“Poltoraski, Voronsof’un yanına döneceği zaman arkadan bir atlı manganın kendisine yetişmek istediğini görmüştür. Durdu. Ve bu atlıları beklemeye başladı. Atlıların önünde başındaki kalpağa beyaz sarık sarılı, sırtında beyaz Çerkez ceketi, altın kakmalı silahlara donanmış heybetli bir adam ilerlemekteydi. Bu kahraman görünüşlü adam Hacı Murad’dan başkası değildi. Atını Poltoraski’ye doğru sürerek Tatarca bir şeyler söyledi, Poltaraski, atının başını çekip, anlamadığını ifade etmek için gülerek ellerini açtı. Hacı Murad da aynı şekilde gülmüştü.
Yaz aylarının ortalarındaydık. Çayırlar biçilmiş, hasat zamanı gelmişti. Tarladan eve dönüyordum.
Mevsim çiçekleri, dört bir yanı, bir yorgan gibi örtmüştü. Her renk ve çeşitte çiçek vardı: ortaları parlak sarı, mis kokulu papatyalar; kırmızı, beyaz, pembe yoncalar, bal kokulu sarı ada çiçekleri, uzun saplı, mor beyaz çan çiçekleri, kırmızı gelincikler, mor pembemsi tüylü parmak otu, yeni açtığında çivit mavisi, solarken ise kırmızımsı maviye dönen peygamber çiçeği, badem kokulu, koparır kopannaz solan nazlı yaban keteni…
Eve dönerken hepsinden toplayarak, koskocaman bir buket yapmıştım. Yol kenarındaki bir çukurda, aniden gözüme, kıpkırmızı, tam açmış, göz kamaştıran bir deve dikeni ilişti. Biz bunlara “tatar” derdik. Ot biçerken bunlan koparmamaya dikkat edilir. Kazara biçüirse orakçılar, ellerine batmasın diye hemen otun içinden çekip çıkartırlar. Bu deve dikenini kopartarak, buketimin ortasına koymak istedim.
Çukura atladım. Çiçeğin göbeğinde, tembel tembel uyuklayan bir yaban arısı vardı. Onu kovaladıktan sonra, çiçeği koparmak için uğraşmaya başladım. Fakat, bu çok zordu. Elime mendil sardığım halde, dikenler kötü şekilde can yakıyordu. Çiçeğin sapı da, son derece sağlam ve sertti beş dakikaya yakın uğraştım. Lifleri tek tek kopartarak, amacıma ulaştım. Çiçeği yerinden çıkarmayı başardığım zaman, sapı yarılmışa. İlk halindeki güzelliğinden de eser kalmamıştı. Bunun yanında, ince, zarif kır çiçeklerinin arasında da oldukça kaba görünüyordu. Kendi halinde çok güzel görünen çiçeği koparmış olduğum için üzüldüm. Koparmaya çalışırken nasıl uğraştığımı hatırlayarak, “Ne büyük bir yaşama gücü bu…” diye düşünmekten kendimi alamadım.
Eve giden yol, yeni sürülmüş kıraç tarlanın içinden geçiyordu. Tozlu, toprak yoldan yavaş yavaş yürüyordum. Tarla bir mûlkçüye aitti. Ortadan geçen yolun iki tarafında, düzenli bir şekilde sürülmüş ve daha ekilmemiş kapkara topraktan başka hiçbir şey görünmüyordu. Toprak çok iyi sürülmüştü. Bütün tarla boyunca, tek bir ot, tek bir bitki yoktu. Her yer, kapkaraydı, “İnsanlar ne kadar acımasız, hayatını devam ettirebilmek için, başka canlıları yok ediyor” diye düşünüyor, bu kapkaranlık içinde bir tek canlı görebilmek için dikkatle çevreme bakıyordum. O sırada yolun sağında bir yeşillik gözüme çarptı. Ona yaklaştığımda, biraz evvel boş yere kopararak attığım deve dikenin aynısını gördüm.
Bunun üç sapı vardı. Biri kopmuş, dalın kalan parçası da, kesik bir el gibi sarkmıştı. Diğer ikisinde birer çiçek vardı. Önceleri kırmızı olan çiçekler, şimdi simsiyah olmuşlardı. Kırık saplardan birinin ucundaki çiçek çamurlanmış, sarkmıştı; diğeri yağlı kara toprağa bulaştığı halde dimdik duruyordu. Bir araba tekerleğinin çiğnediği ve sonra tekrar dogrulduğu belli oluyordu. Yamuk durmasının nedeni de buydu. Gövdesinin bir tarafı kopuk, iyice yıpranmış, kolu kesik, gözü patlatılmış bir insanı andırıyordu. Her şeye rağmen, çevresindeki kardeşlerini yok eden insanlara yenilmiyordu.
Tekrar,”Ne tükenmez bir yaşama gücü…” diye düşündüm. İnsanoğlu her şeyi yenmiş, milyonlarca otu, bitkiyi yok etmiş, bu hala direniyor…
Aniden, çok eskiden Kafkasya’da geçen, bir bölümünü bildiğim, bir bölümünü de görenlerden duyduğum, bir bölümünü de hayalimde canlandırdığım bir olay aklıma geldi. Hikaye aklımda kaldığı kadarıyla şu şekildeydi:
Bin sekiz yüz elli bir yılının sonlanna doğruydu. Hacı Murat, soğuk bir kasım akşamında, tezek dumanıyla kaplanmış bir Çeçen köyüne yaklaşmaktaydı; Mahket köyü, Rus topraklarından bir kilometre kadar ilerideydi.
Müezzin ezan okumayı yeni bitirmişti.’ Tezek kokusu sinmiş temiz dağ havasında, adeta birbirlerine yapışıkmış gibi olan toprak evlerin bahçelerinden, inek ve koyunların birbirine karışan sesleri, aşağıda bulunan çeşmeden erkekli, kadınlı, çocuklu bir kalabalığın bağrışmaları işitiliyordu.
Hacı Murat, kahramanlıklarıyla ün salmış Şeyh Şamil’in en iyi adamıydı. Her zaman, kendi sancağı ile, adamlarının arasında dolaşırdı. Bu kez başında, yüzünü iyice gizleyen bir şapka vardı. Kepeneğinin altından da tüfeğinin ucu görünüyordu. Yanındaysa, adamlanndan sadece bir kişi vardı. Hacı Murat, mümkün olduğu kadar kendini belli etmemeye çalışarak gidiyor, şahin bakışlarıyla da, yoldan geçen herkesi büyük bir dikkatle süzüyordu. Köyün ortasına gelince de, sola, dar bir çıkmaza yöneldi. Çıkmazın bir tarafı, bir tepeciğe yaslanmıştı. Yokuş üzerinde oyulmuş ikinci bir toprak eve gelince, durdu, çevresine bakındı. Evin önünde kimseler yoktu, çatıda, yeni sıvalı, kilden bacanın arkasında, üstü parkasıyla örtülü bir adam yatıyordu. Hacı Murat yatan adama, kırbacının sapıyla dokundu. Parkanın altından, başında takke, üzerinde eski, hırpani bir hırka olan bir ihtiyar çıktı. İhtiyarın neredeyse kirpiksiz gibi görünen gözleri, kıpkırmızı, çapak içindeydi. Gözlerini açmakta zorlanıyor, sık sık kırpıştırıyordu.
Hacı Murat:
“Selamun aleyküm!” diyerek, yüzünü açtı.
“Aleyküm selam.”
Murat’ı tanıyan ihtiyar, gülümseyerek ayağa kalktı. Bacanın yanında duran ayakkabılarını giymeye çalıştı. Ayakkabılarını giydikten sonra, buruşmuş parkasını, hiç acele etmeden üzerine giydi. Çatıya dayanmış olan merdivenden aşağıya inmeye başladı. İhtiyar adam, giyinirken de, aşağı inerken de, kafasını- sallayarak, bir şeyler mırıldanıyordu. Aşağı indiğinde de, misafirperver bir tavırla, elini Hacı Murat’ın atının dizginiyle sağ üzengisine .uzattı. Fakat, misafirin atik, güçlü adamı atından atlayarak, ihtiyarın yardımına gerek bırakmadı.
Hacı Murat, atından indi. Hafifçe topallayarak çatının altına girdi. İçeriden, on beş yaşlarına yakın bir çocuk fırlayarak çıktı. Kara üzüme benzeyen gözlerini şaşkınlıkla ona çevirdi.
İhtiyar adam:
“Koş, camiden babanı çağır!” dedi. Misafirinin önüne geçerek, toprak evin kapısını açtı. Hacı Murat içeriye girerken, iç kapıdan, üzerinde kırmızı bir hırkayla, sarı bir gömlek, mavi şalvar olan, ince, zayıf bir kadın çıktı; elinde birkaç tane minder vardı.
“Hoş geldin!” diyerek eğildi ve minderleri duvara sıralamaya başladı.
“Hacı Murat” için 3 yanıt
Bir yanıt yazın
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Dünya Klasikleri Roman (Yabancı)
- Kitap AdıHacı Murat
- Sayfa Sayısı168
- YazarLev N. Tolstoy
- ISBN9789758414857
- Boyutlar, Kapak13,5x21 cm, Karton Kapak
- YayıneviKUM SAATİ YAYINLARI / 2009
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Kurt Mıntıkası ~ Javier Marías
Kurt Mıntıkası
Javier Marías
1971 yılında yayımlanan “Kurt Mıntıkası” Javier Marías’ın ilk romanıdır; 17 yaşında yazmaya başladığı bu romanı bir sene gibi kısa bir sürede bitirmiştir. Hikâye Amerika...
- Gir Kanıma ~ Barış İnce
Gir Kanıma
Barış İnce
Kan emiciler her yerde! John Ajvide Lindqvist’in uluslararası çoksatanı Gir Kanıma, kadim vampir efsanelerinden günümüz insanının sıkışmışlığına uzanan; kan, vahşet ve kara mizahla yoğrulmuş doğaüstü bir...
- Tebeşir Kız (Bir Malory Romanı) ~ Carol O'Connell
Tebeşir Kız (Bir Malory Romanı)
Carol O'Connell
Mükemmel bir buluş; Gerilim, gizem ve kalpleri durduran bir karakterin ustaca birleşimi, sıkıca paketlenerek sunulmuş. New York Times, Janet Maslin Bir gün, New York...
Kesinlikle okumalısınız derim.. Tolstoy dan bizim insanımızı dinlemek gerçekten güzeldi :))
kitap listeme ekledim
;)
bu kitabı okumak isteyişimin en büyük nedeni,Hacı Murat’ın çook sevdiğim bir arkadaşımın büyük büyük dedesinin kardeşi olması :)