Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Hacılar Yolu
Hacılar Yolu

Hacılar Yolu

Abdulrazak Gurnah

Hacılar Yolu, aşk ve ırkçılık gibi iki uzak ucu aynı merkezde buluşturmayı başaran bir başyapıt. İngiltere’deki hayatında aşağılanmayla, yoksullukla mücadele eden Daud, bir yandan…

Hacılar Yolu, aşk ve ırkçılık gibi iki uzak ucu aynı merkezde buluşturmayı başaran bir başyapıt. İngiltere’deki hayatında aşağılanmayla, yoksullukla mücadele eden Daud, bir yandan da Tanzanya’daki acı dolu geçmişinin bıraktığı kalıntıları mercek altına alıyor. Hizmetli olarak çalıştığı hastanede hemşire Catherine’le tanışmasıyla ve kendini gerilimli bir aşkın içinde buluşuyla, Daud’un hayatı yeni bir safhaya geçiyor. Çok az kişinin zihnini büsbütün arı tutabildiği ayrımcılık karşısında âdeta hissizleşiyor Daud, ama yeni direniş yöntemlerinin peşine düşmekten de vazgeçmiyor.

2021’de Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanan Abdulrazak Gurnah, sömürgecilik sonrası edebiyatın özgün ustası olduğunu bir kez daha kanıtlıyor.

“Hacılar Yolu, karakterlerin hikâyelerini anlatırken Gurnah’ın kendini nasıl da sınırlandırabildiğini gösteriyor. Yazar, ‘Yalnızca göster, anlatma,’ şeklindeki o eski edebiyat kuralını mükemmelen uyguluyor.”
Debbie Jacob

*

1

Saat yediyi biraz geçiyordu ve barda neredeyse kimse yoktu. Daud dışındaki tek müşteri barın köşesinde içkisinin üzerine eğilmiş, cılız, yaşlı bir adamdı. Barmen yaşlı adamla konuşmasının ortasında Daud’a bir baş selamı verdi, onu görmüştü ve siparişini birazdan alacaktı. Haftanın sonu gelirken para suyunu çekmeye başlamıştı, Daud en ucuz biradan yarım bardak aldı ve pencerenin yanındaki nişe geçti. Bira sulu ve ekşiydi, ama gözlerini kapadı ve birayı boğazından aşağı yuvarladı.

Yaşlı adamın söylediği bir şeye barmenin hafifçe güldüğünü duydu. İkisi de dönüp ona baktı. Yaşlı adam arkasına yaslandı ve Daud’a omzunun üzerinden baktı, onu rahatlatmak ve sakinleştirmek ister gibi bir baş hareketi yaptı. Daud yüzüne elinden gelen en hüzünlü ifadeyi yerleştirdi, gözlerine boş ve camsı bir perde çekti ve yaşlı adamın tuhaf hareketlerini görmezden geldi. Yaşlı adamın gülümsemesini bir imparatorluğu kazanan gülümsemeye benzetti. Bir yankesicinin gülümsemesiydi, cebindeki değerli şeyleri alırken kurbanının dikkatini dağıtmaya yarayan bir gülümseme. Yedi denizi gezmiş, dünyanın her yerinde saf göçmenleri kandırmıştı. Bu gülümsemeye milyonlar kurban olmuş, apaçık sinsiliğini görmüş ve bu kadar absürd bir yüzün ardında ancak bir aptalın zihni olabileceğini düşünmüştü. Daud bu görüntünün ne kadar utanç verici olacağını düşündü: Ciltleri güneşte kavrulmaktan kıpkırmızı olmuş, yarı çıplak adamlar, hepsinin gülümsemesinden katıksız bir samimiyetsizlik akıyor. O çıplak dişlerini gülünç ve göçmenlere özgü dünyalarına geçirmeye niyetli olduklarını fark ettiklerinde, canavarların onları çiğnemesini dehşetle izlemekten başka çareleri kalmamıştı. Bir daha asla diye yemin etti Daud. Git şakalarını başkasına sat, aptal bunak.

Barda tek başına otururken kendini savunmasız hissediyordu, birinin onunla konuşmaya çalışacağından ve sarı dişlerini göstereceğinden endişeleniyordu. İngiltere’ye yeni geldiği, sadece bir yerde bulunmasıyla uyandırdığı hasmane hislerden bihaber olacak kadar saf olduğu zamanlarda girmemesi gereken bazı barlara girmişti. Bir tanesinde almak istediği sigara ve kibritleri satmamışlardı. Önce barmenin deli olduğunu, onu bir şekilde tersleyerek utandıracak bir karakter olduğunu düşünmüştü. Ancak bardakilerin gülümsemelerini fark ettiği zaman anladı. Karşı çıkmak, olay çıkarmak, belki barmene sunturlu bir küfür sallamak istemişti. Olayın ardından yaşanabilecek her senaryoyu kafasında detaylı bir şekilde canlandırmıştı, sadece bu versiyonlarda afallamıyordu ve tacizlere verecek mükemmel cevapları biliyordu. İnsan içinde böyle aşağılanmaya babasının vereceğini düşündüğü tepkiyi ayna karşısında defalarca canlandırmıştı, ama o ilk seferde, barın ortasında öyle kalakalmıştı, bir yabancının dilindeki sözleri çıkaramamıştı ve etrafını saran gülümsemelerin onu bir soytarıya çevirmesini izlemişti.

Bir başka barda, Seven Compasses’ta, menüde gördüğü spagettinin mutfakta kalmadığını söylemişlerdi, oysa tezgâhın üzerinden sıcak spagetti tabaklarının uzatıldığını görebiliyordu. Dükkânın sahibiyle konuşmak istemişti, ciddiyetini belli etmek için elindeki banknotu barmenin yüzüne sallamıştı, ama onları izleyen birkaç kalıplı müşterinin de ilgisini çektiklerini fark etmişti. “Ziyanı yok; Tanrı, Kraliçe’yi korusun,” demiş ve kaçıp gitmişti.

Bir yerde kasabalılar onu sinirli bakışları ve sözleriyle bardan kovmuştu, onların alanına girdiği ve tatlarını kaçırdığı için öfkelenmişlerdi. “Bu size de olabilirdi,” diye bağırmıştı kapının eşiğinden. “Kader sizin de vücudunuza bu darbeyi vurabilirdi ve siz de benim gibi kendinizi yanlış yerde bulabilirdiniz, acınarak ve hor görülerek her kapıdan kovulabilirdiniz.” Ona dönüp kasabalılara özgü kahkahalarını havlamışlardı, nefesleri yanmış hayvan yağı gibi kokuyordu. “Ah canım,” demişlerdi. “Ah canım, yazık sana.”

Yaşadığı en sert dışlanma ise kendini güvende hissetmek için iki-üç kere gittiği The Cricketers’ta olmuştu. Duvarlardaki fotoğraflar başlı başına bir düş kırıklığıydı, sadece İngiliz ve Avustralyalı oyunculara yer verilmişti. Burada Sir Gary’nin ya da Üç W’nun1 adının anılmadığı belliydi, ama duvarlara asılmış kriket araç gerecini rahatlatıcı bulmuştu. Sonunda barın sahibesi gitmesini, kocasının her an gelip kafasını kırabileceğini ve onu durdurabileceğinden emin olmadığını söylemişti. Daud da gitmişti, ona böyle kötü muamele eden adamın bu asil sporun severlerinden biri olmasına üzülmüştü.

Yarım bardak birasını olabildiğince yavaş içti ama kimse gelip ona bir bardak daha teklif etmedi. Çıktığında dışarı hâlâ aydınlıktı. Katedralin yanından geçen sokaklardan birine girip hastanenin yolunu tuttu. Sabah işe giderken de bu yoldan geçmişti. Akşamları bundan daha ilginç şeyler yapabileceğini düşündü. Hayatı bu kadar boş hale gelmiş miydi cidden? Saatlerini böyle geçirdiğini öğrenen olsa, kendini nasıl hissederdi? Yetersizlik imalarını aklından sildi, başını doğrulttu ve yürümeye devam etti.

Sıcak bir haziran akşamıydı ve Daud kaldırımlarda fıkır fıkır ergen çocuklar, ukala genç adamlar, araya serpiştirilmiş sorumlu, hava almaya çıkmış yetişkinler görmeyi bekliyordu. Bunun yerine bir kasvet çökmüş, boş sokaklarla karşılaştı. Sessizlik ve belirsizlik hissinden rahatsız olup adımlarını hızlandırdı. Sanki şehir amacını yerine getirmiş ve terk edilmişti, sakinleri farklı arayışlara koyulup başka şehirlere gitmişti. En karanlık ara sokaklardan uzak durdu. Bir duvar dibinden ne fırlayacağını kim bilebilirdi? Yardım çığlığı atsa kim duyardı?

Dünyanın gördüğü en büyük imparatorluğun yakın zamanda dönmüş bir temsilcisinin bu sokaklarda yürüdüğünü, ona yüzlerce yıl sürmüş gibi gelen yokluğunun ardından, sessiz ve huysuz halklar onun hükmü altında zulüm görürken, kendi halkının neşesini düşünerek güç bulduğunu hayal etti. Kadim ülkesinin evanjelik yüreğindeki ruhsuz sokakları ve imparatorluk mevkisinin izole köşesinde kendini nasıl aldattığını gördüğünde muhakkak acıyla çığlık atardı. Tropik gecelerde orman davullarının hipnotik vuruşlarını ve ağustosböceklerinin tiz seslerini keyifle hatırlardı. İnsanların hâlâ insan olduğu ve mevki ile gücün etkisini hâlâ bildiği o tropik cehennem çukurundaki sonsuz ve azap dolu akşamlar ne kadar da tatmin edici görünürdü o zaman. Muhakkak, muhakkak! Ancak Daud böbürlenecek pek az şeyi olduğunu hatırlattı kendine. Tiz sesli ağustosböcekleri olsa da olmasa da, en azından sokaklar kaldırım döşeliydi ve temizdi, geceleri sokaklarda leş arayarak dolaşan köpekler yoktu. Evine girip duşa girdiğinde paslı somunların ve cıvataların gıcırtısı gelmeyecek, sıcak su akacak. Evinde ışıklar yanıyor, sifonu çalışıyor ve marketlerde her zaman soğan bulunuyor. Tüm bunları mümkün kılan, kaldırımları döşeyen ve trenleri çalıştıran organizasyonu takdir etti. St. George Kulesi’nin saati sekizi yirmi geçiyordu. Bu saat her zaman yedi dakika geriden gelirdi. Daud bunu uzun sürenin sonunda edindiği tecrübelerinden biliyordu, ama küçük ve katlanılır bir tuhaflıktı bu. Savaş sırasındaki bombardımanlarda kulenin doksan-yüz metre yakınındaki her şey yerle bir olmuştu, sadece kule ayakta kalmıştı. Belki de kalbi yedi dakika durmuştur diye düşündü Daud. Hayatta kalmış ve şimdi kemerleri ile sütunlarının üzerinde yaşlı bir azı dişi gibi duruyor. Bombaların hedefi katedraldi, ama o neredeyse hiç hasar almamıştı; değerli camları uzun zaman önce kaldırılmıştı ve granit duvarları ve kuleleri, doğrudan üzerlerine düşmediği sürece bombalara dayanabilirdi. Adeta bir mucize gibi, katedrale çıkan dar sokaklar da zarar görmemişti; Normandiya dindarlığının anıtı, Ortaçağ’dan kalma yuvasında sapasağlam duruyordu ve etrafından dolambaçlı ara sokaklar yayılıyordu.

Açık kapıdan katedralin içine, binanın ışıklandırılmış ağzına baktı. Kesme taşlara, suni ışıkta bir peri masalından çıkmış gibi görünen kulelere kısa bir bakış attı. Yıllardır bu şehirdeydi, ama katedrale hiç girmemişti.

Önünden yüzlerce kez geçmişti, Queens Gate kestirme yolunu kullanmıştı. Avlusunda bir grup dazlak tarafından kovalanmıştı: “Bir öptürmeyecek misin zenci?” Krallara layık kıçının sağ yarısını göstermiş ve kaçarken “Taciz,” diye bağırmıştı. “Kendi işinize bakın geri zekâlılar.” Ama o dazlakların muhtemelen girdiği katedrale hiç girmemişti. Parkın karşısından Bishop Sokağı’na çıkan patikaya döndü. Kimse bu parkın adını söylemezdi, sadece park derlerdi. Daud başlangıçta buna şaşırmıştı, fark dediklerini sanmış ve bu parkın diğerlerinden bir farkı olması gerektiğini düşünmüştü. Park; yüksek dere yatakları, ağaçlar ve çalılarla çevrili, alçak bir toprak parçasıydı. Patikalardan biri yol kenarından nehir yatağına kadar iniyordu. Daud’un yürüdüğü patikaysa çocuk parkının yanından geçiyor ve Bishop Sokağı’nın yakınındaki eski su değirmenine kadar gidiyordu. Korkmuş görünmeksizin geri dönemeyeceği noktaya geldiğinde, hata yaptığını anladı. Bir adamın yoldan, nehir yatağı boyunca koştuğunu ve köpeğinin tasmasını bağlı olduğu yerden çözmek için eğildiğini gördü. Daud köpeklerden oldu olası çekinirdi; bu köpek özellikle büyük ve atılgan bir şeydi, ağzından akan salyalar yüzünden aç görünüyordu. Dikkat çekmemek için hızlıca gözlerini kaçırdı, odasında saklanan canavarla göz göze gelmemeye çalışan bir çocuk gibi. Patikadan yürüdü ve bacaklarını açtı, her adımıyla yoldan ve sokak lambalarından uzaklaşıp karanlığın içinde daha da ilerlediğinin farkındaydı. Bir süre sonra az önce gördüğü ikilinin, peşinden geldiğini anladı. Adamın gülümsediğini on metre öteden görebiliyordu. Gururu bir kenara attı ve koşmaya başladı, köpek nefes nefese sıçrayarak peşinden geliyordu. Adamın güldüğünü ve ıslığıyla köpeği geri çağırdığını duydu. Akıntının üzerinden uzanan küçük köprüye, parkın sınırına geldiğinde durdu ve adama ağız dolusu küfür ve beddua etti. Yüzüne iyice bakamamıştı; sadece bir pardösünün içindeki sıska yüz hatlarını, bir sessiz film oyuncusunun kötü bir taklidi gibi arkaya yatırılmış kırçıl saçlarını görebilmişti, ama Tanrı’nın onu tanımakta hiç zorlanmayacağından emindi. Muhtemelen daha önce de karşılaşmışlardı.

Kapısına geldiği sırada katedral çanlarının dokuzu vurduğunu duydu. İçeri girerken nefesini tuttu, ardından havanın ciğerlerine küçük dozlarla dolmasına müsaade etti. Ev sahibi piyano tuşlarına inanıyordu, ama çürümüş parkeleri yeniletmeye tenezzül etmiyordu. Daud bu inancı açıkça sorgulamıştı: “Nasıl bir yandan ırkların bir arada yaşayabileceğini, siyah ve beyaz piyano tuşları gibi bir araya gelebileceklerini söyleyip bir yandan da beni ve halkımı böyle sömürebilirsiniz?” Özellikle halkım demekten büyük keyif almıştı, adamın utanç ve acıyla kıvranmasını izlemişti. Parkelerinin kısa zamanda yenileneceğinden emindi. Fakat ev sahibi acısını kontrol altına almanın bir yolunu bulmuştu ve kirayı biraz artırmazsa parkeleri yeniletemeyeceğini söylemişti.

Daud televizyonu açtı ve karşısına kuruldu. Bir şey izleyesi yoktu aslında, daha ziyade dikkatini ve sessiz evin üzerine yıktığı kederi dağıtmak istiyordu. İşe yaramadı; televizyondan gelen rahatsız edici müziğin zihnindeki sinirli gürültüyü bastıramayacağını anladı.

Aklına, yazması gereken mektuplar geldi. Bu görev hissi alışıldık ve karşı koyulmaz bir şeydi. Onunla beraber geride bıraktıklarının hatırası zihnine akın etmeye başladı ve kararlılığının sendelediğini hissetti, bu mukavemet alışkanlığının onu sorgulamaktan aciz, kendini kandıran biri yapıp yapmadığını düşündü. Gözlerinin önünden sıcak, altın sahiller geçiyordu, bu görüntüyü başka bir yörenin turizm broşüründen görmüş de olabileceği sık sık aklına gelirdi. Buradaki yalnızlığının dramatik ve romantik yanına kapılmaktan kendini alamıyordu ve kendini akışa bıraktığı hissine kapılıyordu. Ayaklarını sürüye sürüye, sırf yanından geçtiği dükkânları ve insanları bir anlığına görebilmek için okul yolunu nasıl yürüdüğünü hatırladı. Eski dostlarının yüzleri onu görmezden gelip ayıplamaya başladığında fazla ileri gittiğini anlamıştı.

Hemen hemen hiçbirinden haber almıyordu ve bu durumdan memnundu. Eski arkadaşlarından gelen mektuplarda her zaman İngiltere’ye dair, Daud’un utanç verici bulageldiği bir iyimserlik olurdu. Hayatının aşağılayıcı gerçekliğinden çok uzaklardı ve yaşadığı şeyleri şaka deyip geçiştirebilirlerdi, Daud ise hiçbirinin şaka olmadığını biliyordu.

….

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Deniz Kenarında ~ Abdulrazak GurnahDeniz Kenarında

    Deniz Kenarında

    Abdulrazak Gurnah

    Deniz Kenarında göç deneyiminin yol açtığı kimlik karmaşası, aidiyet sorunu ve kültürel etkileşim üzerine sarsıcı bir roman. Ülkesinden sahte bir pasaportla kaçıp İngiltere’ye sığınma...

  2. Dottie ~ Abdulrazak GurnahDottie

    Dottie

    Abdulrazak Gurnah

    Dottie, İngiltere’de yaşayan siyah bir kadının engelleri bir bir aşarak kendi yolunu çizmesinin romanı. Annesinin ölümünün ardından, daha on yedi yaşında olan Dottie, kardeşleri...

  3. Cennet ~ Abdulrazak GurnahCennet

    Cennet

    Abdulrazak Gurnah

    Cennet, Nobel Edebiyat Ödüllü Abdulrazak Gurnah’tan efsanelerle, düşlerle, geleneksel inanışlarla bezeli bir Afrika panoraması. Büyük bir dönüşümün eşiğindeki Afrika kıtasında küçük bir çocuğun, Yusuf’un...

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Dişi Kurdun Rüyaları ~ Cengiz AytmatovDişi Kurdun Rüyaları

    Dişi Kurdun Rüyaları

    Cengiz Aytmatov

    Kader ve takdîr-i ilâhî konusu; ilâhî kudretin varlığını sürekli vurgulayan, ama sorumluluğu insanda ve insanların ortak sorumluluğunda arayan çok çarpıcı bir olaylar örgüsü romanın...

  2. 80 Gün – Arzunun Rengi ~ Vina Jackson80 Gün – Arzunun Rengi

    80 Gün – Arzunun Rengi

    Vina Jackson

    “Tutku dolu anlatımıyla Arzunun Rengi, erotizmin yeni tonu olmaya aday.” -New- İlişkisinde sorunlar olan keman virtüözü Summer Zahova huzuru müzikte arar. Ancak bir gün,...

  3. Yıldırım Sesli Manasçı – Asker Çocuğu – Beyaz Yağmur ~ Cengiz AytmatovYıldırım Sesli Manasçı – Asker Çocuğu – Beyaz Yağmur

    Yıldırım Sesli Manasçı – Asker Çocuğu – Beyaz Yağmur

    Cengiz Aytmatov

    Cengiz Aytmatov’un birbirinden güzel üç hikâyesinin yer aldığı kitap; aslında insan, mekân ve hafıza arasında birbirini sürekli besleyen ilişkinin göz önüne serilmesi bakımından büyük...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur