Büyük düşüncelerin ardından sürekli insana, insani olana dönen bir yazardır Camus. “Bir yazarın öğrenmesi gereken ilk şey, hissettiği şeyi hissettirmek istediği şeye aktarabilme sanatıdır,” der. Okurlarına bir şeye karşı çıkmak için önce inanmak gerektiğini öğretir. Bu inancın en sağlam temellerinden biri de duyguları ve samimiyetidir. Bu samimiyet başta farklı üslupların ortaya çıktığı bir mozaik teşkil eden Günlükler’de görülür. Burada kendisiyle olduğu kadar dünyayla da yüzleşir Camus. Okuma notları, roman planları, seyahat günlükleri, aforizmalar, çarpıcı formüller; bu fragmanlar bir sanatçının portresini anlamak için elzem olmakla birlikte hayatının ve eserinin anlamını bulmaya çalışan bir insanın en önemli tanığıdırlar.
Camus’nün 1935-1959 arasında tuttuğu Günlükler, Avrupa’da hiç tanınmadığı yıllardan yaratıcılığının zirvesinde bir trafik kazasıyla ölene kadarki tüm kayıtlarını bir araya getiriyor.
“Camus okurlara kendini açıyor, sevgilerini, pişmanlıklarını, anılarını, sorunlarını, şikâyetlerini, sanat ve yazı hakkındaki fikirlerini anlatıyor.”
Kirkus Reviews
İçindekiler
GÜNLÜKLER I (Mayıs 1935-Şubat 1942) ……………………………………………………….11
GÜNLÜKLER II (Ocak 1942-Mart 1951) ………………………………………………………147
GÜNLÜKLER III (Mart 1951-Aralık 1959) ……………………………………………………359
EK …………………………………………………………………………………………………………….549
GÜNLÜKLER I
Mayıs 1935-Şubat 1942
DEFTER I
Mayıs 1935-Eylül 1937
Mayıs 35.
Demek istediğim şu:
İnsan –duygusallığa düşmeden– kaybedilmiş bir yoksulluğa nostalji duyabilir.
Sefaletle geçen birkaç sene böyle bir duyarlılık yaratmak için yeterlidir. Bu özel durumda oğulun annesine beslediği tuhaf duygu tüm duyarlılığının temelini oluşturur. Bu duyarlılığın olabilecek en çeşitli alanlarda dışa vurumu çocukluğunun altta yatan, maddi hatırasıyla (ruha yapışan bir ökse gibi) yeterince açıklanabilir.
Bunu fark edebilenler için minnet duygusu, dolayısıyla da vicdan azabı işte bundan kaynaklanır. Ve kıyaslamalı olarak, şayet sosyal ortam değişmişse, kaybedilmiş bir zenginlik duygusunun kaynağı da budur. Gerçekte fazladan verilen gökyüzü zengin insanlara doğal bir nimet gibi görünür. Fakir insanlar içinse sonsuz bir lütuf olma özelliğini geri kazanır.
Vicdan azabına zorunlu itiraf. Eser bir itiraftır, tanıklık etmem şart. Söylemem, açık açık görmem gereken tek bir şey var. O da; benim gözüme hayatın gerçek anlamı gibi görünen şeye bu yoksulluk hayatında, mütevazı veya kibirli insanların arasında, en kesin şekilde dokunmuş olduğumdur. Bunun için sanat eserleri asla yeterli olmayacaktır. Benim için sanat her şey değildir. Olsa olsa bir araçtır.
Yine hesaba katılması gereken şeyler sahte mahcubiyetler, küçük korkaklıklar, diğer dünyaya (paranın dünyasına) atfedilen bilinçsiz değer. Fakirlerin dünyasının tek olmasa bile, kendi içine kapanmış, toplum içerisinde bir ada gibi duran o nadir dünyalardan biri olduğunu düşünüyorum. İnsan bu dünyada çok az bir maliyetle Robinson’u oynayabilir. Bu dünyaya dalan kişiyle konuşurken iki adım ötedeki hekimin dairesinden “oralar” diye bahsetmek gerekir.
Bütün bunların anne ve oğul aracılığıyla dile getirilmesi lazım.
Genel hat bu.
İş belirginleştirmeye gelince her şey güçleşiyor:
1) Bir dekor. Mahalle ve sakinleri.
2) Anne ve eylemleri.
3) Oğulun anneyle olan ilişkisi.
Çözüm ne? Anne mi? Son bölüm: Oğulun nostaljisiyle hayata geçen sembolik değer???
*
Grenier : Kendimizi hep küçük görürüz. Oysa yoksullukta, hastalıkta, yalnızlıkta sonsuzluğumuzun farkına varırız. “En son siperimize kadar püskürtülmemiz gerekir.”
İşte tam olarak bu, ne eksik ne fazla.
*
Tecrübe kelimesindeki kibir. Tecrübe deneysel değildir. Tecrübe tetiklenmez. Maruz kalınır. Tecrübeden ziyade sabır. Sabrediyoruz – daha doğrusu sürünüyoruz.
Tamamen pratikte: Tecrübe bittiğinde bilge olmayız, uzman oluruz. Ama ne üzerine?
*
İki kız arkadaş: İkisi de çok hasta. Fakat birininki sinirsel: Canlanması her zaman mümkün. Diğeri ise ileri derecede verem. Hiçbir umut yok.
Bir öğleden sonra. Veremli kız, arkadaşının başucunda. Arkadaşı konuşuyor:
“Anlarsın ya, şimdiye kadar, hatta en kötü krizlerimde bile içimde hep bir şey vardı. Çok inatçı bir yaşam umudu. Bugünse sanki artık ümit edecek hiçbir şey kalmamış gibi geliyor. O kadar bezginim ki, bir daha asla ayağa kalkamayacakmışım gibi.”
İşte o zaman diğeri, gözlerinde vahşi bir sevinç pırıltısıyla arkadaşının elini tutarak: “Ah! O büyük seyahate birlikte çıkacağız.”
Aynı kişiler – veremli olan ölüm halinde, diğeri ise neredeyse iyileşmiş. Bunun için Fransa’ya gidip yeni bir yöntem denemiş.
Ve diğeri ona bunun için sitem ediyor. Anlaşılan onun kendisini terk etmiş olmasına içerliyor. Gerçekte ise onun iyileştiğini görmekten azap duyuyor. İçinde yalnız ölmeyeceğine – en sevgili arkadaşını da beraberinde sürükleyeceğine dair delice bir ümit oluşmuştu. Şimdi ise yalnız ölecek. Ve işte bunu bilmek içindeki dostluğu korkunç bir kinle besliyor.
*
Ağustosta fırtınalı gökyüzü. Yakıcı esintiler. Kara bulutlar. Oysa doğuda mavi, incecik, şeffaf bir şerit. Ona bakmak imkânsız. Varlığı gözler ve ruh için bir azap. Bunun nedeni güzelliğin dayanılmaz olması. Güzellik bizi ümitsizliğe sevk ediyor, aslında tüm zamana yaymak istediğimiz bir dakikanın sonsuzluğu.
*
Dürüst olma konusunda rahat. Çok nadir bir durum. * Komedi teması da önemli. Bizi en berbat acılarımızdan kurtaran şey, terk edilmiş ve tek başımıza olsak da aslında “başkaları”nın bizi kendi felaketimizde “saymayacakları” kadar da yalnız olmadığımız duygusudur. İşte bu anlamda mutlu dakikalarımız kimi zaman içimizin terk edilmişlik duygusuyla dolduğu ve bizi sonsuz bir hüzne gark ettiği dakikalardır. Yine bu anlamda mutluluk çoğu zaman salt kendi felaketimize acınma duygusudur. Fakirlerde çarpıcı olan – Tanrı’nın, hastalığın yanı başındaki deva gibi umutsuzluğun yanı başına da müsamahayı koymuş olması.
*
Gençken canlılardan verebileceklerinden daha fazlasını isterdim: sürekli bir dostluk, kalıcı bir heyecan. Şimdi onlardan verebileceklerinin daha azını istemeyi öğrendim: Dilsiz bir yoldaşlık. Böylece heyecanları, dostlukları, asil davranışları gözümde kusursuz birer mucize olma vasfını koruyor: Eksiksiz bir lütuf etkisi.
*
… Şimdiden çok içmişlerdi ve bir şeyler yemek istiyorlardı. Fakat yılbaşı akşamıydı ve her yer doluydu. Kovuldukları halde ısrar etmişler. Kapıya konmuşlardı. O sırada mekân sahibi hamile kadına tekmeler savurmuşlar; cılız, sarışın bir genç adam olan patron da eline bir silah alıp ateş etmişti. Mermi adamın sağ şakağına saplanmıştı. Adamın başı yaranın olduğu tarafa düşmüştü, şimdi öylece duruyordu. Alkolden ve korkudan sarhoş olan arkadaşı cesedin etrafında dans etmeye başlamıştı. Olay basit bir olaydı ve ertesi gün bir gazete haberiyle sonlanacaktı. Fakat an itibarıyla, semtin bu ücra köşesinde az önce yağan yağmurlarla yapış yapış olmuş kaldırıma düşen cılız ışık, otomobillerin upuzun ıslak kayışları, gürültülü ve pırıl pırıl tramvayların aralıklı geçişi başka bir dünyaya aitmiş gibi görünen bu sahneye kaygı verici bir boyut kazandırıyordu: Gün bitiminde sokakları gölgelerle dolan semtin yavan ve ısrarcı imgesi; daha doğrusu gelişi boğuk bir tepinme ve karmakarışık gürültülerle duyurulan meçhul ve tek bir gölge, kanlı bir zaferle yıkanmış olarak bir eczane küresinin kıpkırmızı ışığında ara ara ortaya çıktığında.
*
Ocak 36.
Pencerenin diğer tarafındaki şu bahçenin sadece duvarlarını görüyorum. Bir de üzerine ışık vuran birkaç yaprak öbeği. Daha yukarıda yine yaprak öbekleri. Daha yukarıda güneş. Ve dışarıda hissedilen bütün o sevinçli hava, dünyaya yayılan o neşe içerisinde ben sadece beyaz perdelerin üstünde oynaşan yaprak gölgelerini seçiyorum. Bir de odanın içine kurumuş otların o sarışın rayihasını sabırla yayan beş güneş ışını. Bir esinti ve gölgeler perdenin üstünde hareketleniyor. Bir bulut güneşi kapatıyor, sonra geçip gidiyor ve işte gölgelerin içinden mimozalarla dolu vazonun parlak sarısı ortaya çıkıveriyor. Bu kadarı yetiyor: Ortaya çıkan tek bir ışık ve ben bir anda karmakarışık ve sersemletici bir neşeye boğuluyorum.
Mağaramın esiri olan ben, dünyanın gölgesi karşısında yapayalnızım. Bir ocak ayı öğleden sonrası. Fakat soğuk, havanın en diplerinde gizli. Her yerde tırnakla çatlatılacak kadar narin, fakat her şeyi sonsuz bir gülümsemeyle donatan incecik bir güneş huzmesi. Ben kimim ki, yaprakların ve ışığın oyununa dahil olmaktan başka ne yapabilirim ki. Sigaramın yanıp tükenmekte olduğu o güneş ışığı, havada tüten o dinginlik ve o belli belirsiz tutku olmak. Şayet kendime ulaşmayı denesem, işte o ışığın ta en derinlerindedir. Ve şayet dünyanın sırrını ifşa eden bu narin lezzeti anlamayı ve tatmayı denesem, evrenin derinliklerinde bulduğum şey kendimdir. Kendim, yani beni dekordan kurtaran o aşırı heyecan. Birazdan diğer şeyler ve insanlar beni yeniden ele geçirecek. Fakat önce izin verin zamanın kumaşından şu dakikayı kesip alayım, tıpkı başkalarının sayfaların arasına çiçek sıkıştırması gibi. Onlar sayfaların arasında aşkın kendilerine şöyle bir dokunup geçtiği bir gezintiyi saklarlar. Ben de geziyorum, fakat beni okşayan bir tanrı. Hayat kısa ve vakit kaybetmek günah. Ben bütün gün vakit kaybediyorum, oysa başkaları benim çok faal olduğumu söylüyor. Bugün bir ara verdim ve kalbim kendi kendisiyle buluşmaya gitti.
Şayet içimi sıkan bir kaygı varsa, o da bu ele gelmeyen ânın parmaklarımın arasından cıvadan boncuklar gibi kayıp gittiğini hissediyor olmak. Dünyadan ayrılmak isteyenleri bırakın. Ben artık şikâyet etmiyorum, zira kendi doğuşumu izliyorum. Ben bu dünyada mutluyum, çünkü benim krallığım bu dünyaya ait. Geçen bulut ve soluklaşan an. Kendimin kendime ölümü. Sevilen bir sayfasından açılan kitap. Bugün dünyanın kitabı karşısında ne de yavan. Acı çekmiş olduğum doğru mu, acı çektiğim doğru değil mi; ve bu acı, bu güneşe ve bu gölgelere,
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Günlük
- Kitap AdıGünlükler 1935-1959
- Sayfa Sayısı560
- YazarAlbert Camus
- ISBN9789750764400
- Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Attila İlhan’la Hayatın İçinden ~ Erol Manisalı
Attila İlhan’la Hayatın İçinden
Erol Manisalı
Ben onun sanki “ağlama duvarıyım.” Ne garip! O da benim ağlama duvarım sanki. Ben de hiç kimseyle konuşamadıklarımı onunla konuşuyorum. Ne büyük özgürlük, ne...
- Günlük 1959-1969 – 2. Cilt ~ Witold Gombrowicz
Günlük 1959-1969 – 2. Cilt
Witold Gombrowicz
“…yıllar geçtikçe, benim sözlerim, bu yazılı sözler, benimle ilgilerini gittikçe yitirmeye başlamış gibi görünüyor, artık onlar öyle uzakta, yabancı dillerde, kendi gözlerimle nadiren gördüğüm...
- Savaş Günlükleri ~ George Orwell
Savaş Günlükleri
George Orwell
Ama bizim gibi insanların, durumu sözde uzmanlardan daha iyi anlamasının sebebinin, belirli olayları öngörmekten çok, ne tür bir dünyada yaşadığımızı kavramak olduğunu düşünüyorum. Ne...