Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Günü Yaşa
Günü Yaşa

Günü Yaşa

Saul Bellow

Modern bireyin açmazlarına trajedi ve mizah duygusuyla ışık tutan Günü Yaşa, Nobel edebiyat ödüllü Saul Bellow’un başyapıtlarından biri. Aktörlük, evlilik ve iş hayatında başarısız…

Modern bireyin açmazlarına trajedi ve mizah duygusuyla ışık tutan Günü Yaşa, Nobel edebiyat ödüllü Saul Bellow’un başyapıtlarından biri. Aktörlük, evlilik ve iş hayatında başarısız olan Tommy Wilhelm, kişisel tarihini baştan aşağı sorgulamaktadır. “Bu, dünya değil; bu, bir tür cehennem” diyecek kadar umutsuzdur gelecekten. Kendi iradesiyle değiştirebileceği çok az şey olduğunu düşünmektedir. “Göğsünün içinde yanlışın sıkıca atılmış bir düğümü vardır”. Babası, kız kardeşi, karısı ve oğullarıyla ilişkisi yalnızlık ve suçluluk duygusunu daha da derinleştirir. Çektiği acıları, içinden çıkamadığı sorunları, benliğini ele geçiren yabancılaşma duygusunu aşmak için “burada ve şimdide” tutunmanın bir yolunu ararken suçluluk duygusu, bencillik, kibir ve yabancılaşmanın modern zamanları çepeçevre saran bir insanlık hali olduğunu anlar Tommy. Günü Yaşa, modern bireyin fay hatlarını sergileyen, çarpıcı bir anlatı.

“Bellow, Amerikan edebiyatının belkemiğidir.”
Phılıp Roth

“Saul Bellow, 20. yüzyıl Amerikan yazarları arasında devlerden biri, belki de tek devdir.”
J.M. Coetzee

*

I

Dertlerini saklamak söz konusu olduğunda Tommy Wilhelm bir başkasından daha az yetenekli değildi. En azından o böyle düşünüyordu ve kendisini destekleyen bazı kanıtlar vardı. Bir zamanlar oyuncuydu –yo, tam olarak değil, daha çok bir figüran– ve oyunculuk nedir, ne değildir biliyordu. Ayrıca puro içiyordu; bir insan puro içip bir de şapka taktı mı bir avantaj elde eder; ne hissettiğini anlamak daha zorlaşır. Kahvaltıdan önce mektuplarını almak için yirmi üçüncü kattan asma kattaki lobiye iniyordu; yeterince iyi göründüğünü düşünüyordu –umuyordu– işleri yolundaymış gibi. Salt umut meselesiydi bu, zira şu anki çabalarına ekleyebileceği fazla bir şey yoktu. On dördüncü katta babasının asansöre bindiğini görmeye hazırladı kendini; kahvaltıya giderken sık sık bu saatte karşılaşırlardı. Görünüşünü dert ediyorsa bunun nedeni esas olarak babasıydı. Ama asansör on dördüncü katta durmadı, aşağı doğru inişini sürdürdü. Kapı gürültüsüzce açıldı; holü kaplayan iyi serilmemiş, koyu kırmızı büyük halı Wilhelm’in ayaklarının altında dalga dalga uzanıyordu. Lobinin ön tarafı karanlık ve sakindi. Tavandan yere kadar uzanan, yelkeni andıran perdeler güneş ışığının içeri girmesine izin vermiyordu, ama dar ve uzun üç pencere açıktı; Wilhelm mavi gökyüzünde, lobinin hemen altındaki sinemanın tentelerini tutan kalın zincirlere konmak üzere olan bir güvercin gördü. Kısa bir süre kuvvetle çırpılan kanat seslerini işitti.

Hotel Gloriana’nın müşterilerinin çoğu emeklilik yaşını geçmişti. Broadway boyunca Yetmişli, Seksenli, Doksanlı sokaklarda New York’un hayli kalabalık erkek, kadın yaşlı nüfusunun büyük bir kısmı oturur. Hava çok soğuk veya yağışlı olmadıkça minik parmaklıklarla çevrili parklardaki ve Verdi Meydanı’ndan Columbia Üniversitesi’ne kadar metro boyunca sıra sıra bankları doldurur; dükkânlara, kafeteryalara, ucuzcu dükkânlara, çayhanelere, ekmek ve pasta dükkânlarına, güzellik salonlarına, okuma odalarına ve kulüp odalarına doluşurlar. Wilhelm yerinin Gloriana’daki bu yaşlı adamlar arasında olmadığını hissediyordu. Nispeten gençti; kırklarının ortasında, geniş omuzlu, cüsseli ve sarışındı; şimdiden biraz kamburlaşmış ve kalınlaşmış da olsa güçlü bir sırtı vardı. Kahvaltıdan sonra otelin yaşlı müşterileri lobideki yeşil deri koltuklara ve divanlara oturup dedikodu yapar, gazetelere göz atarlardı; günün geçip gitmesini beklemekten başka yapacak işleri yoktu. Ama Wilhelm hareketli bir hayata alışkındı; sabahları yenilenmiş bir enerjiyle dışarı çıkmayı seviyordu. Aylardır, işi olmamasına rağmen, sabahları erken kalkarak moralini yüksek tutmuştu; tıraşını oluyor, sekizde lobide arzı endam ediyordu. Babasıyla birlikte kahvaltıya gitmeden önce gazete ve birkaç puro satın alıyor ve bir veya iki Coca-Cola içiyordu. Kahvaltıdan sonra iş bakmak için kendini dışarı atıyordu. Dışarı çıkmanın kendisi başlı başına iş olmuştu. Sonunda bunu böyle daha fazla sürdüremeyeceğini anlamıştı ve bugün korkuyordu. Bu alışkanlığın bozulmak üzere olduğunun farkındaydı; çoktan içine doğan, ama henüz şekillenmemiş büyük bir sorunun kapıda olduğunu seziyordu. Akşama kalmadan öğrenecekti. Yine de her günkü izlediği yolu izledi ve lobiyi bir baştan diğerine katetti.

Gazete tezgâhına bakan Rubin’in gözleri zayıftı. Aslında köşelerinden aşağı sarkan buruş buruş gözkapaklarıyla gözleri zayıf olmayabilirdi, ama ifadeden yoksundu. İyi giyiniyordu. Bu pek gerekli görünmüyordu –zamanının çoğunda tezgâhın ardındaydı– ama yine de çok iyi giyiniyordu. Üzerinde pahalı, kahverengi bir takım elbise vardı; kol manşetleri küçük ellerini kaplayan kılları karmakarışık ediyordu. Countess Mara bir kravat takıyordu. Wilhelm yaklaşırken Rubin onu görmedi; hayallere dalmış, bulunduğu köşeden görülebilen birkaç blok ötedeki Hotel Ansonia’ya bakıyordu. Kentin bu yöredeki simge binalarından Ansonia’nın mimarı Stanford White’dı. Bina, kuleleri, kubbeleri, hava şartlarına maruz kalmaktan yeşermiş metalden silindirik ve küresel devasa yapı elemanlarıyla, demir kafes işleri ve çiçek ya da yaprak süslemeleriyle yüz defa büyütülmüş Prag ya da Münih’ten barok bir saray gibi görünür. Binanın yuvarlak üst kısmı kapkara televizyon antenleriyle doludur. Havanın durumuna göre mermer ya da deniz suyu gibi görünür; siste kayağan taşı gibi kapkara, güneş ışığında süngertaşı gibi bembeyaz. Bu sabah bina derin sudaki kendi yansıması gibi görünüyordu, üst tarafları beyaz ve üst üste binmiş yığınlar, alt tarafında çarpık çurpuk mağaramsı oyuklar. İki adam birlikte binayı seyre daldılar.

Sonra Rubin, “Babanız beyefendi kahvaltıya indi bile,” dedi.

“Ah, öyle mi? Bugün benden önce davranmış demek.”

“Gömleğiniz sansasyonel,” dedi Rubin. “Nereden, Saks’tan mı?”

“Hayır, bu bir Jack Fagman… Şikago’dan.”

Wilhelm, neşesi yerinde değilken bile alnını hoşa gidecek bir biçimde buruşturabilirdi. Yüzünün kimi yavaş ve sessiz ifadeleri çok çekiciydi. Kendinden uzaklaşmak ve gömleğine daha iyi bakmak istiyormuş gibi geriye doğru bir adım attı. Bakışlarında savruk giyimiyle eğleniyormuş gibi muzip bir ifade vardı. İyi giyinmeyi severdi, ama üzerine geçirdiği her şey ayrı bir havadan çalardı. Wilhelm güldüğünde biraz nefes nefese kalıyordu; dişleri küçüktü; yanakları gülerken yuvarlaklaşıyor ve onu yaşından daha küçük gösteriyordu. Üniversitede birinci sınıfta okuduğu, sırtına rakun kürkünden bir ceket; sarışın koca kafasına bir balıkçı şapkası geçirdiği o eski günlerde, babası, iri cüssesine rağmen ağaçtaki kuşları bile kendine meftun edeceğini söylerdi. Wilhelm hâlâ çok çekiciydi.

“Bu kumru-grisi rengi seviyorum,” dedi Wilhelm alışkanlık edindiği arkadaş canlısı, sevecen haliyle. “Yıkanabilen türden değil. Kuru temizlemeye göndermen gerekiyor. Asla yıkandığı zamanki kadar iyi kokmuyor. Ama iyi bir gömlek. On altı, on sekiz papele mal oldu.”

Bu gömleği Wilhelm almamıştı, patronunun hediyesiydi, papaz olduğu eski patronunun. Fakat bunun hikâyesini Rubin’e anlatması için bir neden yoktu. Hem belki de Rubin bunu zaten biliyordu; Rubin, kendisinden habersiz kuş uçmayan, yaprak kıpırdamayan adamlardandı. Öte yandan Wilhelm de Rubin hakkında birçok şey biliyordu; sözgelimi Rubin’in karısı, Rubin’in işi, Rubin’in sağlığı hakkında. Bunlardan hiçbirinin sözü edilemezdi, sözü edilemeyen şeylerin ağırlığı onlara konuşacak pek fazla şey bırakmıyordu.

“Doğrusu, bugün fevkalade formda görünüyorsunuz,” dedi Rubin.

Wilhelm sevinçle, “Ben mi? Gerçekten böyle mi düşünüyorsunuz?” dedi. İnanamıyordu. Yansımasını puro kutularıyla dolu vitrinde, büyük mühürler, kâğıt damaskolar, ünlü insanların, Garcia’nın, VII. Edward’ın, Büyük Kiros’un altın gofrajlı portreleri arasında gördü. Vitrin elbette karanlıktı ve görüntüyü biraz çarpıtıyordu, ama yine de iyi görünmediğini düşündü Wilhelm. Derin bir kırışık alnında, iki kaşı arasında kocaman bir parantez oluşturuyordu ve sarışın cildi üzerinde yer yer kahverengi lekeler vardı. Şaşkın, tasalı, arzulu gözlerinin ve burun delikleriyle dudaklarının vitrindeki yansıması onu eğlendirmeye başlamıştı. Sarı saçlı su aygırı! Kendini böyle görüyordu; iri, yuvarlak bir yüz, kocaman, kırmızı bir ağız, güdük dişler. Bir de şapka görüyordu. Ve tabii bir de puro. Bütün hayatım boyunca ağır işler yapmalıydım, diye düşündü. Ağır iş seni yorar ve uykunu getirir. O zaman enerjimi harcar ve kendimi daha iyi hissederdim. Bunun yerine kendimi göstermek istedim… her şeye rağmen.

Çok çaba göstermişti, ama bu ağır işte çalışmakla aynı şey değildi, öyle değil mi? Genç bir adam olarak kötü bir başlangıç yaptıysa, bunun nedeni yine bu aynı surattı. Bin dokuz yüz otuzların başlarında, dikkat çekici güzelliği nedeniyle kısa bir süreliğine onda bir yıldız kumaşı olduğu düşünülmüş, o da böylece Hollywood’un yolunu tutmuştu. Orada yedi yıl boyunca inatla bir sinema oyuncusu olmaya çalışmıştı. Yedi yıl dolmadan çok önce tutkusundan da, yanılsamasından da eser kalmamıştı, ama gururu yüzünden, belki de tembelliğinden Kaliforniya’da kalmaya devam etmişti. Sonunda, başka şeylere yönelmişti, lakin yenilgiyle sonuçlanan bu yedi yıllık sebat onu ticarete ve iş dünyasına uygunsuz bir hale getirmiş, artık bir meslek edinmek için çok geç kalmıştı. Gelişmesi çok yavaş olmuş, gittikçe gerilemiş ve içindeki enerjiden kurtulması mümkün olmamıştı; kendisine en büyük zararı veren şeyin bu enerji olduğundan emindi.

“Dün gece remide göremedim sizi,” dedi Rubin.

“Gelemedim. Nasıl geçti?”

Son haftalarda Wilhelm neredeyse her gece remi oynuyordu, ama dün gece daha fazla kaybı kaldıramayacağını anla…

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Augie March’ın Maceraları ~ Saul BellowAugie March’ın Maceraları

    Augie March’ın Maceraları

    Saul Bellow

    Nobel Edebiyat Ödüllü Saul Bellow’un yazarlık hayatında bir zirve, bir dönüm noktası olan Augie March’ın Maceraları unutulmaz bir zihinsel ve ruhsal enerji romanı. Genç...

  2. Humboldt’un Armağanı ~ Saul BellowHumboldt’un Armağanı

    Humboldt’un Armağanı

    Saul Bellow

    Nobel Edebiyat Ödüllü Saul Bellow’dan yazarlık, şiir, edebi ün ve başarı gibi meseleler ışığında Amerika’yı anlatan bir modern klasik. Bellow ömrünün son yıllarında alkolizm...

  3. Herzog ~ Saul BellowHerzog

    Herzog

    Saul Bellow

    20. yüzyılın birey üzerindeki yıkıcılığını ele alan Herzog, Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Saul Bellow’un başyapıtı olarak kabul ediliyor. Herzog, hayatı her anlamda altüst olmuş,...

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Ruh Avcısı ~ Caleb CarrRuh Avcısı

    Ruh Avcısı

    Caleb Carr

    Türünün çağdaş klasikleri arasına girmiş, müthiş bir seri katil hikâyesi. Yer, New York. Yıllardan 1896. Soğuk bir Mart gecesi, New York Times muhabiri John Schuyler Moore, arkadaşı ve bir dönem Harvard'da aynı sınıfta okuduğu psikolog, ya da 'ruh avcısı" Dr. Laszlo Kreizier tarafından East River'a çağırılıyor.

  2. Buluşma ~ Julio CortázarBuluşma

    Buluşma

    Julio Cortázar

    Çocuğumu düşünüyorum ama o uzaklarda, kilometrelerce uzakta, hâlâ güne yataklarda uyanılan bir ülkede; imgesi bana gerçek değilmiş gibi geliyor, gittikçe silikleşiyor ve ağacın yaprakları...

  3. Demir Yürek ~ Ashley PostonDemir Yürek

    Demir Yürek

    Ashley Poston

    Geçmişi olmayan bir kız Geleceği olmayan bir oğlan On yedi yaşındaki Ana’nın kaderinde aykırı olmak vardı. Hisleri olan D09 isimli bir robotla beraber uzayda...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur