Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Hainin Oyunu
Hainin Oyunu

Hainin Oyunu

Jennifer A. Nielsen

Hainin Oyununda Kazanmaktan Başka Şansın Yok Kestra Dallisor üç yıldır sürgündeydi ve kendisini çok daha karanlık bir geleceğin beklediğinin farkındaydı ama zalim kral Lord…

Hainin Oyununda Kazanmaktan Başka Şansın Yok

Kestra Dallisor üç yıldır sürgündeydi ve kendisini çok daha karanlık bir geleceğin beklediğinin farkındaydı ama zalim kral Lord Endrick’in sağkolu olan babası yüzünden eve dönüş yolunda asilerin ona pusu kurmasını beklemiyordu.

Hayatına karşılık kayıp Olden Hançeri’ni bulmasını söylediklerinde Kestra çoktan plan yapmaya başlamıştı. Asilerden biri olan Simon ise kaderin onları tekrar buluşturmasının sebebini öğrenmeden onu gözünün önünden ayırmayacaktı.

Hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığı Antora’da sırlar birer birer çözülüp hedefler değiştikçe, kim ve ne uğruna savaştıklarına karar vermek zorunda kalacaklardı.

Galip yoktur hainin oyununda.
Yalnız ayakta kalanlar olur oyun sonunda.
Kandır, yoksa kandırılan olursun.
Ez geç, yoksa ezilen sen olursun.
Oyna… yoksa öldürülürsün.
Şimdi hamle sırası bende.

• BİR •
KESTRA

Son üç yıldır ortalarda olmayışımın ardında yatan gerçek, herkesin sandığından farklıydı. Babamın beyan ettiğinin aksine, sürülmüş değildim. Lav Çayırları acımasız, toprağında ot bitmeyen bir yerdi ve insanın çıplak ayağıyla bir dikeni keşfetmesi gibi bir çekiciliği vardı. Ama mutluluğumu babamın politik taleplerine feda etmektense, Lav Çayırları’nda yaşayıp gitmeyi mutlulukla kabul edebilirdim. Ülkemdeki pek çok insanın şüphelendiğinin aksine, saklanıyor da değildim. Kaçırılmaktan son anda kurtulduğum o günün ilerleyen saatlerinde Çayırlar’a gönderilmiş olduğum doğruydu ama şimdi Darrow beni korumak için yanımdaydı. Onun sayesinde artık öncekinden daha da güçlüydüm. Terbiyeli bir genç hanımefendi olmayı öğreniyor falan da değildim. Hatta bunun tam tersi söz konusuydu. Nedimem Celia, Darrow’un bana kullanmayı öğretmekten haz aldığı kılıçlar ve disk oklarını bir kenara koyup elime saç fırçası veya dikiş iğnesi almam için elinden geleni yapmıştı. Ama en azından şimdiye kadar, iğnelerle elime verdiğim hasar, bir kılıcın keskin tarafından gördüğüm hasardan çok daha fazlaydı. İşin gerçeği, Lav Çayırları’nın nerede olduğunu çok az kişi bilirdi ve bu yüzden burası, kendimi tamamen özgür hissettiğim ilk yerdi. Bıçak kadar keskin siyah taşlardan oluşan bu labirenti keşfetmekte özgürdüm.

Bilinmeyen Göl’ün kıyısındaki taştan evde oturmak ve çarpık ahşap masada Darrow, aşçı ve Celia’yla yemek yemekte özgürdüm. En azından o geceye, altı hükümdarlık askeri beklenmedik bir şekilde gelip de babamın eve, Woodcourt’a dönmem için gönderdiği haberi getirinceye kadar. Neden? Benim tarafımda hiçbir değişiklik olmamıştı ve babam da kesinlikle geri adım atacak bir adam değildi. Ama buna rağmen işte bu gece, emniyetli bir arabanın içinde oturmuş, tekerlerin altında ezilen çakıl taşlarının aralıksız sesini duymazdan gelmeyi başaramadan yol alıyordum. Kendimi kapana kısılmış gibi hissettim. Hayır, gerçekten de kapana kısılmıştım; bu düşünceyle boğazım düğümlendi. Lav Çayırları’nda hayat güzeldi.

Kadim bir yanardağın ara sıra gürlemeleri ve havada asılı, insafsız bir sülfür kokusu dışında, hep birlikte basit bir hayatın keyfini çıkarmaktan mutluyduk. Kuralların az, her gün bana onları nasıl da hayal kırıklığına uğrattığımı söyleyen insan sayısının daha da az olduğu bir hayat. Neden eve dönmek zorundaydım ki? “İyi misin, Kestra? Endişeli görünüyorsun.” Arabada tam karşımda oturan Celia, son bir saati parmaklarını birbirine dolayıp durmakla geçirmişti. Gergindi ki bu da pek şaşırtıcı sayılmazdı. Ben de gergindim. Üç yıldan sonra babamla ilk görüşmemin başarısızlıkla sonlanması oldukça olasıydı. Serpilmekte olan bir çiğdem çiçeği, bir bulut kadar hassas Celia, hizmetimde olmak için fazlasıyla narin bir kızdı.

Saçları benimkinden çok daha açık renkte ve doğal olarak kıvırcıktı ki bu bende keskin bir kıskançlık hissi doğuruyordu. Ama elbette, Dallisor ailesinden olduğum için, kendimi bir başkasından daha aşağı seviyede hissettiğimi asla itiraf edemezdim. “Ben iyiyim,” dedim Celia’ya. “Sadece bu yolculuğun bitmesini istiyorum artık.” Ne kadar süredir bu arabanın içinde mahsurduk? Birkaç saat geçmiş olmalıydı ama taş evi arkada bıraktığımızdan beri, dünyanın yeni bir yüzyıla adım atmış olduğunu keşfetmek debeni şaşırtmazdı. Aşçı büyük ihtimalle artık yaşlı bir kadındı. Veya öncekinden daha yaşlı. “Bir saat sonra hana ulaşmış oluruz.” Celia sabırlı bir şekilde konuştuğu sürece, bu sabrın eninde sonunda bana da geçeceğine inanırdı.

Bense bundan şüpheliydim. Celia benden sadece iki yaş büyük olsa da bana bir yıldır katlanıyordu ki bu da hizmetimde bulunmuş nedimeler arasında bir rekordu. Önceki nedimem Ibbi üç aydan az dayanabilmişti. Ibbi, Darrow’un benim zorlu karakterimden değil de Lav Çayırları’nın sıkıcılığından kaynaklandığı konusunda ısrar ettiği “hezeyan nöbetleri” geçirirdi. Bu nöbetlerin kaynağı konusunda ben de Darrow’un şüphelerini paylaşıyordum. Ibbi’nin son nöbeti, uyurken onu iğnelememin ardından yaşanmıştı. Benim hatam değildi. Çok sıkılmıştım.

Ama o akşamki sıkkınlığım, şu andaki can sıkıntım ve bu tekerlekli tabuttan kaçıp gitme isteğimle kıyaslanamazdı bile. Saldırılardan korunmak adına, emniyetli arabaların yan tarafları metalden yapılırdı ve kalın camlı tek bir minik pencereleri olurdu. Arabanın çelikten tekerleri yoldaki herhangi bir şeyi ezip geçebilirdi; herhangi bir saldırgan dahil.

İçinde bulunduğumuz arabanın tavanının bir köşesinde bir berraktaş asılıydı ama taşın parlaklığını yenilemek için onu ellerimle ısıtsam bile, bu bana içinde bulunduğumuz mekânın darlığını hatırlatmaktan başka bir işe yaramıyordu. Bu araba aynı zamanda hayatımın bundan sonra ne hâle geleceğine dair bir sembol gibiydi. Belki de bildiğim ve sevdiğim –beni ben yapan– her şey kısa bir süre sonra son derece güvenli ve münasip, küçücük bir dünyaya kıstırılacaktı. Dayanılmaz bir hayat. Darrow’un beni anladığından şüphem yoktu. Zavallı nedimemin bundan önce çokça şahit olduğu türden bir sırıtışla öne doğru eğildim, kilidi açtım ve elimi kapı koluna koydum. “Araba hareket hâlinde, leydim.” Celia’nın o keskin gözlerinden de hiçbir şey kaçmazdı.

“O zaman düşmesem iyi olur.” Metalden, ağır kapıyı dışarı doğru açtım ve keskin akşam rüzgârı bir anda yüzüme çarptı. Altımızdaki toprak yol kuru olmasına rağmen, havada yağmur kokusu asılıydı. Yarım ay geceyi aydınlatmakta pek başarılı değildi ama yolun iki yanında yüksek ağaçlar vardı ve kulağıma çalınan sese bakılırsa yakınlarda bir nehir olmalıydı.

Bu da bana Lav Çayırları ile Highwyn’in etekleri arasındaki herhangi bir noktada olabileceğimizi anlatıyordu. Celia elini koluma koydu. “Garnizon askerleri bunu pek hoş karşılamayacak…” “Eh, ben de onlardan hoşlandığımı söyleyemem.” Garnizon, Hükümdarlık Lordumuz Endrick’in komutası altındaydı. Bu unvanın sebebi, basit bir “kral” unvanını yeteri kadar haşmetli bulmamasıydı. Lord Endrick’e hizmet etmenin koşullarından biri de, askerlerin kalbinin bir parçasının çıkarılarak yerine Lord Endrick’in gerekli gördüğü durumlarda kontrolü eline almasını sağlayan büyülü bir demir topun yerleştirilmesiydi.

Bu askerlerin lakabı da buradan geliyordu: Demirkalpler. Asla bir iltifat sayılmazdı. Celia tekrar protestolarına başlamadan önce, ki bunu yapması kaçınılmazdı, kapı çerçevesinde sağlam bir noktayı sıkıca kavradım ve bir ayağımı basamağa attım. “Darrow!” Sürücü koltuğuna doğru bağırdım. Darrow benden neredeyse otuz yaş büyüktü ama yarısı yaşındaki birinin enerjisine ve canlılığına sahipti. Nadiren taranan siyah saçları, her zaman düzeltilmeyi bekleyen bir sakalı ve en azından benim fikrime göre, aşçıya karşı romantik hisleri vardı. Lav Çayırları’nı terk edişimle birlikte aşçının da görevinden azat edilmiş olması hiç de adil değildi. Darrow beni gördüğünde başını iki yana salladı. “Emniyetli arabada olmanın bir sebebi var, Kestra!” “Şu an içinde olmamamın da başka sebepleri var. Bana elini uzat!” Darrow güldü ve sonra kayışları bir eline toplayarak sürücü koltuğundan bana doğru eğildi.

“Tekerleklerin üstünden aşmalısın yoksa seni aşağı çekerler.” Darrow eskiden beni bu tür riskli davranışlardan uzak tutmaya çalışırdı ama kafama koyduğum bir şeyi nihayetinde yapacağımı anladıktan sonra, taktik değiştirmişti. Artık bana aldığım riskler karşısında nasıl hayatta kalacağımı öğretiyordu. Kapı çerçevesindeki kavrayışımı kontrol ettim ve sonra keskin akşam rüzgârına karşı gözlerimi kırpıştırarak dışarı doğru ilk adımımı attım. Bu iyi bir fikir değildi. Bunu yapmamın sebebi de zaten iyi bir fikir olmamasıydı. Başka hiçbir işe yaramasa bile, bana Lord Endrick’in en yeni yaratığını yakından inceleme fırsatı verecekti: Oropod. Arabayı çeken bu yaratıklar beni büyülemişti. Oropodlar atlardan sadece biraz daha büyüktü ama bir kar sürüngeninin kas yapısına sahiplerdi.

Yeşil-desenli deriyle kaplı bedenini iki güçlü arka ayağı ile ittiriyordu. Çayırlar’ı terk etmeden önce, garnizon lideri bu yaratıkların ön pençelerinin dövüşmek veya tırmanmak için nasıl kullanılabileceğini açıklamış, ardından bize sivri dişlerini göstermişti. Sadece yapıp yapamayacağımı anlamak için, hâlâ Çayırlar’dayken oropodlardan birini sürmeyi talep etmiştim. Ama bir oropodun binicisinin kokusuna alışkın olması gerektiği, yoksa onu sürmeye çalışan kişiyi yiyeceği cevabını almıştım. Lord Endrick’in bu yaratıkları bu kadar sevmesinin sebebi de bu olmalıydı zaten. Celia arabanın camını açtı. “Bu son derece pervasız bir davranış, leydim. Babanız üstünüzde tek bir çizik bulursa, beni öldürür.” Bu yorumuna gülüp geçme düşüncesiyle başımı çevirip ona baktım.

Ama Celia’nın sesi gerçekten endişeli geliyordu ve endişelenmekte haksız sayılmazdı. Babamın evinden gönderildiğimde henüz on üç yaşında, onun kusurlarının sadece kendi idrak kabiliyetimin yetersizliğinden kaynaklandığını düşünecek kadar küçüktüm. Tüm soğukluğuna karşı onu sevecek ve onun da beni sevdiğine kendimi inandıracak kadar küçük. Üç yılın ardından, şimdi kalbinde bir parçacık olsun sevgi kaldı mı diye merak ediyordum. Babamın kalbi hâlâ atıyordu, yani içinde hâlâ bir parça insanlık kalmış olmalıydı. Buna karşın, Lord Endrick’in baş danışmanı olabilmek için zalimliğe özel bir yatkınlığı olması gerekiyordu. Babamın Endrick adına yaptığı korkunç şeyleri tahmin bile edemiyordum. Celia bir kez daha bana seslendikten sonra, Darrow’a arabanın içine geri döneceğimi bildirdim. Bu onunla yapmak istediğim konuşmayı da ertelemem gerektiği anlamına geliyordu ama Celia’nın başının benim yüzümden belaya girmesi riskini göze alamazdım.

Ben daha içeri doğru bir adım atamadan, yolun iki yanındaki ağaçlıklardan bir vuuuu sesi yükseldi. Başta sesin ağaçların arkasından bir anda uçuşan yarasalardan geldiğini düşündüm ama sonra garnizon askerlerinin haykırışlarını işittim. Sesin kaynağı disklerdi; onlarca disk. “İçeri gir!” diye bağırdı Darrow, bir yandan dizginlere asılırken.

Dört hükümdarlık askeri arabanın önünde giderek bize eşlik ediyordu. Bu adamlardan üçü disklerin keskin kenarları tarafından ânında biçildi ve fazla uzaklaşamadan dördüncü asker de vuruldu. Arabanın arkasından takip eden iki asker bana başımı eğmemi haykırdı ama ben kıpırdayamayacak kadar dehşete düşmüştüm. Saniyeler sonra bu askerler de vuruldu ve oropodlarının üstünden düşerek yere yığıldı. Korku içime öylesine hâkim olmuştu ki aklımı toplamakta zorlanıyordum. Garnizonum artık yoktu. Hepsi ölmüştü. Sadece birkaç saniye içinde.

Bunu yapan kim olabilirdi? Ve neden? “Eğil, Kestra!” diye emretti Darrow. Bu sefer talimata uyarak kapı çerçevesine sıkıca tutundum ve dizlerimi büktüm. Darrow keskin hamlelerle öndeki binicisiz oropodların çevresinden dolaşmakla meşguldü ve bu yüzden kapıyı geri açamıyordum. Bir başka disk saldırısı gelirse tamamen savunmasızdım. Arabamızı hâlâ iki oropod çekiyordu. Bu oropodlar da düşerse yolda kapana kısılırdık. Ama bizi tuzağa düşürmek isteyen kimdi ki? Yıllar önce beni kaçıran Sürülmüşler Klanı, ailemin azılı düşmanlarıydı ve Hükümdarlık tarafından sürgüne gönderilmişlerdi. Tutsakları olduğum ve bir şekilde beni öldürmeyi başaramadıkları dört günün ardından Darrow imdadıma yetişip beni kurtarmıştı ve o günden beri, Sürülmüşlerin geri dönmesi ihtimaline karşı benim hizmetimdeydi. Ne var ki bu saldırının arkasında Sürülmüşler var gibi durmuyordu.

Sürülmüşler bunun gibi ince bir şekilde planlanmış saldırılarla tanınmazlardı. Bu tür saldırıları yapanlar genelde Koraklardı. Bu düşünceyle kemiklerime kadar ürperdim. Son üç yıldır neden ortalarda olmadığım önemli değildi. Önemli olan, bu süre içinde kimsenin nerede olduğumu veya bu akşam eve dönüş yolunda olduğumu bilmiyor olması gerektiğiydi.

Ama ağaçların arkasında saklananlar her kimse, onlar biliyordu. Benden istedikleri şey her neyse, belli ki bunu elde etmek için insanları öldürmekten de çekinmiyorlardı. Başım ciddi şekilde beladaydı.

• İKİ •
KESTRA

Darrow bir süredir arabayı hızla ileri sürüyordu ama şimdi yavaşlamaya başlamıştı. Bu iyiye işaret değildi. Başımı cesaret edebildiğim kadar uzatarak arabanın yanından dışarı bir göz attım. Yolun ilerisinde çok sayıda atlı duruyordu ve yüzleri arkadan yükselen ayın ışığını almadığından gölgeler altında gizli kalmıştı. Bu adamlar her kimse, bizden sayıca oldukça üstünlerdi. Ellerim titriyordu ama onları sabitlemek için çabaladım. Bunu yapabilirdim. Bunu yapmam gerekiyordu. Bacağımı çevreleyen jartiyerime sıkıştırılmış olan bıçak, işte bunun gibi nedenlerden ötürü oradaydı. Celia bıçak kullanamazdı ama Darrow silahlarla donanmış hâldeydi ve ben de üstüme düşeni yapabilirdim. Bu kadarının yeterli olması gerekiyordu. Darrow bana bakarak nerede durduğumu tekrar aklına not etti. “Arabayı yan çevirerek atlaman için yavaşlatacağım.” “Ya Celia…” “Bunlar Koraklar. Senin için buradalar.” Normal koşullar altında Darrow’un gülmesine ve babamın da ciğerinin sönmesine sebep olacak bir küfür savurdum. Ama küfür etmek için doğru bir zaman vardıysa, işte şimdi o andı. Antora’nın kontrolü için yapılan savaşlar, hep iki aile arasında gerçekleşmişti; Dallisor Ailesi ve artık genel olarak Sürülmüşler adıyla bilinen Halderian Klanı.

En son savaştan önce bile, Dallisor ailesi sayıca üstün, güçlü bir hâle gelmiş ve birçok kez hükmetmeyi başarmıştı. Şimdi ise basitçe muazzam derecede güçlüydük. Dallisorların hepsi Lord Endrick’e hizmet ederdi. Başlarındaysa babam vardı. Hepsi Lord Endrick’e sadık olan ordularımızla birlikte topluca Hükümdarlık olarak tanınıyorduk. Yurttaşların sevgisinden yoksunluğumuz, onlardan beklediğimiz saygı ve Hükümdarlık olarak hiçbir yere gitmiyor oluşumuzla dengelenmişti. En azından Sürülmüşler yüzünden olmayacaktı bu. Savaştan beri, Sürülmüşler Klanı bize meydan okumak için fazlasıyla zayıf düşmüş ve darmadağın olmuş hâldeydi. Korak asileri ise ciddi bir endişe kaynağıydı. Bu sıradan yurttaşlar Hükümdarlık’tan nefret ediyordu ve Sürülmüşlerin yeniden organize olmasını beklemekten de sıkılmışlardı. Var oldukları yedi yıl süresince Hükümdarlık, Korak asilerinin sayısını azaltmakta başarılı olamamıştı. Koraklar ülkeyi içeriden hırpalıyordu.

Elimde olmadan, benim için de benzer bir planları olup olmadığını düşündüm. “Koşma zamanı, Kestra!” diye seslendi Darrow. Kalbim bir dehşet hissiyle sıkıştı. Darrow bana bu gibi durumlarda ne yapmam gerektiğini öğretmişti – yani öğretmiş olduğunu biliyordum ama öğrettiği her neyse, o anda aklımdan uçup gitmişti. Bir yanım hâlâ üç yıl önceki o zayıf kız gibi hissediyordu. Korkudan donup kalan ve öldürülmeyi bekleyen o kız gibi. Hayır. Ne yapmam gerektiğini biliyordum.

Atla. Saklan. Koş ve arkana bakma. Darrow’un yapmamı istediği şey buydu. “Atla, Kestra. Şimdi!” Darrow’un telaşlı sesi beni harekete geçmeye zorladı. Atladım ve yere düşerken yuvarlanmaya çabaladım. Omzum toprağa sertçe çarptı ve dizim bir taşa denk geldi. Ama hızla ayağa kalktım, eğildim ve yolun yanına doğru koşturdum. En yakındaki ağaçlara ulaşmak için kısa bir koşu mesafesi vardı ama bunu başarabilirdim. Neredeyse aynı anda, bir ses Darrow’a durmasını haykırdı ve Darrow da bu talimata uydu. Celia arabanın kapısını kapamıştı ama onu koltuğun bir kenarına büzüşmüş, korkudan donup kalmış hâlde hayal edebiliyordum. Darrow ellerini havaya kaldırdı. “Fazla paramız yok ama olan kadarını almakta serbestsiniz,” dedi Darrow.

Bir ses onu cevapladı. “Bu akşam istediğimiz şey para değil. Koraklar sadece ihtiyaçları olanı çalarlar.” Bir kalp atışı süresince sessizlik oldu. “Veya istedikleri kişiyi.” Koş. Bu kelime kalbimin atışı veya kulaklarımdaki çınlamayla birlikte bir şekilde daha da yükselerek beynimde yankılanmaya başladı. Basit kurnazlıklarla, yolun dışında ve ağaçların arkasında bekleyen asilerden kaçınabilirdim. Ama koşup gidersem Darrow ile Celia’ya ne olacaktı? Korakların gaddarlığı ve öldürme hevesleri konusunda çokça şey işitmiştim. Asıl hedefleri benken, hizmetkârlarımı onların eline bırakıp gidebilir miydim? Eteğimi, bıçağımı aniden çekebileceğim kadar yukarı kaldırdım ve daha iyi görebileceğim bir noktaya doğru iki büklüm ilerledim.

Ay ışığı altında sekiz at sayabildim ama bazı atların binicileri ellerinde disk oklarıyla yolun kenarında duruyordu. Kullandıkları bu oklar, Hükümdarlık’ta kullanılanlardan biraz daha büyüktü ve bizim dikey oklarımızın aksine yatay olarak tetiklenmek üzere tasarlanmışlardı. Buna ek olarak, diskler okla bağlantılı bir bohçadan otomatik olarak yaya kayıyordu, ki bu da görece az sayıda asinin nasıl böylesine kapsamlı bir saldırı gerçekleştirdiğini açıklıyordu. “Arabada kim varsa dışarı çıksın!” Bağıranın kim olduğunu göremesem de yolun ortasındaki atın üstünde oturan kişi olduğunu fark ettim. Celia bu talimata uymak zorunda değildi. Pencereyi kilitler ve kapıyı da sürgülerse, bu adamlar onu dışarı çıkarmakta epey güçlük çekerdi. Ama yine de arabanın kapısı açıldı ve Celia elleri havada dışarı çıktı. “Lütfen canımı yakmayın. Artık yalnızım.”

Artık? Sesli bir şekilde iç geçirmemek için kendimi zor tuttum. Celia bunca süre bana iyi hizmet etmişti ama beyni her zaman tam kapasitede çalışmıyordu. Ayağında binici çizmesi bulunan ve üzerine tam oturan bir ceket giymiş bir kız atından indi ve Celia’yı kavrayarak oropodların tam önünde onu dizlerinin üstüne çöktürdü. Bıyık altından bir küfür daha savurdum. Oropodlar, Celia’nın kokusunu tanımıyordu. Eğer o yaratıklara çok yakın durursa oropodlar onu ısırmaya yeltenebilirdi. Oropodlar, Korakların da kokusunu tanımıyordu. Eğer onları koşum takımlarından serbest bırakabilirsem, saldırganlara ne kadar zarar verebilirlerdi? Ama bu durumda Celia’nın sonu ne olurdu? İkinci bir asi hızlıca arabanın içini kontrol etti ve arabayı saran metalin değeri konusunda bir yorum yaptı. Üçüncü bir asi sandığımı açtı ve içindeki giysilerimi dışarı fırlattı.

Sanki demirden bir sandığın içinde, giysilerin arasında kıvrılmış hâlde saklanmak çok dâhice bir fikirmiş gibi. “Arabadan atlamış olmalı,” diye seslendi at üstündeki adam. “Herkes aramaya başlasın!” Sesini biraz daha yükseltti. “Kendi iyiliğin için, Kestra Dallisor, hemen teslim ol!” Adımı biliyorlar mıydı? Son üç yıl boyunca babamın bile adımı hatırlayıp hatırlamadığını merak edip durmuştum ama belli ki asiler biliyordu. Neden ben? Hedefleyebilecekleri başka Dallisor aileleri veya Hükümdarlık için daha değerli Dallisor kızları vardı.

Benim hayatım Koraklar için çok da önemli olmazdı. Endişelenecek bir sebep daha. Asiler beni aramak için dağılırken, yoğun dallarının arkasında ay ışığından uzak durabilmeyi umut ederek iki kayın ağacının arasına saklandım. Elim bıçağımı sıkıca kavramıştı. Hazır. İstekli. İki Korak o kadar yakınımdan geçti ki o isyankâr kokularını alabiliyordum. İçlerinden biri hemen hemen Darrow yaşlarındaydı ve saçları anormal beyazdı. Elinde benim kolumdan daha uzun bir tetikli kılıç taşıyordu. Bu silahın Hükümdarlık askerleri dışında kullanımı yasadışıydı. Silahı kullanan kimse bu kılıcı birine sapladıktan sonra bir tetiğe basarsa, kılıcın iki yarısı ortadan ayrılırdı. Bu silahın insana ölmeden hemen önce çektirdiği acıyı hayal bile edemiyordum.

 

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Savaşçının Laneti ~ Jennifer A. NielsenSavaşçının Laneti

    Savaşçının Laneti

    Jennifer A. Nielsen

    Kızıl Taht’ın Peşindeki Herkes Lanetlenir Simon, Halderianların yeni kralı olarak dört bir yandan kuşatılmıştı. Uygun bir evlilik yapması, Antora’ya hükmetmesi ve bu uğurda herkesi...

  2. Düzenbazın Kalbi ~ Jennifer A. NielsenDüzenbazın Kalbi

    Düzenbazın Kalbi

    Jennifer A. Nielsen

    Eğer hayatta kalmak istiyorlarsa, Simon ve Kestra’nın tek şansı birbirlerine tekrar güvenmek ve anılarına tutunmaktı. Peki paramparça bir kalp iyileşebilir miydi?

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Zorba ~ Nikos KazancakisZorba

    Zorba

    Nikos Kazancakis

    Nikos Kazancakis, çağdaş Yunan edebiyatının ancak buzlucam ardından seçilebilen, tedirgin ve büyük kişiliklerinden biri olarak çok tartışıldı, yanlış bilindi, az sevildi. Zorba adlı bu...

  2. Beyaz Zambaklar Ülkesinde ~ Grigoriy S. PetrovBeyaz Zambaklar Ülkesinde

    Beyaz Zambaklar Ülkesinde

    Grigoriy S. Petrov

    İÇİNDEKİLER Tarihten Ders Almak Kahramanlar ve Halk Suomi Tarihi Halk Kahramanı Snelman Kilise ve Halk Eğitim Memurları Kışladan Halk Okuluna Futbol Salgını Ailenin Çocuk...

  3. Kulaktaki Meşale: Bir Yaşamın Öyküsü ~ Elias CanettiKulaktaki Meşale: Bir Yaşamın Öyküsü

    Kulaktaki Meşale: Bir Yaşamın Öyküsü

    Elias Canetti

    Elias Canetti, otobiyografik üçlemesinin bu ikinci kitabı Kulaktaki Meşale’de, Viyana’da geçen ilkgençlik günlerinin karmaşık atmosferine taşıyor okuru. Kurtarılmış Dil’de hem çocukluk travmalarını hem de...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur