“Öz geçmişinizi alınca çok şaşırdığımı söylemeliyim.”
“Neden?”
“Neden mi? Bana nedenini mi soruyorsunuz? Siz profesörsünüz!”
“…”
“Hatta belli bir üne sahipsiniz. Yanılmıyorsam daha önce bir makalenizi okumuştum ve şu an müzede salon bekçisi olmak için işe başvuruyorsunuz.”
“Evet.”
“Bu size tuhaf gelmiyor mu?”
“Hayır, hiç gelmiyor.”
Antoine Duris, Lyon’da meslektaşları ve öğrencileri tarafından çok sevilen bir sanat tarihi profesörüdür. Ancak bir anda istifa eder ve duvarlarında dünyaca ünlü ressamların renkli tablolarının asılı olduğu Musée d’Orsay’de salon bekçisi olmak için Paris’e taşınır. Antoine’ın tek çaresi vardır: Güzelliğe yönelmek.
Kimse bu ani değişime anlam veremez. Modigliani’nin ilham perisi Jeanne Hébuterne’in portresine bakarak saatlerce düşünen bu tuhaf karakterin içinde ne yattığını kimse tahmin edemez. Onun sessizliğinde korkunç bir sır, öğrencisinin yüzü saklıdır.
Kitapları kırktan fazla dile çevrilen David Foenkinos’tan; genç bir kadının yaşadığı trajediyi ve sanatın insanların hayatına etki etme gücünü konu alan, güzelliğin çirkinlik üzerinde bir pansuman görevi görebileceğini anlatan sarsıcı bir roman.
“Bu hikâyeden etrafa parlak, hayati bir şeyler yayılıyor.” -Mohammed Aïssaoui, Le Figaro Littéraire
“Suçun çirkinliğinden resmin güzelliğine… David Foenkinos’un kitabı ruhların yok edilmesini, ardından sanatın rövanşını anlatan çok başarılı bir roman.” -Bernard Pivot, Le Journal du Dimanche
“Asla peşimizi bırakmayan, sersemleten, altüst eden bir hikâye.” -Bernard Lehut, RTL
BİRİNCİ BÖLÜM
1
Paris’teki Orsay Müzesi eski bir tren garıdır. Burada geçmiş, şimdiki zamanın üzerinde eşine ender rastlanır türden bir iz bırakır. İnsan, Manet’lerin ve Monet’lerin arasından, tabloların ortasından gara giriş yapan trenleri haydi haydi gözünde canlandırabilir. Ancak artık başka yolculuklar söz konusu. Bazı ziyaretçiler belki o gün garın ortasında Antoine Duris’i fark etmiş olabilirler. Gökten düşmüş gibi, yüzünde orada bulunmaktan şaşkın bir ifadeyle. Tam da o anki duygusunu tanımlayan kelime, şaşkınlıktı.
2
Antoine, insan kaynakları müdürüyle olan randevusuna çok erken gelmişti. Son birkaç gündür bütün zihni tamamen bu görüşmeye odaklanmıştı. Bu müze, olmayı istediği yerdi. Ağır adımlarla personel girişine doğru yöneldi. Mathilde Mattel telefon görüşmelerinde ziyaretçi kapısından geçmemesini belirtmişti. Güvenlik görevlisi önünü kesti:
“Kimlik kartınız var mı?”
“Hayır, beni bekliyorlar.”
“Kim?”
“…”
“Sizi kim bekliyor?”
“Pardon… Bayan Mattel ile randevum var.”
“Güzel. O hâlde resepsiyona doğru yönelebilirsiniz.”
“…”
Birkaç metre sonra gelişinin sebebini yeniden açıkladı.
Genç bir kadın büyük siyah bir not defterinden ismini kontrol etti.
“Bay Duris misiniz?”
“Evet.”
“Kimliğinizi görebilir miyim?”
“…”
Bu çok saçmaydı. Kim sanki oymuş gibi yapmak isterdi ki? Rahatsızlığını belli etmemek için anlayış dolu bir gülümsemeyle kimliğini uzattı. İş görüşmesi daha şimdiden, önce güvenlik görevlisi ardından da resepsiyon görevlisiyle başlamış gibiydi. Daha ilk merhabadan itibaren performans sergilemeniz gerekiyordu, kimse artık üstünkörü bir teşekkürü yeterli görmüyordu. Genç kadın karşısında duranın gerçekten de Antoine Duris olduğunu kontrol ettikten sonra ona gideceği yolu açıkladı. Koridoru geçtikten sonra önüne bir asansör çıkacaktı. “Çok kolay, karıştırmanız mümkün değil” diye ekledi. Antoine böyle bir cümleden sonra kaçınılmaz olarak yanılacağını biliyordu.
Daha koridorun yarısındayken ne yapması gerektiğini tam olarak hatırlamıyordu bile. Gözüne camlı kapının diğer tarafında bulunan Gustave Courbet’nin bir tablosu ilişti. Güzellik, belirsizliğin en güzel çaresiydi sonuçta. Haftalardır batmamak için mücadele ediyordu. Gücünün tükendiğini hissediyordu ve daha gelir gelmez peş peşe iki kere sorguya çekilmek çok büyük bir efor gerektirmişti. Hâlbuki, sadece birkaç kelime etmek ve herhangi bir tuzak içermeyen sorulara cevap vermek dışında bir şey yapmamıştı. Sürekli mantıksız korkulara kapılıyordu, dünya algısı en ilkel seviyesine gerilemişti. Yaşamış olduğu şeyin sonuçlarını her geçen gün daha fazla hissediyordu. Bayan Mattel ile olan bu iş görüşmesinin altından kalkabilecek miydi acaba?
Asansörde ikinci kata doğru çıkarken aynaya çabucak bir göz attı ve kendini bir hayli zayıflamış buldu. Bunda şaşılacak bir şey yoktu; pek yemek yemiyordu, bazen akşam yemeğini veya sabah kahvaltısını unuttuğu oluyordu. Bu onun suçu değildi, midesi açlık hissetmiyordu. Öğün atlamasına rağmen midesinde en ufak bir gurultu hissetmiyordu, sanki artık bedeni uyuşmuş özerk bölgelerden oluşmuş gibiydi. Sadece zihni onu yemek yemeğe zorluyordu: “Antoine, bir şeyler yemelisin.” İnsanlar acıda iki kampa ayrılıyordu. Bedenleriyle direnenler ve zihinleriyle direnenler. Ya biri yahut diğeri, nadiren ikisi bir araya geliyordu.
Asansörden çıkınca onu bir kadın karşıladı. Mathilde Mattel görüşeceği kişileri genellikle bürosunda beklerdi, ancak Antoine Duris’i asansörün kapısında karşılamaya karar vermişti. Onun bu işe neden başvurduğunu öğrenmek için korkunç sabırsızlanıyordu.
“Antoine Duris siz misiniz?” diye sordu yine de emin olmak için.
“Evet. Kimlik kartımı istiyor musunuz?”
“Hayır, hayır. Neden?”
“Aşağıda istediler de.”
“Olağanüstü hâl yüzünden böyle.”
“Orsay Müzesi’nin müdürüne kimin terörist saldırı düzenleyebileceğini pek anlayamadım.”
“Hiç belli olmaz,” dedi gülümseyerek.
İnce bir espri hatta mizah sayılabilecek bu cümle aslında Antoine’ın ağzından soğuk bir tespit olarak çıkmıştı. Kadın, eliyle bürosuna giden yolu işaret etti. Kendilerinden başka kimsenin olmadığı uzun ve dar bir koridordan geçtiler. Antoine, arkasından yürürken onun henüz personelin bile işbaşı yapmamış olduğu bir saatte potansiyel bir yeni elemanla görüşme yapmak için hayatta çok fazla sıkılıyor olması gerektiğini düşündü. Antoine’ın düşünce lojistiğinde en ufak bir mantık aramamak gerekirdi.
Bürosuna vardıklarında Mathilde çay, kahve, su teklif etti; aslında bir şeyler içmek istemesine rağmen Antoine, “Hayır teşekkürler, hayır teşekkürler, hayır teşekkürler,” demeyi tercih etti. Kadın söze girdi:
“CV’nizi alınca çok şaşırdığımı söylemeliyim.”
“Neden?”
“Neden mi? Bana nedenini mi soruyorsunuz? Siz profesörsünüz…”
“…”
“Hatta belli bir üne sahipsiniz. Yanılmıyorsam daha önce bir makalenizi okumuştum. Ve… salon bekçisi olmak için işe başvuruyorsunuz.”
“Evet.”
“Bu size tuhaf gelmiyor mu?”
“Hiç gelmiyor.”
“ENSBA’ya*
telefon ettim” diye itiraf etti Mathilde, kısa bir sessizlikten sonra.
“…”
“Bana işinizden ayrılma kararı aldığınızı söylediler. Öyle, bir anda, en ufak bir gerekçe olmaksızın.”
“…”
“Ders vermekten bıkmış mıydınız?”
“…”
“Bir tür depresyon mu yaşadınız? Bunu anlayabilirim. Tükenmişlik sendromu gittikçe daha sık rastlanan bir olgu.”
“Hayır. Hayır. Bırakmak istedim. Böyle. Büyük ihtimalle bir gün geri döneceğim, ama…”
“Ama ne?”
“Dinleyin hanımefendi, bir iş için başvuru yaptım ve işe alınma şansım olup olmadığını bilmek istiyorum.”
“İş için biraz fazla nitelikli olduğunuzu düşünmüyor musunuz?”
“Sanatı seviyorum. Sanat okudum, sanat dersleri verdim, tamam; ama artık sadece bir salonda tabloların arasında oturmak istiyorum.”
“Bu öyle dinlenebileceğiniz bir iş değil. Herkesin sürekli size soru sorduğu bir iş. Hem burada, Orsay’de çok fazla turist var. Her an çok dikkatli olmak gerekiyor.”
“Kuşkunuz varsa bir süre deneyin.”
“Personele ihtiyacım var, zira gelecek hafta çok büyük bir retrospektif Modigliani sergisi açıyoruz. Büyük kalabalıkları çekecek. Hayli büyük bir etkinlik.”
“Güzel zamanlama.”
“Neden?”
“Tezimi onun üzerine yazmıştım.”
Mathilde cevap vermedi. Antoine bu bilginin lehine olacağını düşünmüştü. Aksine, iş başvurusunu insan kaynakları müdürünün gözünde çok daha tuhaf kılmış gibiydi. Onun gibi bir bilge burada ne arıyordu? Ona gerçeği söyleyecek miydi? Korkmuş bir hayvanı andırıyordu ve sadece bir müzeye sığınma fikrinin onu kurtarabileceğini düşünüyor gibiydi.
3
Bütün aboneliklerini iptal etmesi ve dairesinin anahtarlarını teslim etmesi bir gününü bile almamıştı. Ev sahibi, “Bay Duris, çıkacağınızı iki ay öncesinden bildirmeniz gerekiyor, böyle gidemezsiniz. Benim de para kazanmam lazım,” demişti. Adam sanki çok üzülmüş gibi bir sesle bir süre daha konuşmuştu. Antoine adamın monoloğuna, “Endişe etmeyin. İki aylık kirayı ödeyeceğim,” diyerek son vermişti. Bütün karton kutularını kiraladığı bir kamyonete doldurmuştu. Çoğunda kitapları vardı. Daha önce, Japonya’da böyle bir anda her şeyi ardında bırakıp orayı terk eden insanlar hakkında bir makale okumuştu. Onlara buharlaşanlar adı veriliyordu. Bu görkemli kelime neredeyse durumun trajik yanını saklıyordu. Bu kişiler çoğu zaman işlerini kaybeden ve her şeyin görünüşten ibaret olduğu bir toplumda yaşadıkları sosyal çöküntüyü kabullenemeyen erkeklerdi. Karılarının, ailelerinin, komşularının bakışlarına katlanmaktansa kaçıp sokakta yaşamayı tercih ediyorlardı. Bunun herkesin saygı duyduğu, konusunda uzman bir profesör olan Antoine’nın durumuyla hiçbir alakası yoktu. Her yıl onlarca öğrenci, tezlerini onunla hazırlamanın hayalini kuruyordu. O hâlde neden neydi? Louise ile bir ayrılık yaşadıkları doğruydu ancak aradan geçen onca aydan sonra bu duygusal yara artık kabuk bağlamıştı. Üstelik herkes aşk acısı çekiyordu. Kimse bu sebeple hayatını geride bırakmıyordu.
Bütün karton kutularını ve sahip olduğu birkaç mobilyayı Lyon’daki bir depoya koymuştu. Ve elinde sadece bir valizle Paris’e giden trene binmişti. Birkaç gün gara yakın iki yıldızlı bir otelde kaldıktan sonra başkentin orta hâlli mahallelerinden birinde kiralık bir stüdyo bulmuştu. Posta kutusuna adını yazmamıştı ve hiçbir şeye abone olmamıştı. Gaz ve elektrik faturaları ev sahibinin adınaydı. Artık onu kimse bulamazdı. Elbette yakınları onun için endişelenmişlerdi. Onların içini rahatlatmak için, daha doğrusu onu rahat bırakmaları için hepsine ortak bir mesaj göndermişti:
Sevgili herkes,
Sizi endişelendirdiğim için gerçekten çok üzgünüm. Son
birkaç gündür çok fazla meşgul olduğumdan mesajlarınıza
cevap veremedim. İçiniz rahat olsun, her şey yolunda. Ani
bir kararla uzun bir yolculuğa çıkıyorum. Hepinizin bildiği gibi, uzun zamandır bir roman yazmak istiyordum,
işte, bir yıl kafa izni aldım ve gidiyorum. Biliyorum, gitmeden önce bir veda partisi düzenleyebilirdim, ancak her
şey çok hızlı gelişti. Projemi gerçekleştirmek için dünyayla
ilişkimi keseceğim, lütfen bana kızmayın. Telefonum olmayacak. Ara sıra size e-posta yazarım.
Sizi seviyorum,
Antoine
Kimileri hayranlık dolu mesajlarla karşılık verdiler, kimileri de deli olduğunu söylediler. Sonuçta bekârdı, çocuğu yoktu, belki de hayalini gerçekleştirmesinin zamanıydı. Çoğu arkadaşı sonunda onu anladılar. Yazdıkları cevapları okudu ama hiçbirine geri dönmedi. Bir tek kız kardeşi bu mesaja inanmamıştı. Eléonore onun böyle kendisiyle bir akşam yemeği dahi yemeden gidebilmesini kabul etmek için ona fazlasıyla yakındı. Birlikte oyunlar oynamaya bayıldığı yeğenini öpmeden. Bu işte bir mantıksızlık vardı. Onu mesaj yağmuruna tuttu: “Rica ederim söyle, neredesin? Söyle, sorun ne? Ben senin kardeşinim, buradayım, lütfen beni böyle bırakma. Beni cevapsız bırakma…” Yapacak bir şey yoktu. Hiçbir cevap gelmedi. Her şeyi denedi, tonunu değiştirdi: “Bana bunu yapamazsın! Bu çok iğrenç! Roman yazacağın hikâyesine inanmıyorum!” Hiç durmadan mesaj yazıyordu. Antoine telefonunu açmıyordu. Telefonunu bir kere açtı ve kardeşinden gelen sayısız şikâyetleri okudu. Tek yapacağı birkaç kelime yazmaktı, en azından içini rahatlatmak için. Onunla konuşmak için. Bunu neden yapamıyordu? Bir saatten fazla ekranın önünde kıpırdamadan kaldı. İmkânsızdı. İçini bir tür utanç duygusu kapladı. İnsanı harekete geçmekten alıkoyan bir utanç. Nihayet kardeşine cevap yazmayı başardı: “Kendim için bu zamana ihtiyacım var. Yakında sana haber vereceğim, ama artık endişelenmeyi bırak. Joséphine’i benim için öp. Ağabeyin, Antoine.” Kardeşinin mesajı okur okumaz onu aramasından korktuğu için telefonunu hemen kapattı. Tıpkı izinin bulunmasından korkan bir suçlu gibi SIM kartını çıkarıp bir çekmeceye sakladı. Artık kimse ona ulaşamazdı.
Mesajını okumak Eléonore’u rahatlatmış olsa da bütün bunların sahte olduğunu derhâl anlamıştı, bu nazik birkaç kelimeyi yazmak için büyük bir çaba göstermiş olmalıydı. Yine de endişesini gidermeye yetmemişti. İyi olmadığı çok belliydi. Mesajını “Ağabeyin, Antoine” diye bitirmesine şaşırmıştı. İlk defa böyle bir formül kullanıyordu, âdeta emin olmak için aralarındaki bağı yeniden tanımlamaya ihtiyacı varmış gibi. Ne yaşadığını ve neden böyle davrandığını bilmiyordu ama onu asla yüzüstü bırakmayacağını biliyordu. İçini rahatlatmak şöyle dursun, bu mesaj onu bir an önce bulması gerektiğine dair fikrini pekiştiriyordu. Bunun için zaman ve enerji harcaması gerekecekti ancak bunu hiç beklenmedik bir biçimde başaracaktı.
4
Evden çıkarken Antoine bir komşusuyla karşılaştı. Yaşsız bir adamdı, kırk ve altmış yaş arasında kaybolmuştu. Adam onu dikkatle inceledikten sonra, “Burada yeni misiniz? Thibault’nun yerine mi geldiniz?” diye sordu. Antoine evet, diye geveledikten sonra başka bir soruya fırsat vermemek için çok acelesi olduğunu söyledi. Herkesin size sürekli kim olduğunuzu, ne yaptığınızı, neden başka bir yerde değil de burada yaşadığınızı sorması mı gerekiyordu? Antoine kaçtığından beri sosyal hayatın asla son bulmadığını, insan damlaları arasından geçmenin neredeyse imkânsız olduğunu fark ediyordu.
En azından işinde onu kimse fark etmeyecekti. Müze bekçisi yoktu. İnsanlar gözlerini bir sonraki tabloya çevirerek önünden geçiyorlardı. Kalabalığın içinde yalnız olmak için olağanüstü bir meslekti. Mathilde Mattel görüşmelerinin sonunda gelecek pazartesi işe başlayacağını açıklamıştı. Bürosundan çıkarken “Sebeplerinizi hâlâ anlamış değilim, ama sonuçta aramıza katılmanız bizim için büyük bir şans,” diye ilave etmişti. Bunu o kadar sıcak bir tonla söylemişti ki. Dünyadan kopmuş olan Antoine’ın bir haftadan fazladır gerçekten konuştuğu yegâne kişi o olmuştu. Birden bu kadının ismi aşırı büyük bir önem kazanmıştı. Sonraki günlerde defalarca onu düşünmüştü, tıpkı gece ışıklı bir noktaya odaklanmak gibi. Evli miydi? Çocukları var mıydı? Orsay Müzesi’nde insan kaynakları müdürü nasıl olunuyordu? Pasolini’nin filmlerini, Gogol’un kitaplarını, Schubert’in Impromptus’lerini seviyor muydu? Antoine kendini bu bilme arzusuna kaptırırken henüz ölmediğini kabul etmek zorunda kaldı. Merak, yaşayanların dünyası ile gölgelerin dünyasını birbirinden ayırıyordu.
Antoine üzerinde dikkat çekmeyen renkteki takım elbisesiyle sandalyesinde oturuyordu. Onu Modigliani sergisine ayrılan salonlardan birine atamışlardı. Jeanne Hébuterne’in portrelerinden birinin tam karşısına. Ne tuhaf bir tesadüftü. Bu kadının hayatını, trajik kaderini o kadar iyi biliyordu ki. Serginin bu ilk gününde çok yoğun bir kalabalık olduğundan tabloyu rahatça inceleyemiyordu. İnsanlar akın akın bu retrospektif sergiyi görmeye koşuyordu. Ressam ne düşünürdü? Bu sonradan başarıya ulaşan hayatlar, Antoine’ı oldum olası büyülüyordu. Şan, takdir, para… Her şey geliyordu, ama çok geç; bir kemik yığınını ödüllendiriyorlardı. Ressamın acılar ve aşağılanmalarla geçen hayatını bilince insanların onun ölümünden sonra ona bu kadar heyecanla koşmaları neredeyse biraz ahlaksızcaydı. En güzel aşk hikâyemizi ölümümüzden sonra yaşamak ister miydik? Peki ya Jeanne… Evet, zavallı Jeanne. İnsanların, sonsuza kadar bir çerçeveye hapsedilen yüzünü görmek için koşacaklarını tahmin edebilir miydi? Yani, görmekten ziyade şöyle bir göz atmak demek daha doğru olurdu. Antoine tabloları bu şartlarda seyretmenin ne anlamı olduğunu gerçekten anlamıyordu. Elbette güzelliğe bu yolla erişmek bir şanstı, ama kalabalığın ortasında, aceleyle ve baskı altında, diğer ziyaretçilerin yorumlarına maruz kalarak seyretmenin anlamı neydi? İnsanların söylediği her şeyi dinlemeye çalışıyordu. Konuşmaların bir kısmı çok ışıltılıydı, bazı ziyaretçiler bu gerçek Modigliani’leri keşfetmekten sahiden çok etkilenmişlerdi; konuşmaların bir diğer kısmı ise tam bir felaketti. Oturduğu yerden insan sosyolojisinin tüm boyutlarıyla inceleyebilecekti. Bazı insanlar “Orsay Müzesi’ni gezdim” demek yerine, “Orsay yaptım” diyordu, bir tür sosyal zorunluluğu ele veren bir fiildi bu; neredeyse bir alışveriş listesi gibi. Bu turistler aynı ifadeyi ülkeler için de kullanmaktan çekinmiyorlardı: “Geçen yaz Japonya yaptım…” Böyle, artık yerleri yapıyoruz. Ve Krakow’a gidince de Auschwitz yapıyoruz.
Antoine’nın aklından geçen düşünceler kuşkusuz oldukça iğneleyiciydi ama en azından düşünüyordu; bir süredir bitki gibi yaşadığı bu uyuşuk alandan iyiydi. Ardı arkası kesilmeyen bu kalabalık sayesinde kendinden kaçıyordu. Şu son birkaç gündür üzerlerine sonsuzluk giysisi geçirmiş gibi gelen dakikaların aksine, saatler çılgın bir hızla akıp geçmişti. Güzel sanatlarda okumuş, ardından öğretmen olmuştu, bütün hayatını müzelerde geçirmişti. Hatta burada, bütün öğleden sonralarını Orsay’in salonlarını arşınlayarak geçirdiği günleri gayet iyi hatırlıyordu. Bir gün buraya salon bekçisi olarak geleceğini asla tahmin edemezdi. Bu ona müzenin işleyişine dair bambaşka bir bakış açısı kazandırmıştı. Şu anki göçebeliği kesinlikle sanat dünyasına dair anlayışını zenginleştirmesini sağlayacaktı. Ama bu o kadar önemli miydi? Bir gün Lyon’a dönüp eski hayatına devam edecek miydi? Bu kesin değildi.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Hikaye
- Kitap AdıGüzelliğe Doğru
- Sayfa Sayısı208
- YazarDavid Foenkinos
- ISBN9786259938660
- Boyutlar, Kapak13,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviYan Pasaj Yayınevi / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Yer – Su Hikayeleri / Sibirya, Deşt-i Kıpçak ve Türkistan ~ Emrah Ece
Yer – Su Hikayeleri / Sibirya, Deşt-i Kıpçak ve Türkistan
Emrah Ece
Bozkırda, çölde, yüce dağlarda, taygada, göllerde veya kutsal ormanlarda… Tüm hikâyeler hayat içindir, hayatla ilgilidir ve hayattan gelir. Görünmez kanatlı tulpar atların sırtında Türkistan’ın...
- İyiler Ölmez ~ Mustafa Kutlu
İyiler Ölmez
Mustafa Kutlu
“Kapı açıldı, biri içeri girdi. Onunla beraber yağmurun kokusu, fırtınanın ayazı… Kahveci Hacı Kadir uzun süpürgenin sapına dayanarak gelene baktı. Biraz ürperdi ama renk...
- Eylül’ü Beş Geçe ~ Cezmi Ancil
Eylül’ü Beş Geçe
Cezmi Ancil
” 12 Eylül karanlığında mizah mümkün mü? Cezmi Ancil daha önce yayınlanan ” Binbaşının Düdüğü” adlı kitabı ile bunun mümkün olduğunu kanıtlamıştı. ” Eylül’ü...