Savaş sonrası Japonyası’ndaki kültürel yıkımının toplumsal izdüşümünü ve bireyin kalabalıklar karşısında giderek yabancılaşarak insani değerlerini yitirişini ustalıkla işleyerek tüm zamanların en çok okunan eserlerine imza atan Osamu Dazai, yaşamına son vermeden kısa bir süre önce kaleme aldığı Güneş Batarken’de, soylu bir ailenin parçalanma ve umutsuzca çırpınma hikâyesine ayna tutuyor.
Ailenin her bir üyesi kişisel açmazlarının farklı yönleriyle boğuşurken, Dazai İnsanlığımı Yitirirken’in unutulmaz başkarakteri Yozo’yu anıştıran erkek karakterleri geri plana atarak sözü bu kez, dönemin kemikleşmiş ahlaki değerleriyle mücadele etmek ve bireysel kurtuluşa ulaşmak için toplumsal fayda üretmeye yönelen kadınlara veriyor.
Şehir ve taşra hayatının dayattığı gündelik pratiklerle kuşatılmış bireylerin makûs talihleriyle imtihanı, Dazai’nin keskin analizleriyle okura canlı bir toplumsal panorama vaat ediyor.
Sabah mutfakta çorbasından bir kaşık alan annem, “Aa!” diye hafif bir nida koyverdi. “İçinden kıl mı çıktı?” Çorbasına keyfini kaçıracak bir şey düştü sandım. “Hayır.” Annem hiçbir şey olmamış gibi, kaşığındaki tek yudumcuk çorbayı ağzına döküp kayıtsız yüzünü yana çevirerek bakışlarını mutfak penceresinden, tüm tomurcukları patlamış dağ kirazlarına yöneltti, sonra yüzü yana dönük halde, bir yudumcuk çorbayı daha küçük dudaklarının arasına kaydırdı. Yudumcuk nitelemesi annem söz konusuysa asla abartı değildir. Kadın dergileri gibi yerlerde çıkan yeme adabı benzeri yazılardan taban tabana farklı bir tarzı vardır. Erkek kardeşim Naoci bir gün sake içerken, karşısında ablasının oturmasını umursamadan şöyle demişti: “Unvan verilmiş diye soylularla aynı kefeye konmak gerekmez. Unvan sahibi olmayan doğuştan soylu aristokratlar da vardır. Üstelik bizim gibi, soyluluk bir yana, sefil tabakaya mensuplar da yok değil. Sözgelimi şu İvaşima (Naoci’nin kont unvanlı okul arkadaşı)… Öyleleri Şincuku kerhanelerinin muhabbet tellallarından daha sefil duruyorlar. Geçenlerde de şu Yanai (yine kardeşimin sınıf arkadaşı, bir vikontun ikinci oğlu) ağabeyinin nikâhına smokinle geldi, rezil herif.
Ne diye smokin giymesi gereksin ki? O haydi neyse. Masada konuşma sırası ona gelince, çıtkırıldım, tuhaf bir dil kullandı. Mide bulandırıcıydı. İnsanların suyuna gitmek, zarif olmaktan çok öte, sefilce bir ikiyüzlülüktür. Tokyo Üniversitesi’nin bulunduğu Hongo’da elit pansiyon tabelalarına sık sık rastlanır, ama oralarda kendini soylu sananların çoğu aslında elit dilencilerdir. Gerçek soylular İvaşima gibi aptalca böbürlenmezler. Bizim sülalede de tek gerçek soylu annemdir desem yeri. Özü sözü bir soylu. Kimse eline su dökemez.” Sözgelimi çorbayı içiş biçimi. Bize öğretilen, hafifçe tabağa eğilip kaşığı yan tutarak çorbayla doldurup, yine yanlamasına ağza götürmek gerektiğiydi. Fakat annem çorbayı öyle içmez.
Sol elinin parmaklarını masanın kenarına hafifçe dokundurur, vücudunu eğmez, başı dik durur, tabağa doğru dürüst bakmaksızın kaşığı yan tutarak çorbayı kaşıklar. Sonra, kırlangıç gibi zarif bir hareketle, kaşığı ağzıyla dikaçı yapacak şekilde kaldırır, çorbayı kaşığın ucundan boşaltarak dudaklarının arasından akıtır. Sonra çevresine dalgın bakışlar saçarak, kaşığı sanki küçük bir kanat gibi kullanıp çorbasını tek damla dökmeden azar azar içer.
Ne bir tabak tıkırtısı ne de höpürdetme sesi çıkar. Bu belki bilindik görgü kurallarına aykırı olsa da bence çok hoş, hakikaten soyluca bir tarz. Ayrıca, şu bir gerçek ki içecekleri ağza akıtarak içince ne tuhaf ki lezzeti artıyor. Fakat ben Naoci’nin tabiriyle elit dilenci sınıfından olduğum ve kaşığı annem gibi becerikli kullanamadığım için tabağa doğru eğilip çorbamı o sıkıcı görgü kurallarına uygun biçimde içiyorum. Annemin tarzı çorbayla da sınırlı kalmaz. Tüm yeme içme alışkanlıkları genelgeçer sofra adabına aykırıdır. Yemekte et çıkınca hemen çatal bıçakla küçük parçalara ayırır, bıçağı bir kenara bırakır, sağ eline aldığı çatalı et parçalarına tek tek daldırıp keyifle yer. Aynı şekilde, yemekte tavuk budu mu var, biz tabak tıkırtısı çıkarmadan eti kemikten ayırmaya uğraşırken, annem çok doğal hareketlerle budu parmak uçlarıyla ya kalayıp eti dişleriyle kemikten sıyırarak yer. Böylesine yabani bir hareket bile anneme, şirinlik bir yana, erotik bir hava katar. Yalnızca tavuk budunu değil, öğlen yemeklerinde sebzeli jambon veya sosisi de arada sırada parmak uçlarıyla tutarak yediği olur. “O-musubi* neden lezzetlidir bilir misin? İnsanlar parmaklarıyla yoğurarak yaparlar da ondan,” demişti bir seferinde. Aslında, elle yersem daha lezzetli olabilir diye de düşünüyorum ama benim gibi bir elit dilencinin, annesini beceriksizce taklit etmesi durumunda gerçek bir dilenci intibaı uyandıracağından endişelenerek kendimi tutuyorum. Kardeşim Naoci bile annemle kimsenin boy ölçüşemeyeceğini söylüyor. Ben de annemi taklit etmenin güçlüğü karşısında umutsuzluğa kapılıyorum.
Nişikata semtindeki evimizin arka bahçesinde, sonbahara girerken berrak bir mehtaplı gecede gölet kıyısındaki kameriyede oturmuş gökyüzünü izlerken, tilkinin gelin gitmesiyle farenin gelin gidişinde çeyiz hazırlığı ne ölçüde farklı olabilir diye konuşup gülüşüyorduk. O sırada annem aniden kalkıp kameriyenin yanındaki taflanların arasına daldı.
Sonra beyaz taflanlar arasından çiçeklerden de beyaz yüzünü çıkarıp hafifçe gülerek, “Kazuko! Tahmin et bakalım ne yapıyorum?” dedi. “Çiçek mi topluyorsun?” diye yanıtladım. Hafif bir kahkaha koyvererek, “Çiş,” dedi. Neredeyse hiç çömelmemiş olmasına şaşırmıştım, ama asla taklit edemeyeceğim bir şirinliği vardı. Sabahki çorba konusundan bir hayli uzaklaştım, ama geçenlerde okuduğum bir kitapta Fransa’da Louise hanedanı döneminde soylu kadınların sarayın bahçelerinde veya koridorların kuytu köşelerinde pervasızca çişlerini yaptıklarını öğrenince, o aldırmazlıklarını gerçekten şirin bulmuş, annemin de o tür soyluların sonuncusu olduğunu düşünmüştüm. Neyse. Annem sabah çorbasından bir kaşık alıp hafif bir nida koyvermiş, “Kıl mı çıktı?” diye sorunca da “Hayır,” diye yanıtlamıştı.
“Çok mu tuzlu olmuş?” Sabahki çorbanın kıvamı, geçenlerde Amerikalıların dağıttığı konserve bezelyeyi kullandığım için koyuydu. Fakat aslında aşçılığıma güvenmediğimden, annem “Hayır,” deyince telaşla tuz oranını sormuştum. “Çok güzel yapmışsın.” Annem bunu söylerken ciddiydi, sonra çorbasını bitirip yosuna sarılı o-musubisini eliyle yedi.
Küçüklüğümden beri sabahları iştahsızımdır. On yaşlarındayken, açlık hissetmediğimden kahvaltıyı çoğu zaman çorbayla geçiştirmeye çalışırdım. Ancak yemek önemli bir ödevdi. O musubiyi tabağıma koyar, yemek çubuklarını saplayıp parçalardım. Sonra bir parçasını çubuklarla yakalayıp, annemin çorba içerken kaşığını tuttuğu gibi, çubukları ağzımla dikaçı yapacak hale getirir, sanki bir kuşun yemini gagalaması gibi ağzıma atıp istemeye istemeye çiğnerdim. O arada annem yemeğini tamamen bitirmiş olur, usulca kalkar, sabah güneşinin vurduğu duvara sırtını verir, bir süre yemek yiyişimi izlerdi.
Bir gün, “Kazuko, sen daha tam olmamışsın. Kahvaltı en
iştahlı yemen gereken öğün,” dedi.
“Peki ya senin iştahın açık oluyor mu?”
“Elbette. Ben hasta değilim ki.”
“Ben de değilim.”
“Olmaz öyle,” dedi annem, çaresizce gülüp başını iki yana sallayarak.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Japon Edebiyatı Roman (Yabancı)
- Kitap AdıGüneş Batarken
- Sayfa Sayısı128
- YazarOsamu Dazai
- ISBN9786257370981
- Boyutlar, Kapak13,5*21, Karton Kapak
- YayıneviSel Yayınları / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Bir Yumak Mutluluk ~ Debbie Macomber
Bir Yumak Mutluluk
Debbie Macomber
Kitapları bütün dünyada 140 milyondan fazla satan ve birçok dile çevrilen DEBBIE MACOMBER, yürek ısıtan romanı Küçük Mucizeler Dükkanı’ndan sonra yepyeni bir sayfa açıyor....
- Çılgın Kalabalıktan Uzak ~ Thomas Hardy
Çılgın Kalabalıktan Uzak
Thomas Hardy
Güzel Bathsheba Everdene, kendisine miras kalan büyük ve bakımsız çiftliği çekip çevirmek için Weatherbury köyüne gelir. İçgüdülerine göre hareket eden Bathsheba, köydeki üç erkek,...
- Sonsuz Topraklar ~ Jorge Amado
Sonsuz Topraklar
Jorge Amado
Jorge Amado’nun doğup büyüdüğü Bahia’nın verimli topraklarının bağrı herkese açıktır: Yoksulluğa mahkûm tarım işçilerine yaşam güvencesi ve başlarını sokacakları bir yuva, ayrıcalıklı sınıflara ise...