Kapıyı kapatacaktı ki bir şey onu içeri çekti, girip bakmak istedi. İçeri adımını atınca el yordamıyla lambanın düğmesini arandı, yerini bildiğinden kolayca buldu ve yaktı lambayı. Yakar yakmaz olduğu yerde dondu kaldı, kımıldayamıyordu. Geri dönüp çıkmak istiyor, iradesine istikamet veremiyordu. Ani duygu atakları kulaklarını çınlatırdı, kulakları çınlıyordu. Bir türlü harekete geçemiyordu, ayaklarına pranga vurulmuştu sanki. Gözleri baktığı noktada çivilenip kalmıştı, başını çeviremiyordu. Gördüğü şeyin bir yanılsama olmasını istedi. Bahtiyar Hoca, sabah ezanına gittiğinde bir kadın cesedi buluyor gasilhanede. Ölüm gününü kutlamaya gelmiş Cemre yatıyor teneşirin üstünde.
Uçurumu çağıran iç ağrıları anlatan bir defter çıkıyor ortaya. Siyahi boşluklar. Kısacık mutluluklar. Uzun ve saklanan hatıralar. Korkutan ve utandıran sırlar.
Kerim Özcan, cami avlusuna inen kaybolmuşluğu anlatıyor, yok sayılanı, yıllar yıllar öncesinden kalan sızıyı. Tek tek acılı sözcüklerle geliyor Gündönümü. Yeni bir yazar, güçlü bir ilk roman. Hayattan gelen hayata…
1
Ayakkabılarını giymişti ama eğildiği yerden kalkamıyordu. Sanki bir şey sırtına bastırıyor kalkmasına mani oluyordu. Bükülmüş dizlerini bir türlü doğrultamıyor, çabaladıkça nefessiz kalıyordu. “Ahh,” dedi içinden, “şu dünyada gözümüz yere bakıyor artık.” Nihayet duvardan tutunarak ayağa kalktı, nefesini topladı, öylece biraz bekledi. Dizine derman gelmişti, gidebilirdi artık. Lambayı söndürdü, kapıyı kapatıp yola düştü. Hava dingin, gökyüzü alabildiğine açık, yıldızlar ışıl ışıldı. Kaldırımlarda yere değdikçe aksak bir ritim halinde çınlayan adımlarının sesi bomboş sokakta yankılanıyordu. Yeryüzü kulak kesilmiş ayak seslerini dinliyordu sanki. Etrafına rahatsızlık verdiği hissine kapıldı. Ana caddeye ulaştığında yanından gelip geçen tek tük arabaları görünce kendisine suç ortağı bulmuş gibi rahatladı. Araçların içinden çığlıklar, müzik sesleri geliyordu. Bir araba yanından geçerken arka camdan bir baş dışarı uzandı ve haykırdı, “Hayırlı sabahlar amca, şerefine.” İçerden bir kahkaha sesi geldi. Araç uzaklaştıkça sesler silindi, köşeden dönerken tamamen kayboldu. “İşret ehlidir bunlar,” diye düşündü. “Şu koca âlemde her türden var işte. Varlık renk renk, insanlar çeşit çeşit. Herkes de aynı olamazdı ya! Kimisi de böyle sabaha kadar içer, gezer. İhtimal gençtir bunlar; kanları deli akar, içer de, gezer de hesabını bana mı verecek. Hesabı bana vermeyecek ama dalgasını benimle geçiyor. Sarhoş gerçi, ne dediğini bilmez şimdi o. Hayırlı sabahlarmış. Sana da hayırlı sabahlar zibidi.” Henüz az bir mesafe yürümüştü ama nefes almakta zorlanıyordu. Arada bir temposunu düşürüyor, duracak kadar yavaşlıyor, enerjisini topluyordu. Yavaşlamazsa nefesi yetmiyor kesik kesik öksürüyordu. “İhtiyarlık,” dedi içinden, “ihtiyarlayınca her şey biraz daha zorlaşıyor. Yürümek zor, uyumak zor, eğilmek, kalkmak hepsi ayrı meşakkat… Gittikçe dikleşen bir yokuşu çıkmaya benziyor hayat. Her adımda biraz daha güçten düşüyorsun, her adımda nefesin biraz daha azalıyor. Bekledikçe buruşan bir meyveye benziyorsun. Ne renk kalıyor ne şekil… Şu yüzündeki kırışıklıklar, şu sırtındaki kambur… Dökülen saçların, çürüyen dişlerin… Hüseyin Usta’nın dediği gibi ihtiyarlıkla fukaralığı kapıya koymayacaksın. Ne çare! Hayat böyle, yolların yokuşuna geldik. Kudret sahibinin düzeninden kurtulacak olan biz değiliz ya! Herkes nasıl gelip gidiyorsa biz de öyle gideceğiz. Kabul et Bahtiyar Hoca ihtiyarlık başımızın üstündedir artık, geldi gitmez götürmeden.” Söylene söylene yaklaştı camiye. Sabahın alacakaranlığında bomboş sokakları arşınlarken dünyanın boşluğunu bir kat fazla duydu. Asıl olan bu boşluktu işte. Gündüzün gürültülü kalabalıkları sahte bir görüntüydü. Sabah vakti sokaklar gibi caminin de kimsesiz olduğu saatlerdi. Cami cemaatinden kimsecikler gelmemişti henüz, ezan okunmadan da gelmezdi. Her zaman vakit kaybettirecek bir mani çıkma ihtimalini düşünür, geç kalmamak için hep biraz erken gelirdi. Önce camiyi açtı, ışıkları yaktı. Cemaatten gelen olursa dışarıda kalmamalıydı. Oradan merdivenlere yöneldi, alt kata abdesthaneye indi. Işıkları yakıp tuvalete doğru yöneliyordu ki gasilhanenin kapısının aralık olduğunu gördü. Orayı genelde kapalı tutardı ama nasıl olmuştu da açık kalmıştı? Bir gün önce kaldırılan cenazeden ötürü unutmuş olmalıydı. Kapıyı kapatacaktı ki bir şey onu içeri çekti, girip bakmak istedi. İçeri adımını atınca el yordamıyla lambanın düğmesini arandı, yerini bildiğinden kolayca buldu ve yaktı lambayı. Yakar yakmaz olduğu yerde dondu kaldı, kımıldayamıyordu. Geri dönüp çıkmak istiyor iradesine istikamet veremiyordu. Ani duygu atakları kulaklarını çınlatırdı, kulakları çınlıyordu. Bir türlü harekete geçemiyordu, ayaklarına pranga vurulmuştu sanki. Gözleri baktığı noktada çivilenip kalmıştı, başını çeviremiyordu. Gördüğü şeyin bir yanılsama olmasını istedi. Hep şikâyet ettiği ihtiyarlık aklını da almaya başlamış olmasındı? Tavandaki beyaz ışık baktığı noktanın tam üzerindeydi ve gördüğü şeyi bütün çıplaklığıyla yansıtıyordu. Tamamen çıplaktı, üzerinde hiçbir şey yoktu. Durduğu noktadan göründüğü kadarıyla bir kadındı. Teneşire boylu boyunca uzanmış, upuzun saçları iki taraftan aşağı doğru akıyordu. Sırtüstü yatmış ellerini bacaklarının yanında bir asker gibi birleştirmişti. “Her şeye hazırım,” diyordu sanki. İtaatkâr bir şekilde teslim olmuş, ya da teslim alınmıştı. Yerde hemen teneşirin dibinde kıyafetleri vardı. Bir kot pantolon, bir tişört, sutyen, külot, çoraplar, bir mont ve altta bir kadın çantası… Bir iki adım atıp yaklaştı, seslendi bir cevap alamadı. Ürkerek yaklaştı, elini uzattı. Dokunmak istiyor dokunamıyordu. Bir dokunabilse rüya görmediğine emin olacaktı. Rüyalarında da böyle olurdu, adım atmak ister öyle kalır, bir şeyi tutmak ister elinden kaçırır, bir yerden düşer tam yere çakılacağı zaman uyanırdı. Tekrar uzattı elini, kadının tenine değeceği an yine irkildi. Uzaktan bakarak, nefes alıp almadığını anlamaya çalıştı. Baş kısmına arkadan yaklaştı; görünmek istemiyor gibi tam arkasında öylece sessiz bekliyordu. Nefes alıp verdiğini duyabilmek için kendi nefesini kontrol etmeye çalışıyordu. Sıktı kendini, nefesini tuttu. Nefesini tutmuştu ama kalbinin atışı göğüs kafesinden taşıyor, gasilhanenin duvarlarına çarpıp dağılıyor, sonra birleşip top sesleri gürültüsünde kulağında patlıyordu. Sonunda cesaretini topladı, bir adım daha attı. Elini bu rüya zannettiği bedenin şahdamarına doğru uzattı. Dokunmadan öylece bekletti. Bu hareketsiz bedenin birden uyanacağını, elini tutup canına okuyacağını düşündü. Yine irkildi. Cemaatten biri gelmiş olsa beraber kontrol ederlerdi. Sabahın seherinde, tüm âlemin derin bir uykuda olduğu şu saatlerde gasilhanede tek başına düş mü gerçek mi olduğunu bilemediği çıplak bir kadın bedeni önünde apışıp kalmıştı. Yasaklı bir bedene dokunacakmış gibi ürperdi. Lanetli bir eylemin faili olacak kadar korktuğunu hissetti aynı zamanda. Yanında, yöresinde güç alacak, cesaretini artıracak birileri olsaydı keşke. Dışarı doğru yürüdü üst kata çıktı, birini bulursa onunla birlikte gelecekti. Caminin kapısını açtı içeri girdi kimseyi göremedi. Kapının önüne çıkıp beklemeye başladı. Az sonra cemaatten biri gelirdi muhakkak. Ne var ki beklediği her saniye gerginliği artıyor, oradan oraya hızlı adımlarla yürürken bir şeyler yapma dürtüsüyle huzursuzlanıyordu. Sonunda beklemekten vazgeçti, inip tekrar bakacaktı. Gördüğünün bir yanılsama olmasını, odaya girdiğinde orada yatan bedenin kaybolmuş olmasını diledi. Heyecanla başını uzattığında aynı manzarayla karşılaştı. Teneşire boylu boyunca uzanmış çıplak bir kadın… Bu defa kararlıydı hızla gidip kontrol etmeliydi. Bekledikçe tereddüdü artıyordu. Hesapsız birkaç adımla teneşire yaklaştı elini uzattı ve kadının şahdamarına dokundu, bir şey duyamadı. Emin olmak için parmak uçlarıyla iyice yokladı; sonra bileklerine uzanıp nabzına baktı, gözkapaklarını araladı. Cansız gibiydi. Ölmüş olduğunu düşündüğü bedeni daha detaylı incelemeye başladı. Gördükleri yüzündeki dehşeti apaçık ilan ediyordu. Cesedin göğüs uçları ve cinsel organı tuhaf bir şekilde kabarmıştı. Yanmış ve nasırlaşmış gibiydi. Bir cinayetle karşı karşıya olabileceğini düşündü. Ama bedenin hiçbir yerinde kan yoktu. Boğulmuş olabilirdi. Çenesini kaldırıp boynunu inceledi, darp izi yoktu ama ağzının kenarından kulağına doğru tükürük gibi ince bir sızıntı, yol şeklinde kuruyup iz yapmıştı. Yerde duran elbiselere doğru eğildi. Kıyafetin ceplerine baktı, çantasını açtı içinden cüzdan çıktı. Aradaki şeffaf bölümden kimliğini gördü: Cemre. Cemre’ymiş adı. Daha fazla karıştırmak istemedi, çekindi. Onu aldığı yere, çantanın büyük gözüne geri koyarken naylon poşetin altından ucu görünen şey dikkatini çekti. Tekrar eğildi, poşeti kaldırınca altındaki defteri gördü. Merakla aldı eline, hızla sayfaları çevirdi. Altına tarihler atılmış yazılar vardı. Bir günlük olmalıydı. Sayfaların alt köşesinde hızla kıvrılıp duran işaret parmağı son sayfayı açtı, sadece ilk bir-iki kelimeyi okuyabildi: “Bahar geldi…”
2
Otobüs hareket etmek üzereydi. Henüz hiç kimse binmemişken, binip on üç numaralı koltuğa oturdu. Dışarıda acı acı esen rüzgâr otobüsün açık kapılarından giriyor, içeriyi soğutuyordu. Montuna büründü, başını cama yaklaştırıp dışarıyı izlemeye koyuldu. Aşağıda otobüsün hareket saatini bekleyen yolcular, uğurlamaya gelen yakınlarıyla vedalaşmaya hazırlanıyorlardı. Bir adam elleri cebinde, iki dudağı arasına sıkıştırdığı sigarasını çiğneyip dumanını savururken yanındakilerin konuşmalarını dinliyordu. Rüzgâr sigaranın dumanıyla beraber soğuk havanın ağzında biriktirdiği buharı açık dişlerinin arasından koparıp başının iki yanından sağa sola dağıtıyordu. Dumanın savrulduğu tarafta, biraz arkada, orta yaşlı bir kadın bir yandan karşısına aldığı kızın boynunu atkıyla sıkı sıkıya kapatmaya çalışırken bir yandan da ona bir şeyler söylüyordu. Yanlarından kararsız adımlarla geçen simitçi başının üstündeki tepside kalan birkaç simidi orada bekleşen yolculara ve yakınlarına satma ümidiyle sağa sola seğirtiyordu. Dip dibe durdukları halde birbirinden habersiz onlarca insan vardı ve onlardan habersiz kararan bir şehir. Şehir “ş” ile başlıyordu. Kış ise “ş” ile bitiyordu. Şehrin başlattıklarını kış bitiriyordu. Ayrıca kışın ne kadar “ş” si varsa, akşamın da o kadar “ş” si vardı. Belki de ondandı kış ile akşamın akla beraber yürümesi. Işıklar yandı, terminalin zayıf ışıkları… Otobüsün önünde durduğu peronun üzerindeki projektörlerin sarı ışığı otobüsün yanında duran yaşlı bir kadınla genç bir çocuğun başında onlar hareket ettikçe kımıldayan bir hale oluşturuyordu. Aşağıdaki kalabalığın merkezi, yaşlı kadının yanındaki bu genç çocuktu. Şu karanlık terminalde kısacık şöhretini yaşıyordu çocuk. Başının üzerinde harelenen ışık, onun bu şöhretinden haberdarmış gibi o hareket ettikçe peşi sıra onu izliyor; tıpkı bir takip ışığı gibi onun, sahnenin ana karakteri olduğunu ilan ediyordu. Sanki otobüs bir tek ona tahsis edilmişti; bir tek o gidecek, diğer yolcular ona refakat edecekti. Herkes onu ve etrafındaki kalabalığı izliyordu. Çocuk, bu büyük ilgi karşısında, kısa kesilmiş saçları, güçlü ve gürbüz görünen cüssesiyle tezat teşkil eden bir eda içinde mahcuplaşıyor, gittikçe küçülüyor gibiydi. Yanı başında gürültüyle gümleyen davul diğer yolcuları bir bir otobüse binmeye zorladı. Muavinin “aşağıda yolcu kalmasın” sesi duyulduğunda kadın çocuğu çekip sevgiyle kucakladı. Uzun uzun sarıldı, öptü, sırtını sıvazladı. Arkalarından “En büyük asker bizim asker,” diye bağıran grubun tezahüratları kadını iyice coşturdu, çocuk dönüp otobüse binecekken bir daha çekti bir daha kucakladı. Kadının elinden kurtulan genç ilk basamağa çıkıp geriye döndü, davul sesleri eşliğinde coşkuyla bağrışan arkadaşlarına kısacık el salladı. Yaşlı kadın gözlerini silerken bağırıyordu: “Varınca ara unutma, varınca ara!” Davulla zurna ayrılığın acısını bastırmak ister gibi daha gürültülü bir tonla çınlattı terminali. Bir kadın seslendi, “Yavrum ben bilemedim neresi oluyor benim yerim.”
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Türkiye Edebiyatı Roman (Yerli)
- Kitap AdıGündönümü
- Sayfa Sayısı284
- YazarKerim Özcan
- ISBN9789750522338
- Boyutlar, Kapak13.5x21 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİletişim Yayınları / 2017
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- İkiz Gezginler ve Dünyanın Yedi Harikası ~ Betül Avunç
İkiz Gezginler ve Dünyanın Yedi Harikası
Betül Avunç
Gözünüzü açıp kapayıncaya kadar Dünyanın Yedi Harikası karşınızda! Arkeolog yazar Betül Avunç’un, Anadolu topraklarının zengin ve çok kültürlü tarihini sürükleyici serüvenlere dönüştürdüğü “İkiz Gezginler”...
- Düz Dünyacılar ~ Sezgin Kaymaz
Düz Dünyacılar
Sezgin Kaymaz
“Kendi karşısına çıkıverse kendi de kendinden korkardı; çok iriydi bir kere, gördüğün göreceğin en iri köpeği bununla mukayese et, o ince belli çay bardağıysa...
- Mai ve Siyah ~ Halit Ziya Uşaklıgil
Mai ve Siyah
Halit Ziya Uşaklıgil
Halit Ziya, ustalık döneminin ilk romanı kabul edilen Mai ve Siyah’ta, dönemin basın dünyasını matbaacısından yayın yönetmenine, yazarından eleştirmenine özgün karakterlerle betimlerken, hikâyesini sızılı...