Bahar Eriş, modern zamanların Sylvia Plath’ı olan Zeynep’in hikâyesini içe işleyen bir duyarlılıkla kaleme alıyor. Okuru kimi zaman eğlenceli, kimi zaman hüzünlü ama ne olursa olsun umutlu bir yolculuğa çıkarıyor.
İnsan ruhunun küçük kusurlarını ince bir mizahla işlerken, arka planda kendisiyle yüzleşen, kendisini yeniden inşa eden bir kadının zaman içindeki dönüşümünü büyüleyici bir kameradan yansıtıyor.
Zeynep, insanın farklı kimliklerini bulmasının
yollarını ararken, acıyı, melankoliyi, içimizde taşıdığımız ve sonra birbirimize aktardığımız üzüntüleri, adım adım yol alarak, kabuk değiştirerek, kendimizi gerçekleştirme çabasıyla dönüştürebileceğimizi gösteriyor.
Güneş ışığından örülmüş bir eldivenle yaşama dokunulabilir mi? Dokunulur, evet.
Bahar Eriş, ilk romanındaki her cümlesiyle bunu yapıyor.
BUGÜN
Her kışın yüreğinde titreyen bir bahar vardır.
Halil Cibran
Buz gibiliğine inat güneşli bir bahar günüydü. Taksilerin değişim saati olduğu için önümde durmaya tenezzül etmeyen şoförlerin kaprisini çekmek yerine Zincirlikuyu’dan Teşvikiye’ye yürümeye karar verdim. Düşünmek için de iyi bir fırsatu. Yürümek düşünmekti. “Yürüyorum, öyleyse varım” diye bir cümle var mı acaba? Kesin vardır. Tarih bu kadar doğru bir tespiti atlamış olamaz.
İç sesimle konuşa konuşa kırk dakikada Zincirlikuyu’dan Teşvikiye’ye varmıştım. Yürüdükçe yüzlerdeki kırışıklıklar azalmış, bedenler incelmiş, kılık kıyafet sınıf atlamıştı. Soğuğa rağmen kafelerin önü tıklım tıklımdı. Anlaşılan güneş herkesi aldatmayı başarmıştı.
Can’la hep kahvaltı yaptığımız kafeye geldim. Burası sokağın içinde, çılgın kalabalıktan nispeten uzak bir yerdi. Dışarıdan kafe olduğu anlaşılmıyordu, apartmanı andıran bir girişi vardı. Üç basamak, düzlük, sonra beş basamak daha çıktıktan sonra karşında siyah, devasa, ağır bir kapı beliriyordu. Kapı, karanlığına tezat, ferah, geniş, yemyeşil bir bahçeye açılıyordu.
Her zamanki masamıza baktım. Prize ve tuvalete yakın bu masa benim gibi pratik ruhlar için biçilmiş kaftandı. Boş olduğunu gördüğümde tüm ihtiyaçlarımın karşılanacağı düşüncesiyle içim sevinçle dolardı. Bugün de öyle oldu, çünkü masamız boştu. Yürümekten yorgun düşen bedenimi gülümseyerek rahat koltuğa bıraktım.
Kahve siparişi için garsonu beklerken yan masadan bir erkek sesi yükseldi:
“Kızım bu nasıl dudak dolgusu ya? Dolgu değil, dolduruşa gelmek bu resmen.”
Altmış yaşlanında, iriyarı, esmer adam kendi esprisine kahkahalarla güldü. Ağır makyajlı, frapan giyimli genç kız, telefonunun kamerasından dudaklarını incelerken adama bakmadan cevap verdi:
“Aman Cemoooşşş, uzatma.”
“Şu hale bak. Yüzünde dudak var gibi değil, dudağında yüz var gibi. Berbat yapmış bu sefer kan. Ördek dudak falan değil, bildiğin ördek olmuşsun. Yola çıksan ördek yavruları seni anası sanıp peşine takılır.”
Kız adamın bu sözlerini umursamış görünmüyordu:
“Amaaan, iner şişi iki güne, boş ver.”
Kendini incelemeyi bırakıp sandalyesinin köşesine astığı, üzerinde her biri nal boyutunda Y, S ve L harfleri olan zincirli çantayı masanın ortasına koydu. Çantaya doğru eğilerek üç kez öpücük gönderdi. Bu bir çeşit ritüel olmalıydı. “Varlığım lüks varlığına armağan olsun ivsenloğan” mı?
“Yeni çantamı beğendin mi Cemoş?”
Kendisine çamaşır yumuşatıcısı gibi hitap edilmesinden rahatsız görünmeyen adam, küçük çantayı eline alıp üzerindeki harfleri yüksek sesle okudu:
“Yeee-Seee-Leee. Yerim Senin Lüksünü.”
Bir kez daha kendi esprisine kahkahalarla güldükten sonra ciddileşip kıza çıkıştı:
“Sen daha geçen hafta kendine çanta almadın mı yavrum? Para yetiştiremiyoruz maşallah.”
Yavrum mu? Adam kızdan yaşça epey büyüktü. “Yavrum” dediğine göre muhtemelen dedesi ya da babasıydı. Zaten kıza başta da “kızım” diye hitap etmişti. Etimoloji ilgi alanım olduğu için fırsattan istifade cep telefonumdan sözlük açtım. Yavru kelimesinin TDK sözlüğünde dört karşılığı vardı: 1. Yeni doğmuş hayvan ya da insan. 2. Çocuk, evlat. 3. Bir şeyin küçüğü. 4. Güzel, alımlı genç kız.
Adamınki “çocuk, evlat” anlamına gelen yavrum olmahydı. Bu çağda bazı gençler babalarına kendi ismiyle hitap ediyordu. Biz düz “baba” derdik. Düz lise gibi, sıkıcı. Yine de kafamdaki çarkıfelek çarkının dili nedense “çocuk, evlat❞ ile “güzel, alımlı genç kız” arasında gidip geliyordu. Sevgili de olabilirlerdi, sonuçta yetişkin insanlardı ve tercihleri sadece kendilerini ilgilendirirdi. Bunları düşündüğüm için kendimi sakil hissettim. Ama merak etmiştim işte. Eğlence olsun diye zihnimde papatya falı bakmaya karar verdim: Kızı, sevgilisi, kızı, sevgilisi, kızı, sevgilisi, kızı… Kızı. Evet, kızı olmalı.
Kız masanın diğer tarafına uzanıp Cemoş’un dudağına bir öpücük kondurdu. Papatya falları da siyasetçiler gibiydi, asla güven olmuyordu.
“Cem, bana bir ara yeni bir telefon bakalım hayatım. Yeni çıkan telefonlar kendinden filtre özellikli. Fakirler gibi fotoğraflanma kendim filtre yapmaktan sıkıldım.”
Derin sosyolojik analizi hak eden bu cümlelerin benim için öne çıkan yönü, Cemoş isminin kısaltma değil uzatma olmasıydı. Cemalettin’in falan kısaltmasıdır diye düşünmüştüm. Değildi; “oş” müessesenin ikramıydı. O yaşta birinin isminin sonuna “-oş” eki takılması çok sık rastlanan bir durum değildi ya da belki ben hiç denk gelmemiştim. Gerçi Cemoş’un botokslu yüzü yaşı konusunda sağlıklı bir değerlendirme yapmayı engelliyordu. Ayrıca yüzündeki estetik müdahaleler bir bütünlükten yoksundu. Kızla dalga geçse de kendisi daha başarısız bir girişimin kurbanıydı.
Cemoş ya da kısa adıyla Cem, kızın en son yorumuna cevap vermedi. Yüzünde herhangi bir duygu ifadesi yoktu. Muhtemelen ağır botoks yüz ifadesini dondurduğu için ne hissettiği anlaşılmıyordu. Konuşmayı bırakıp cep telefonuna gömüldü: “Neyse ya, çok sıkıldım. Ben gidişko. Bir süre görüşmeyelim,” dedi kız omzunu silkerek.
Gidişko. Anonim şirket adı gibi: Gidiş Co. Kız hışımla masayı terk etti, muhtemelen adamı da terk etmişti. Makyajlanın ilişkilerden daha kalıcı olduğu zamanlardı ne de olsa. Cemoş bu esnada kafasını bile kaldırmadı. Kızın gidişini umursamış görünmüyordu. Belki de umursamıştı ama yüzünden bunu anlamak mümkün değildi. Hesabı isteyip yine telefonuna gömüldü.
Az sonra garson, içinde minicik bir cam vazoda mor bir çiçek buketi, paketli iki küçük okaliptüs şekeri ve yemek fişinin olduğu gümüş tabağı nazikçe adamın önüne bıraktı.
“Buyurun efendim, hesabınız.”
Adam elini sol cebine daldırıp neredeyse göbeği kadar şişkin bir cüzdan çıkarıp bir tomar parayı masaya bıraktı. Bu esnada cebinden fırlayan kutu ayağımın dibine düştü. Bu bir Viagra kutusuydu. Bana doğru endişeli bir bakış fırlatarak aceleyle kutuyu yerden aldı.
İşte her şeyin baş faili, diye geçirdim içimden, Viagra. Viagra çağında Cemoş gibi adamlar yaşlılığın sakinliğini, olgunluğunu, erdemini asla tadamayacak kadar hapı yutmuş gibi hissediyordum. Ergenlik döneminden bir türlü çıkamamış olarak öbür tarafı boyluyorlardı. Viagra’nın başta tansiyon hapı olması amaçlanmıştı. Firmanın araştırma ekibi bu niyetle yola çıkmış, sonunda firmayı, yaşlı adamları, sevgililerini ve nadiren de kanlanını mutlu eden bir yere varılmıştı. Viagra’yı bulan araştırmacılara da kansere çare bulmuşlar gibi şövalye nişanı verilmişti. Ne de olsa işin içinde bir nevi hayata döndürme durumu vardı.
Kadınların genç ve güzel kalma çabasıyla bıçak altına yatmaları, yüzlerine ve bedenlerine yaptırdıklanı bilumum işlem de erkek cinsel sağlığı cephesindeki bu gelişmeyle ilgili olabilirdi. Ortada birbirini besleyen bir döngü var gibiydi. Erkekler bölgesel olarak dinç kaldıkça kadınlar bıçak altına yatıyor, kadınlar genç kaldıkça erkekler Viagra’dan medet umuyordu.
Ölümü ne pahasına olursa olsun reddeden çağ insanı, yaşlanmaktan ve bir şeyleri kaçırmaktan ölesiye korkuyor, sürekli yenilik ve heyecan peşinde koşuyordu. Herkesin uzun yaşamak istediği ama kimsenin yaşlanmak istemediği çelişkili zamanlardaydık. İnsan ömrü sanki bebeklik, çocukluk ve ergenlik olarak üç çağdan oluşuyordu. Yaşlılık yoktu. Birileri “daha az genç”ti, birileri “yaş almış”tı, birileri “yaşını hiç göstermiyor” du, ama kimse “yaşlı” değildi. Yaşlılık “estağfurullah”, “yok canım”dı, “daha dur”du. Oysa yaşlılığın ve ölümün kaçınılmazlığına hazırlanmak daha akıllıca bir seçim olabilirdi. İnsan tüm çabalarına rağmen hâlâ ölümlüydü, doğaya bu kadar kibirle meydan okumak nafile bir girişimdi.
Belki de ben çok eski kafalıyım. Keşke Can da şimdi burada olsaydı. Üzerinde konuşacak epey malzeme vardı. Yanımda olsaydı her zamanki olgun, derinlikli, mantıklı yorumlanyla konuya farklı pencerelerden bakmamı sağlardı. Bir kez daha onun gibi bir adamı bulduğuma şükrettim. Canım sevgilim.
İlişkilerle ilgili genellemelerimin ardında küçükken oturduğumuz mahalledeki komşularımız Muhittin Amca ve Ne…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli)
- Kitap AdıGüneşin İki Yüzü
- Sayfa Sayısı224
- YazarBahar Eriş
- ISBN9786254496998
- Boyutlar, Kapak13,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviAlfa Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Topun İki Rengi ~ Güldem Şahan
Topun İki Rengi
Güldem Şahan
Yaşamak istiyoruz kardeşçe Lanet olsun bombalarınıza, füzelerinize Sesleniyoruz biz geleceğe Hadi susma, sen de söyle Barışa çağrıdır bu şarkı Sen de söyle Sen de söyle… Top ister...
- Kibirli Palmiye ~ Aybike Ertürk
Kibirli Palmiye
Aybike Ertürk
Herkes biraz kötüdür. Şeytan hepimizin içinde. Asıl maharet varlığını kabul edip onu dizginleyebilmekte… Bir mezarlıkta yolları kesişen üç kişi… Annesine verdiği helalliği geri...
- Hayal Sözleşmesi ~ Dilek Yardımcı
Hayal Sözleşmesi
Dilek Yardımcı
Hayatın farklı yönlerini görebiliyor musun? Yaşadığın her ânı anlamlı kılabiliyor musun? Hayallerini gerçekleştirebilmek için çaba sarf ediyor musun? Peki, hayallerine sahip çıkabilmen adına senden bir Hayal Sözleşmesi’ne imza...