Ömrün en dolu on yılı, otuzlardan kırklara varmaya çalışırken geçendir sanırım. Hayatı sorguladığın, sınırlarını zorladığın, yavaştan ağırlaşan bedenine rağmen ruhunun çılgınca hareketlendiği yıllar…
Benim için ilk yarısı bildiklerimi unutmak, geri kalanı yerlerine yenilerini koymakla geçti… Sonuna varmadan daha gerçek, daha canlı, daha özgür, daha ben gibi hissettim.
Üç ile başlayan yaşların bitişinde, yapılacak pek çok hatayı yaptım, pek çoğundan caydım… Başka kaderleri sakince izledim… Öğrendiklerim öyle kıymetliydi ki paylaşmadan edemedim… O yüzden bu kitapta ben varım, sen varsın, hepsi ben değil, hepsi sen değilsin elbet ama hepsi bizden…
Ya geçtin ya geçmek üzeresin aynı yollardan… Geçtiysen bilmiş bir tebessüm gelip yerleşecek dudağına, henüz gelmediysen ne âlâ…
Güzel Düştüm İyi Acıdı… “İçinden geçmeyi başardığın mühim elemlerin ardından nereden geldiğini bilmediğin bir çilek kokusu çeliyordu aklını… Çünkü hayatın kaldırma kuvveti vardı.” Böyle diyor Tuğba B. Çınar. Hayat yolunda umudumuzu her daim diri tutmak, kendi kalp kırıklarımıza ev yapımı merhemlerle şifa olmak için tekrar tekrar okumak ve sevdiğiniz herkesle paylaşmak isteyeceğiniz bir kitap…
Hadi Başlayalım..
Ufacık, mutlu anlar sayesinde bunca telaşın, acının ve hengâmenin ortasında, yine de gülümseyebiliyoruz. İçimizden bir ses, bir şeylere tutunup “Geçecek…” diyor. Bugün değilse bir vakit sonra… Ayakta kalmamızı sağlayan, hayatta kalmamızı sağlayan küçük, mutlu birikimlerimiz ve anlık güzelliklerin varlığı… Her şeye rağmen, vazgeçemiyorsak bir bildiğimiz vardır elbet… Çekmecenin birinden çıkan bir çocukluk fotoğrafı anı kurtarıyor bazen. Üzerinde koca yakalı, siyah bir önlük, yanı başında o zamanlar ömür boyu bir arada olacağınıza inandığın en yakın arkadaşın…
Güneşten gözler kısılmış, yüzünüzde zoraki bir gülümseme… Niye çekildiğini bile hatırlamadığın bir kare. Fotoğraf makinesinin içinde kalan son birkaç poz bitsin de bastıralım diye mi, bir bayramdı da hatırası kalsın mı istediler, kim bilir? Bir kitabın arasından düşen eski bir aşka ait kurumuş bir papatya, ummadığımız anda bizi alıp yıllar öncesine götürüyor bazen de. Birkaç yaprağı feda edilmiş, sevip sevmediği sorgulanırken… Çoktan bitmiş de olsa aşk, sadece yaşanmış olduğu için bile iyi gelir kalbe, o papatya ne zamandan beri orada durduğuna göre… Anlatmaya doyamadığımız düğün günümüz belki… Yapacak bir şey bulamayınca al başa seyrettiğimiz o şenlikli halay…
Tekirin eve ilk gelişi… Bugün miskin bir kedi olsa da aklına her düştüğünde yüzünü gülümseten, yorulmak bilmeyen minik halleri… Omuzlarındaki çillerini, lekelerini gördükçe hiçbir izi silinsin istemediğin o yaz tatili belki de. Unutulmazlar arasına kaydedilen tüm tarihler… “Hadi bir kahve içelim…” diyen bir dost sesi çekip alıyor insanı debelenip durduğu köşeden kimi zaman da… “İyi hissetmiyorum” demene fırsat vermeden telefonu kapatınca çalan kapı zili kadar ince düşünülmüş olmak nasıl da değerli… Bazen de hiç ummadığımız anda oluveren güzellikler günü kurtarıyor. Geceden sabaha çiçek açan tomurcuk, özlediğimiz birinden gelen bir mesaj, berbat bir haftanın ardından harika bir pazar kahvaltısı, hiçbir özel güne denk gelmeden gelen o armağan, onu iyileştirdiğini söyleyen sevgilin, şifa niyetine sıcacık bir ıhlamur ya da seni bekleyen minik bir not başucunda, buzdolabında, bilgisayarında, telefonunda… “İyi ki varsın…” “Uyandırmaya kıyamadım.” “Seni çok özledim.” “Yorma kendini, akşam dönerken alışverişi ben yaparım.” “Raporları tamamladığın için teşekkürler…” “Kedinin kumunu temizledim…” “Anne…” Bir anda çelme takar hüzne, gama, kasvete…
Bir fısıltı “İyi ki…” der… Hem de her şeye rağmen. Çünkü birinin aklından geçmiş olmak, geçerken senin için bir şeyler yapacak kadar seni önemsemesi nadide anlardandır hayatta… Tıpkı şahit olduğun gün doğumları gibi… İşte tam da bu yüzden, biraz olsun bulutların dağılsın diye minik notlar bırakıyorum güne… Hani elimize bir kitap alır, gözlerimizi kapatır öylesine bir sayfasını açar ve bize bir şeyler söylemesini bekleriz ya, tam da öyle… Okuyacaklarının hepsi ben değilim elbet, hepsi sen değilsin, hepsi senden değil ama hepsi içimizden, bizden. İster iyi bir gözlemci olduğumu düşün, ister çok fazla yaşanmışlığım olduğunu, hepsi kabul. Ama bir bak bakalım. Hangisi seni yakalayacak, hangi his tanıdık gelecek, hangi satır göz kırpacak sana onca lafın arasından, hangisi iyi gelecek? Hepimiz benzer yollardan geçiyoruz, benzer acılara aşinayız, aynı şeylere gülüyoruz neredeyse ve üç aşağı beş yukarı birbirine benzer çocukluklardan geçtik…
Geçmeyen yaralarımızın da büyük kısmı oradan… Hep pozitif kalmak değil amaç, hep iyi olmak değil… Sadece yol almaya niyetli olmak… Yalnız olmadığını, aynı veya çok benzer şeyleri ya yaşıyor ya da yaşamış olduğumuzu bil diye… Her ne olursa olsun, ne kadar zor olursa olsun “Geçecek…” diye ufaktan fısıldamak için bir de. Yaşanabilecek en saçma şey bile yaşanmış olsa, oradan bir mizah çıkar kendine. Gül, geç diye. İşte öyle…
Sevgiyle…
Bu hayatta,
hep kalbimin dikine gittim.
İyi, kötü vebali boynuma..
Ben saptım o yola, o hatayı ben yaptım. Sanki daha önce kimse, hiç hata yapmamış da bu eylemin miladı benmişim gibi davranmıyorum kendime epeydir. Gereksiz yüklenmiyorum… Zevkle taşıyorum yanılgılarımın izlerini. Kandıysam kandım o yalana ama yalan da söylemişimdir. O kadar da masum değilim aslında. Birbirimize göstermekten imtina ettiğimiz huylarımızın aksine allayıp pullamıyorum kendimi, neyse o… Aynı yaranın üzerine çok kez düşmüşümdür, belki de safım biraz. Bilmiyorum. Bir kere, çok büyük sevdim. Epey yüksekti düştüğüm yer. İrtifası öyle heyecan vericiydi ki her anına değerdi… Kalbin, o ritimde çarpabildiğine şahit olduysan şayet defalarca aşka düşmek istersin elbet… Sonraları öğrendim, sevda denilenin güle oynaya inilen bir yokuş olduğunu. Yüksek sesle ağladım, bağırarak şarkı söyledim ve bir meczup gibi dönüp durdum aynı derdin etrafında… Beş dakika içinde isyan, tövbe, çaresizlik ve pişmanlık, hepsini yaşadım… Düzgün, normal, alışılagelmiş görüntümün ardında ne yangınlar gizledim kimseler yadırgamasın diye. Deli diye kime denir gayet iyi bilirken aklı başında gibi yaşayıp gittim.
Kimi zaman beni yerle bir edenleri başköşede ağırladım, kimi zaman da yerle bir ettiğim kalplerde başımı sokacak yer aradım. Ben vazgeçtim o hedeften, tam ulaşıyorken hem de. Yılları ben heba ettim. Dizlerini döven de benim, ardına bakmadan yol almak isteyen de. İçimde oradan oraya tüm pişmanlıklarımı, tüm kayıplarımı ben taşıyacağım… Korkmasın kimse, yük olmam, yük etmem de. Kafası karışık olan benim… Bugün ak dediğime yarın kara diyebilirim. Hayrı ve şerri ayırt etmedeki üstün yeteneğim göz önünde bulundurulursa şaşırmayacaktır kimse… O tövbeyi ben bozdum… O günah benim. İşlemeseydim aklımda kalırdı, affedileceğini bilince bazen annesini kızdıran bir çocuk gibi şımarıyor insan işte. Edilmeyecek o lafı ben ettim, ama çıkıp “Hak etmedi!” desin birisi de… En son söylenecekleri, hiç söylenmemesi gerekenleri dilimin ucundan döndüremedim, ne yapalım? Belki de olması gereken oydu, duyulması gerekenler durdurmama müsaade etmedi, olamaz mı? Tercihlerimi sorgulatmadım, kimsenin yorumuna açmadım mevzuları. Bildiğimi okurken sanki dinliyormuşum gibi hissettirdiysem özür dilerim. Hiç dinlemedim… Söylenen ne varsa etkisinde kalmayacağım mesafede tuttum hep. Kendimi savundum kendi kurduğum mahkemelerde… Hüküm verdiğim de oldu, beraat ettiğim de… Saçmaladıklarımı önce kendime itiraf ettim, “Oldu mu bu şimdi?” diye önce kendimle dalga geçtim. Çabalarıma şapka çıkarıp vazgeçebildiklerimle gurur duyuyorum şimdi…
Hayat, kendi yolunu çizmen gereken bir macera… Başkalarının ayak izlerini takip etmeyecek kadar da kısa… Şöyle bir bak şaire şiir yazdıran manzaraya, ister iki mısra daha ekle ister kendi şiirini yaz en baştan… Sesinin nasıl olduğu kimin umurunda, belki de senin yorumun gerekli o şarkıya. Elini üzerinden hiç çekme, hiç vazgeçme senden geçmemiş hiçbir hayalinden. En büyük övgüyü de, eleştiriyi de kendine yap herkesten önce. Kimsenin insafına bırakma seni, bırakılmayacak kadar değerlisin çünkü. Kendi hikâyemi yazmayı seçtim ben, kendim olmayı… Kendim gibi sevip kendimce yanılmayı… Berbat sesime rağmen her fırsatta şarkımı söylüyorum. Hiçbir kaygıya yer vermeden, kendi devrik cümlelerimi kuruyorum nicedir. Muhtemelen yolun sonuna geldiğimde yaşanmış ne varsa hepsini seveceğim ve sırf bu yüzden biliyorum tam bitişte mutlu gideceğim…
Hep derleyip toplamaz ya insan,
hep özenmez..
Bazen koca bir günü en bol
ve tüylenmiş hırkasının içinde
geçirmek ister..
Neden mi?
Kimi geceler gün sabaha varır ama bir bakmışsın, misafirler gittikten sonra öylece bıraktığın mutfak gibi ortalık darmadağınık. Kafan, hem ufacık bir düşünceye bile yer kalmamışçasına dolu hem bomboş… İçinde ne varsa, o boşlukta duvardan duvara çarpıp, ense kökünden yükselen bir baş ağrısına sebep oluyor… Büyük bir acı desem değil, bir yenilgi desem değil… Ama içine sinmeyen, içinin almadığı bir şeyler işte… Her sabah aksatmadan yaptığın şeyleri bir kenara bırakıp elinde kahven, okumayacağını bilsen de kitabın ve diz yapmış gri eşofmanın ile kolları bedenini neredeyse iki kez kucaklayacak kadar uzamış hırkanın içinde koca bir günü gözlerini uzaklara daldırıp geçirmek gelir içinden bazen. Daha fazlası için zorlama kendini o an. Hoş geldin… Durman gereken noktadasın. Seni uzaktan uzağa, uzun zamandır süzen o duyguya bir bak alıcı gözüyle… Tüm uzuvlarındaki, çoktandır kendini hissettiren, herhangi bir hastalıktan kaynaklanmayan bu yorgunluğu bir yorumla bakalım.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Kişisel Gelişim
- Kitap AdıGüzel Düştüm İyi Acıdı
- Sayfa Sayısı184
- YazarTuğba B. Çınar
- ISBN9786050986877
- Boyutlar, Kapak13.6 x 21 cm, Karton Kapak
- YayıneviDoğan Novus / 2021