anlamında kullanılmış, ne de lâ bilinen ‘hayır’ anlamında. Tasavvufî bir ıstılah olan Cârûb-i La daki ‘Lâ’, her müslümanın bildiği Lâ ilahe illallah’ı (Tevhîd’i) temsil etmekte, cârûb ise Lâ’daki bu anlamı güçlendirici, teyid ve tekid edici bir fonksiyon üstlenmektedir:
Lâ süpürgesi.
Lâ süpürgesi’nın anlamını kavramak, bu süpürgenin mahiyetini ihata ve hatta izah etmek, keşke bu kavramın sözlük anlamlarını açıklamak kadar kolay olsaydı. Fakat galibiyetin gerçekte mağlubiyet demek olduğu bir zamanda, Lâ süpürgesinden bahis açmak hiç de kolay değil. Bâtıla (geçici olana) rağbetin arttığı, cîfe-i dünyayı elde etmek için kargalar gibi sofralara üşüşüldüğü bir do nemde kim La süpürgesini eline alacak ve Cife-i dünya değil kerkes gibi maksûdumuz/Bir bölük ankalarız Kâf-ı kanaat bekleriz diyebilecektir?
Güçlenmenin, büyümenin ve dahi dünyayı ele geçirmenin maksûd-ı aslî hâline geldiği zamanımızda, değil Lâ süpürgesi’ni ek almanın, bu tâbiri ağza almanın bile ateşle oynamak demek olduğunu bilmez değilim. Ne ki birilerinin çıkıp “Ey insanlar! Nereye gidiyorsunuz!?’’ demesi ve gidilen bu yolun, merhum Necib Fâzıl’ın deyişiyle bir çıkmaz sokak olduğunu söylemesi gerekmez mi? Öyle ya, Kıyamet in çok yakın olduğunu hatırlamaz olduk, unuttuk âdeta. Cennet ve cehennem, umduğumuz ve korktuğumuz mekânlar değil artık. Meleklerle dolu değil evlerimiz ve sofralarımız. Sağ ve solumuza niçin selâm verdiğimizi bilmiyoruz, bilmek istemediğimiz gibi yardım da istemiyoruz. Uyarmıyoruz, uyaramıyoruz kimseyi, kendimizi bile.
Söylemek, zor iş söylemek. Kişinin söylemediğinde ölebileceği şeyleri yoksa, söylemese de olur; karşı çıktıklarına karşı çıktığını, inkâr ettiklerine inkâr ettiğini söyleyemez, bâtıla bâtıl, münkere münker diyemez. Söylemediğinde, söyleyemediğinde öleceğine inanmaz çünkü.
Adam yerine konulmak adına, adam olmayanlan adam yerine koymak ne de acı! Üstelik o denli de haysiyet kırıcı. İnançlarımızın, kabullerimizin ve inançlarımız uğruna yaptıklarımızın hak olduğuna itikad ettiğimiz halde, inanmadığımız, reddettiğimiz ve bâtıl olduğunu bildiğimiz şeylerin hak olduğunu söylemek, sonra da Tevhid ehlinden sayılmayı beklemek.
Söylemek, gerçekten de ne zor iş söylemek! Evet, kişinin söylemediğinde ölebileceği şeyleri yoksa, söylemese de olur.
Söylemediğimizde uğruna ölebileceğimiz şeylerin miktarı gittikçe azalıyor; söylemiyoruz, söyleyemiyoruz bu yüzden. Kınanmak tan, gülünç duruma düşmekten korkuyoruz; bize “Sen daha bunları aşmadın mı?” denmesinden çekiniyoruz. Korktuğumuz, çekindiğimiz için de söylemiyoruz, söyleyemiyoruz. îşte biz bu nedenle, söylemediğimizde ölmeyeceğimiz şeyleri söylüyor, bu nedenle boş konuşuyor, lâf u güzâf eyliyoruz. Öyle ya zor iştir “Ben hakikatim!” demek. Lâ süpürgesi‘ni eline alıp meydanlara çıkmak.
Sinsi ve korkak, âciz ve zavallı, özgüvenden yoksun ve eyyamcı insanlar “Ben Hakikatim!” diye meydana çıkamazlar. “Ben hakikatim!” diyemeyenler bâtılı süpüremezler, geçici olanı bırakıp Bâkî olana yönelemezler. Yunus gibi söylemeyince ölemezler, ölmemek için de söyleyemezler:
Aşkın odu geldi yüreğim harlar
Aşık olan âr u nâmusu neyler
Behey Yunus, sana söyleme derler.
Ya ben öleyim mi söylemeyince!?
Velhâsıl, sizlere susmanızı, ağzınızı kapamanızı, uslu uslu yerinizde oturup hiçbir şeye karışmamanızı öğütleyenlere kulak asmayın, süpürün hepsini gitsin!
ben ki şiirimi nesrimle yazdım
Deli sevdaların delirmekten çekindiği bir esnada… itirazlar yerini öfkeye, kahr u gazaba terkedip ah u enînler çılgınlığa inkilâb ettiği bir zamanda… çılgınlık yerini huzur ve sükunete bırakıp sevda ateşinin gönülleri yaktığı bir sırada… sükûtun sessizliği ortalığı kaplamış… eller karıncalaşmış… karıncalar kanlanmış… kabalar kalabalıklaşmış… kalabalıklar kabalaşmış… Artık ne Sen ve ben, ne de sen ve Ben demekten vazgeçmiş adam… yaptım, yaptın, yaptılar da dememiş bir daha… Diyecek olduğunda kekelemeye başlamış… konuşamamış… susmuş… o susmuş, melekler ağlamış… o acı acı tebessüm etmiş, melekler yine ağlamış… çünkü melekler hep ağlarmış…
“Nasıl konuşabilirim ki” diyesiymiş adam… “söz kâr etmiyorsa?!” ve fakat dememiş, diyememiş… hicab etmiş, hicabı hicranı olmuş… adam, olmuş… adam olmuş… adam, ölmüş… “canı cehenneme” demişler, canı cehennem olmuş… cehennem kızmış ateş olmuş… ateş büyümüş ATEŞ olmuş… Adam yanmış… âlem yanmış… Türkçe susunca yangın bile yanar olmuş… yanan yanmış, lâkin geriye küller değil, hicran kalmış…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Deneme Halk Edebiyatı
- Kitap AdıHakikat ve Hurafe
- Sayfa Sayısı100
- YazarDücane Cündioğlu
- ISBN9786054322077
- Boyutlar, Kapak13,5 X 19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviKapı Yayınları / 2010-2
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Yol Hali ~ Nazan Bekiroğlu
Yol Hali
Nazan Bekiroğlu
Nazan Bekiroğlu'nun güçlü kaleminden İran, Suriye, Mısır güzergâhında bir yol öyküsü...
- Doğadan Duaya ~ Tayfun Atay
Doğadan Duaya
Tayfun Atay
İnancı Gözlemlemek İnsanlık tarihi doğadan duaya bir yol alış olarak da değerlendirilebilir. İnsan, “kültür” aracılığı ile bir parçası olmaktan, hâkimi olmaya doğru konum değiştirdiği...
- Pasifik Sürgünleri ~ Michael Lentz
Pasifik Sürgünleri
Michael Lentz
Aynı zamanda bir müzisyen ve şair olan Michael Lentz, canlı kelimesinin hakkını sonuna kadar veren anlatım gücü ve diliyle bugününün güvensizliği ve süfliliği arasında...