Jack London’ın genç yaşta tanıştığı Güney Denizleri’nde yaptığı yolculuklardan izler taşıyan Güneşin Oğlu ve Güneşin Tüyleri isimli bu iki öyküsü odağına David Grief’i alıyor.Varlıklı işinsanı David Grief, zorbalar, korsanlar ve dolandırıcılarla tehlikeli bir oyun içinde. Grief’in kimi zaman ölümle burun buruna geldiği Polinezya ve Güney Pasifik’in tekinsiz sularında dalgalara meydan okurken peşinde olduğu tek bir şey var, o da macera. Denizin kötü adamlarını avlamanın hazzına bağımlı bu altın tenli milyoner için tropik maceralar, şehirde akan milyonlarla kıyaslanamayacak kadar değerli.
İçindekiler
Güneşin Oğlu ………………………………………………………….. 11
Güneşin Tüyleri………………………………………………………… 35
GÜNEŞİN OĞLU
I
Willi-Waw kıyı resifi ve dış resif arasındaki geçitte demirlemişti. Kıyıya vuran tembel bir dalganın hafif mırıltıları geliyordu dış resiften, ama ezilmiş mercanlardan oluşan beyaz kumsalının en fazla yüz metre açığındaki kuytu su şeridi cam gibi pürüzsüzdü. Geçit dardı ve Willi-Waw geçidin en sığ yerine demir atmıştı, yine de zinciri otuz metre derine uzanıyordu. Zincirin suyun dibindeki canlı mercan tabakasının üzerinde izlediği yol suyun üzerinden görülebiliyordu. Paslı, gevşek zincir okyanusun tabanında devasa bir yılan gibi dolanıyor ve sonunda hareketsiz duran demirin ucuna ulaşıyordu. Boz renkli, benekli, iri kaya morinaları ihtiyatla mercanın ötesinde berisinde oynaşıyordu. Bir de acayip şekillere ve renklere sahip başka balıklar vardı. Büyük bir köpekbalığı akıntının etkisiyle yanlarından hantalca geçerek, kaya morinalarının pek sevdikleri yuvalarına sıvışmalarına yol açtığında bile bu acayip balıklar kayıtsızca salınmaya devam ediyorlardı.
Bir düzine siyah, güvertenin ön kısmında hantal hareketlerle, tik ağacından korkulukları temizlemeye çalışıyordu. Bu işte maymunlar gibi acemiydiler. Doğrusu fazlasıyla irikıyımlardı, tarihöncesi zamanlardaki maymunlara benziyorlardı. Gözlerinde maymunların mızmız hüznü vardı, yüzleri maymunlardan daha orantısız ve vücutları onlardan daha çıplaktı çünkü ne tüyleri vardı ne de kıyafetleri. Ama öyle süslüydüler ki en fiyakalı maymun bile onların yanında sıradan kalırdı. Kulaklarındaki deliklerde kısa kil pipolar, kaplumbağa kabuğundan halkalar, kocaman ahşap takozlar, paslı demir çiviler ve boş tüfek fişekleri taşıyorlardı. Kulaklarındaki en ufak delik bir Winchester tüfeğinin namlusunun çapı kadardı; en büyük deliklerin çapı santimetrelerce genişlikteydi ve bütün kulaklarda ortalama üç ila altı delik oluyordu. Burunlarına cilalı kemikten veya taşlaşmış kabuktan çiviler ve çuvaldızlar batırmışlardı. Birinin göğsünde beyaz bir kapı tokmağı asılıydı, bir diğeri ise göğsüne porselen fincan kulbu asmıştı, başka birinin göğsünden bir çalar saatin pirinç çarkı sarkıyordu. Tuhaf, tiz seslerle çene çalıyorlar ve hep beraber bir beyaz denizcinin tek başına yapacağı işi bile yapamıyorlardı.
Yelkenlinin kıç tarafında, bir tentenin altında iki beyaz adam vardı. İkisi de üç kuruşluk fanilalar giymiş ve bellerine birer kuşak dolamıştı. Kuşaklarının üstünde birer revolver ve tütün kesesi duruyordu. Derilerinde sayısız ter damlacıkları görünüyordu. Damlalar yer yer bir araya gelip minik dereler gibi ısınmış güvertenin üzerine akıyor ve akar akmaz buhara dönüşüyordu. Sıska, kara gözlü adam alnında biriken terleri sildi ve bezgin bir küfür eşliğinde yere savurdu. Yorgun argın ve umutsuzca, dış resifin üzerinden önce deniz tarafına, sonra da sahil boyunca uzanan palmiyelerin tepelerine uzun uzun baktı.
“Saat daha sekiz, ama sabahın bu vaktinde cehennem bile bu kadar sıcak olmaz,” diye yakındı. “Keşke biraz esse. Acaba hiç kurtulamayacak mıyız buradan?”
Bilge birinin devasa alnına ve soysuz birinin içe göçük çenesine sahip, yirmi beş yaşında, narin bir Alman olan diğer adam cevap verme zahmetine girmedi. Sıtma ilacını bir tütün kâğıdına boşaltmakla meşguldü. İlacın üç buçuk gram kadarını kâğıda sıkıca sardıktan sonra ağzına atıp susuz yutuverdi.
“Keşke biraz viskim olsaydı,” diye iç geçirdi ilk adam on beş dakikalık bir sessizlikten sonra.
Bir on beş dakika daha benzer bir sessizlik içinde geçti ve Alman kayıtsızca şöyle dedi: “Bu sıtma beni mahvetti. Sydney’e varınca seni bırakacağım Griffiths. Tropiklerden gına geldi artık. Ne akla hizmet seninle çalışmak için anlaştım, bilmem.”
“Pek de ikinci kaptanlık yaptığın söylenemez,” diye cevap verdi sıcaktan piştiği için konuşması da kendiliğinden hararetlenen Griffiths. “Seni gemime aldığımı söyleyince Guvutu Sahili’ndeki herkes gülmekten kırıldı. ‘Ne? Jacobsen mi? Ondan bir şişe ucuz cini veya sülfürik asidi bile saklayamazsın, hemen kokusunu alır,’ dediler. Helal olsun, namına gölge düşürmedin. Erzakıma dadandığın için iki haftadır ağzıma bir damla içki girmedi.”
“Sendeki humma da bendeki kadar berbat olsaydı, halimden anlardın,” diye sızlandı ikinci kaptan.
“Neyse, çok da dert etmiyorum bunu,” diye cevapladı Griffiths. “Benim derdim başka. Tanrı bana bir yudum içki ya da hafif bir esinti ya da ne bileyim bir şey göndersin işte. Hissediyorum, yarın yine çok fena ateşim çıkacak.”
İkinci kaptan ona ilacı uzattı. Griffiths kendine bir doz hazırlayıp kuru kuru yuttu.
“Tanrım! Tanrım!” diye inledi. “Bir yerlerde insanların sıtma ilacı içmeden yaşadığı bir diyar düşlüyorum. Şeytanlar götürsün bu mereti! Ömrüm bunu yutmakla geçiyor.”
Griffiths rüzgâra dair bir işaret görmek için yeniden deniz tarafına baktı. Her zamanki ticaret rüzgârı bulutları yoktu ve ufuk çizgisinin biraz üstünde olmasına rağmen güneş gökyüzünü kızgın bir levhaya çevirmişti. İnsan bu sıcaklığı hissedebildiği gibi görebiliyordu sanki. Griffiths kıyı tarafına bakarak onu biraz olsun rahatlatacak belirtiler aramaya koyuldu. Beyaz sahil göz kürelerine yakıcı bir ağrı saplıyordu. Sık ormanın serinletmeyen yeşilinin önünü çevreleyen, kımıltısız palmiye ağaçları kartondan bir manzara gibi görünüyordu. Güneşten çarpılan Griffiths, kumun ve güneşin göz kamaştırıcı sıcağı içinde oyunlar oynayan siyah çocukları gördükçe bunu kendisine bir hakaret, bir saygısızlık sayıyordu. Çocuklardan biri koşarken takılıp ılık deniz suyunun içine dörtayak üstü düşünce Griffiths’in içi biraz olsun rahatladı.
Güvertenin ön kısmındaki siyahlardan gelen bir haykırış iki adamın da o tarafa bakmalarına neden oldu. Karanın Willi-Waw’a yakın ucunda, çeyrek mil uzakta, resifin kenarından kendilerine doğru kürek çekerek yaklaşan uzun, siyah bir kano gördüler.
“Yandaki koydan gelen Gooma oğlanları bunlar,” dedi ikinci kaptan.
Siyah tayfalardan biri, çıplak ayakları acıyı hiç hissetmiyormuşçasına bir aldırmazlıkla sıcak güverteyi arşınlayarak kıç tarafına geldi. Griffiths bunu da şahsına yapılmış bir hakaret saydı ve gözlerini kapattı. Ama çok geçmeden gözlerini kocaman açtı.
Çünkü siyah tayfa, “Gooma’lıların arasında beyaz sahip durmak,” demişti.
İki adam da ayağa fırlamış, kanoya bakıyorlardı. Kanonun kıç tarafında, beyaz bir adamın hemen tanıdıkları geniş şapkasını görebiliyorlardı. Yıldırım hızıyla hücum eden telaş, ikinci kaptanın yüzünden açık seçik okunuyordu.
“Grief bu,” dedi.
Griffiths uzun uzun baktıktan sonra adamın Grief olduğuna emin oldu, sonra hiddetli bir küfür savurdu.
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Öykü
- Kitap AdıGüneşin Oğlu
- Sayfa Sayısı64
- YazarJack London
- ISBN9789750752643
- Boyutlar, Kapak13x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Arzuda Bir Sapma ~ Mehmet Erte
Arzuda Bir Sapma
Mehmet Erte
Zamanı, olay ve durumları en küçük parçalarına kadar bölen, bir göz kırpma süresi içine nice ayrıntı sığdıran, çözümleyici bir dil. Çözdükçe ötekiyle ilişki kurmanın,...
- O Sonbahar, O Kış ~ Kâmil Erdem
O Sonbahar, O Kış
Kâmil Erdem
Varışsız yollar, yok yolcular, yarım kalan yarınlar, kırık segâhlar, acı ve kahır dolu bir geçmişten süzülerek gelen zamanın ağır aktığı deltalar… Kâmil Erdem her...
- Tarihte Yaşanmamış Olaylar ~ Ülkü Tamer
Tarihte Yaşanmamış Olaylar
Ülkü Tamer
Portekizliler, ateş saçan sopalarla yola çıkınca eski Mısır’ın piramitlerini aydınlatıyor güneş. Kızılderililer, büyüleyici düşler görürken Çin Seddi’nde uzun bir koşuya çıkıyor genç adamlar. İvan...