Büyük serüvenlerin büyük yazarı Jack London, bizi yüzyıl öncesinin dalgalı denizlerine götürüyor. 19. yüzyılın sonlarında ve 20. yüzyılın başlarında Pasifik bölgesindeki değişik ada topluluklarında ve teknelerde geçen Güney Denizi Hikâyeleri’nin çoğunluğu yazarın görgü tanığı olduğu gerçek olaylardan esinlenmiş. Kişisel deneyimlere dayanan anlatıların gücüyle aktarılan bu hikâyeler, sömürgeler çağındaki Pasifik ülkelerini, emperyalizmle egzotik ortamın arasındaki ilişkiyi ve bölgenin zorlu tropikal koşullarını irdeliyor.Sömürgecilerin, kaçırılıp köle olarak satılan Güney Denizi adalılarına taktıkları adla karatavuklar, topraklarını işgal eden tamahkâr ve dolandırıcı Batılı tacirlerle başa çıkmak zorundaydılar.
İlk bakışta adalardaki yerli halkın kurban, yabancıların da zorba olduğu bu coğrafyada, ezilen adalılar sonunda zorbalığa isyan edip efendilerini öldürmeye, mallarını çalmaya kalkınca işler tersine dönmüştü. Hiçbir şey ve hiç kimse ne tam siyah ne de tam beyazdı; Güney Pasifik bölgesinin tartışılmaz gerçeğiydi bu.“Onun kadar maceraperest ve eylem adamı pek az yazar vardır… Kısa hikâyelerindeki mükemmellik neredeyse unutuldu.”George Orwell
İçindekiler
Gurur Evi………………………………………………………………… 11
Cüzamlı Koolau ……………………………………………………….. 29
Elveda Jack………………………………………………………………. 49
McCoy’un Tohumu…………………………………………………… 61
Mapuhi’nin Evi ………………………………………………………… 99
Kâfir……………………………………………………………………… 127
Mauki……………………………………………………………………. 153
Güneşin Oğlu ………………………………………………………… 173
Fuatino Şeytanları …………………………………………………… 199
Güneşin Tüyleri………………………………………………………. 233
Makaloa Hasırı Üzerinde………………………………………….. 261
Ah Kim’in Gözyaşları………………………………………………. 293
Kahekili’nin Kemikleri …………………………………………….. 313
Kavalkemikleri ……………………………………………………….. 343
Alice Ruhunu Açınca ………………………………………………. 375
Kırmızı………………………………………………………………….. 399
GURUR EVİ
Percival Ford niçin buraya geldiğini düşünüyordu. Dans etmezdi. Askeriye insanlarını da pek sevmezdi. Gerçi Seaside’ın geniş verandasında süzülüp dönenlerin hepsini tanıyordu – yeni kolalanmış beyaz üniformalarının içindeki subayları, siyah beyaz giyinmiş sivilleri, omuzları ve kolları çıplak kadınları. Honolulu’da geçirdiği iki yıldan sonra Yirminci Ordu Alaska’daki yeni garnizonuna gidiyordu ve adalardaki mühim adamlardan biri olan Percival Ford subayları ve eşlerini eli mahkûm tanıyordu.
Fakat tanımak ve sevmek arasında engin bir uçurum vardı. Subay eşleri onu birazcık korkutuyordu. Bunlar onun en sevdiği kadınlardan, yani yaşlı hanımlardan, kız kurularından, gözlüklü bakirelerden, kilise, kütüphane, anaokulu komitelerinde tanıştığı, bağış veya nasihat için süklüm püklüm yanına gelen farklı farklı yaşlardaki ağırbaşlı kadınlardan hayli farklıydı. O, kadınlara üstün zekâsı, büyük serveti ve Hawaii’nin ticari baronluğu içindeki yüksek mevkisi sayesinde hükmediyordu. En azından onlardan hiç korkmuyordu. Cinsiyet onlarla bir sorun teşkil etmiyordu. Evet, mesele buydu. O kadınlarda hayatın kendini dayatan iğrençliğinden farklı bir şeyler, belki de daha fazlası vardı. Zor beğenen biriydi, bunu o da kabul ediyordu. Açık omuzları, çıplak kolları, doğrudan ona bakan gözleri, canlılıkları ve meydan okuyan dişilikleriyle bu subay eşleri de onun hassasiyetlerine dokunuyorlardı.
Hayatı hafife alan, ömürlerini içki ve sigara içip küfrederek geçiren, insan teninin temel iğrençliğini en az eşleri kadar utanmazca insanın gözüne sokan subaylarla da iyi anlaştığı söylenemezdi. Subayların yanında kendini hep rahatsız hissederdi. Onlar da rahatsız görünürlerdi. Kendisine bıyık altından güldüklerini, acıdıklarını ya da tahammül etmek durumunda kaldıklarını düşünürdühep. Ayrıca, sırf varlıklarıyla sanki ondaki bir eksikliği ilan ediyor, kendilerinde olan fakat onda olmayan, hani bunun için de Tanrı’ya şükrettiği o eksikliği akla getiriyorlardı. Peh! Tıpkı kadınları gibiydiler!
Doğrusu Percival Ford ne erkeklerle ne de kadınlarla arası iyi olan bir adamdı. Ona şöyle bir bakmak bunun sebebini anlamaya yetiyordu. Sağlam bir bünyeye sahipti, bırakın hastalığı hafif rahatsızlıklarla bile yüz göz olmuşluğu yoktu. Fakat onun eksiği canlılıktı. Negatif bir organizmaydı. O uzun ve dar surat, o ince dudaklar ve küçük, keskin gözler şevkli bir kanla beslenmiş, şekillenmiş olamazdı. Toz rengi, düz ve seyrek pırasa saçları da, tıpkı düzgün biçimli, gagayı andıran burnu gibi, özündeki pintiliği yansıtıyordu. Yavan kanı onu hayatta birçok şeyden mahrum bırakmış, sadece bir konuda aşırıya kaçmasına müsaade etmişti, o da doğruluktu. Doğru davranış üzerine sürekli kafa yoruyor, endişe ediyordu. Sevip sevilmek alelade insanlar için ne kadar gerekliyse, doğru olanı yapmak da kendi tabiatı için o kadar gerekliydi. Verandayla kumsal arasındaki keçiboynuzu ağaçlarının altında oturuyordu. Bakışları dans edenlerin üzerinde gezindi, sonra başını çevirip denize doğru, yumuşak sesler çıkaran dalgaların üzerinden ufkun dibinde yanan Güneyhaçı’na baktı. Kadınların çıplak omuzlarından ve kollarından rahatsız olmuştu. Bir kızı olsaydı buna asla ama asla izin vermezdi. Ama varsayımı tamamen soyuttu. Bu düşünce silsilesine bir kız çocuğunun görüntüsü eşlik etmemişti. Kolları ve omuzlarıyla bir kız çocuğu gördüğü yoktu. Bunun yerine, uzak evlilik ihtimaline gülümsedi. Otuz beş yaşındaydı ve herhangi bir aşk deneyimi yaşamadığından buna efsanevi değil, hayvani bir şey olarak bakıyordu. Herkes evlenebilirdi. Şeker plantasyonlarında ve pirinç tarlalarında çalışan Japon ve Çinli işçiler evleniyordu. Bunlar istisnasız, ilk fırsatta evleniyorlardı. Çünkü hayat terazisinde çok aşağıdaydılar. Yapabilecekleri başka bir şey yoktu. Askeriyedeki erkekler ve kadınlar gibiydiler. Oysa onun hayatında başka şeyler, daha yüce şeyler vardı. Onlardan farklıydı, hepsinden. Dünyaya geliş biçiminden gurur duyuyordu. Aşağılık bir aşk ilişkisinin sonucunda doğmamıştı. Yüce görev fikri ve bir davaya adanmışlıktı onun vücut bulmasını sağlayan. Babası aşk için evlenmemişti. Aşk, Isaac Ford’un aklını asla karıştıramamış bir çılgınlıktı. Hayatın çağrısını kâfirlere iletmesi için gelen davete yanıt verdiğinde, o zamana kadar evliliği ne düşünmüş ne de arzulamıştı. Bu konuda babasıyla birbirlerine benziyorlardı. Fakat Misyonerler Kurulu’nun eli sıkıydı. New England tutumluluğuyla ölçüp tartmış ve evli misyonerlerin kişi başı daha az maliyetli ve daha etkili olduklarında karar kılmıştı. Böylece kurul, Isaac Ford’a evlenmesini emretmişti. Üstelik ona bir de eş tedarik etmişti. Aklında evlilik düşüncesi taşımayan, sadece kâfirlerin arasında Tanrı’nın işini yapmaya niyetli bir başka tutucu ruh. Birbirlerini ilk kez Boston’da gördüler. Kurul onları bir araya getirmiş ve her şeyi ayarlamıştı. Hafta bitiminde evlenmiş, Horn Burnu çevresindeki uzun yolculuğa başlamışlardı.
Percival Ford böylesi bir birlikteliğin meyvesi olduğu için gurur duyuyordu. Asil doğmuştu ve kendini manevi bir aristokrat olarak görüyordu. Babasıyla da gurur duyuyordu. Onun için bir tutkuydu bu. Isaac Ford’un dik ve mağrur endamı gururuna işlemişti. Masasında Tanrı’nın o neferinin bir minyatürü dururdu. Yatak odasında, Isaac Ford’un krallık yönetiminde başbakanlık yaptığı zamanlarda resmedilmiş bir portresi asılıydı. Gerçi Isaac Ford hiçbir zaman makama veya dünyevi servete göz dikmemişti, aksine bir başbakan ve sonrasında bir bankacı olarak misyonerlik davasına çok daha büyük hizmetlerde bulunmuştu. Almanlar, İngilizler ve diğer tüm tüccarlar Isaac Ford’a paragöz bir bezirgân diye dudak bükmüşlerdi fakat o, yani oğlu, onu başka türlü biliyordu. Toprak mülkiyetinin tabiatına ve önemine dair en ufak fikirleri olmaksızın derebeylik sistemlerinden birdenbire çıkıveren yerlilerin kendilerine ait hektarlarca toprağın parmaklarının arasından kayıp gitmesine müsaade ettikleri zamanlarda, tüccar topluluğuyla avları arasına girip verimli, geniş arazileri elde eden kişi Isaac Ford’du. Tüccar topluluğunun onun hatırasından hoşlanmaması şaşılacak bir şey değildi. Ama o devasa servetine asla kendi malı gibi bakmamış, kendini Tanrı’nın vekilharcı olarak görmüştü. Gelirleriyle okullar, hastaneler ve kiliseler inşa ettirmişti. Fiyat düşüşünden sonra şekerin yüzde kırk kâr getirmesi, kurduğu bankanın büyüyüp bir demiryolu şirketine dönüşmesi ve bunların yanı sıra dönümünü bir dolardan satın aldığı elli bin dönümlük Oahu meralığının her on sekiz ayda bir, dönüm başına sekiz ton şeker vermesi de onun kabahati değildi. Hayır, Isaac Ford hakikaten de Adliye Binası’nın önündeki Birinci Kamehameha1 heykelinin yanına heykeli dikilecek yiğitlikte bir insandı, Percival Ford böyle düşünüyordu. Isaac Ford göçüp gitmişti ama o, onun oğlu, aynı ustalıkla olmasa da değişmez bir kararlılıkla hayır işlerini yürütmeye devam ediyordu.
Gözlerini yeniden verandaya çevirdi. Bellerine ot püsküllerinden kuşaklar dolamış yerlilerin hayâsız hula danslarının, kendi ırkından kadınların açık saçık danslarından ne farkı var, diye sordu kendi kendine. Esasen bir fark var mıydı? Yoksa bir seviye meselesi miydi bu?
Bu sorun üzerine kafa yorarken omzuna bir el dokundu.
“Merhaba Ford, ne yapıyorsun burada? Burası senin için biraz fazla şenlikli değil mi?”
“İzlerken bile hoşgörülü olmaya çalışıyorum, Dr. Kennedy,” diye yanıtladı Percival Ford ağırbaşlılıkla.
“Oturmaz mısın?”
Dr. Kennedy ellerini sertçe çırparak oturdu. Beyaz elbiseli bir Japon hizmetçi çabucak yanına koştu.
Kennedy viski soda söyledi. Yanındakine dönüp, “Sana sormuyorum elbette,” dedi.
“Ama bir şey alacağım,” dedi Ford katiyetle. Doktorun gözlerinde şaşkınlık vardı, hizmetçi bekledi. “Çocuğum, bir limonata lütfen.”
Doktor bunu kendisine yapılmış bir şaka sayıp içtenlikle güldü, sonra hau ağacının altındaki müzisyenlere bir göz attı.
“Vay, Aloha Orkestrası bu,” dedi. “Salı geceleri Hawaii Otel’de çaldıklarını sanıyordum. Herhalde orada bir tartışma çıktı.”
Gözleri bir anlığına durakladı ve bütün çalgıların eşliğinde bir Hawaii şarkısı söyleyip gitar çalan adamın üzerinde kaldı.
Şarkıcıya baktıkça yüzü ciddileşti, arkadaşına döndüğünde hâlâ ciddiydi.
“Baksana Ford, Joe Garland’ın üstüne gitmeyi bıraksan ya artık. Terfi Komitesi’nin onu sörf tahtası işi için Birleşik Devletler’e yollamasına karşı olduğunu biliyorum ve seninle bu konuda konuşmak istiyordum. Onun ülkeden ayrılmasına memnun olacağını düşünmüştüm. Adama ettiğin eziyetin sonlanması için de iyi bir yol olurdu bu.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıGüney Denizi Hikâyeleri
- Sayfa Sayısı432
- YazarJack London
- ISBN9789750741197
- Boyutlar, Kapak13x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Yetenek – Yedi Krallık Üçlemesi – 1. Kitap ~ Kristin Cashore
Yetenek – Yedi Krallık Üçlemesi – 1. Kitap
Kristin Cashore
Ölümcül Bir Yetenek Yedi Krallığı Yıkabilecek Bir Sır Sıradışı hünerlerle doğan insanlardan korkulan ama aynı zamanda güçlerinin sömürüldüğü bir dünyada Katsa, kendisinin bile tiksindiği...
- Babamı Kim Öldürdü ~ Edouard Louis
Babamı Kim Öldürdü
Edouard Louis
Birtakım iç hesaplaşmalar içindeki yazar uzun zaman sonra çocukluğunun geçtiği, küçük, çirkin bir Fransız kentinde yaşayan babasını ziyarete gider. Karşısında bulduğuysa, erkeklerin duygularını bastırması...
- Risk Mevsimi Etik Vampir Serisi – 3 ~ Susan Hubbard
Risk Mevsimi Etik Vampir Serisi – 3
Susan Hubbard
Salman Rushdie’nin bu sürükleyici romanı, kendini, “Ana rahmine düştüğüm andan itibaren, başka bir boyuttan, zaman tünelinden gelen bir ziyaretçi gibi dünyadan ve üzerindeki her...