Bir lütuf ile kutsanmış… Bir sır ile lanetlenmiş.
Herkes Cate Cahill ile kız kardeşlerinin tuhaf olduğu konusunda hemfikir. Fazla güzel, fazla münzevi ve fazla eğitimliler. Oysa kimsenin bilmediği şey, gerçeğin bundan da beter olduğu; onlar birer cadı. Ve eğer sırları Cemiyet’teki rahipler tarafından keşfedilirse bu onlar için akıl hastanesi, yüzer hapishane veya erken yaşta mezar anlamına geliyor.
Annesi ölmeden önce Cate kız kardeşlerini koruyacağına dair ona söz vermiştir. Ancak rahibelik veya evlilik arasında seçim yapmasına altı ay varken bu sözünü tutması hiç de kolay değildir. Özellikle de annesinin günlüğünü okuyup ailesinin yıkımına yol açabilecek bir sırrı keşfettikten sonra… Onları kaderlerine götürecek alternatif yollar bulmak için her şeyi göze alan Cate, yasaklı kitapları karıştırmaya ve asi ruhlu yeni arkadaşlar edinmeye başlar. Bir yandan da çay davetleri, şaşırtıcı evlilik teklifleri ve ona hiç de uygun olmayan Finn Belastra ile yasak bir aşk arasında ne yapacağını şaşırmıştır.
Eğer annesinin yazdıkları doğruysa Cahill kızları güvende değildir. Kendilerini rahiplerden, rahibelerden, hatta birbirlerinden bile sakınmaları gerekecektir.
***
1. BÖLÜM
Annemiz de bir cadıydı, ama o bunu saklamasını daha iyi biliyordu.
Onu özlüyorum.
Onun rehberliğine ihtiyaç duymadığım tek bir gün bile geçmiyor. Özellikle de kız kardeşlerim konusunda.
Tess önümden koşuyordu, gül bahçesine doğru yönelmişti; sığınağımız, tek güvenli yerimiz. Terlikleri çakıl taşlarının üzerinde kayıyordu, düşen gri pelerini sarı buklelerini ortaya çıkarmıştı. Geriye dönüp eve baktım. Kızların pelerinsiz dışarı çıkması rahiplerin kurallarına uymuyordu ve zaten koşmak da çok hanımların yapacağı bir hareket değildi. Ama uzun çitler sayesinde evden görünmüyorduk, Tess güvendeydi.
Şimdilik.
İleride durmuş bekliyor, bir yandan da bir akçaağacın arkasındaki ölü yaprakları tekmeliyordu. “Sonbahardan nefret ediyorum,” diye söylendi, inci gibi parlayan dişleriyle hafifçe dudağını ısırırken. “Beni öyle hüzünlendiriyor ki.”
“Ben seviyorum.” Gevrek sonbahar havasında canlandırıcı bir his vardı; keskin mavi gökyüzü, turuncu, kızıl ve altın renginin etkileşimi… Ellerinde olsaydı Cemiyet büyük ihtimalle sonbaharı yasaklardı. Çok güzeldi. Çok duygusaldı.
Tess bahçe çitlerinden yukarı tırmanan yabanasmalarını işaret etti. Yaprakları kahverengiydi ve dağılıyorlardı, yorgun başları yere doğru eğilmişti.
“Görmüyor musun, her şey ölüyor,” dedi kederle.
O harekete geçmeden az bir saniye önce neye niyetlendiğini fark ettim.
“Tess,” diye çığlık attım.
Çok geç kalmıştım. Gri gözlerini kıstı ve bir saniye sonra yaz olmuştu bile.
Tess büyü yapma konusunda on iki yaşındakilere göre oldukça ileri seviyedeydi, benim onun yaşından olduğumdan daha da ileri seviyede. Çiçeklerin ölü başları tomurcuklanmaya başladı, bembeyaz ve çok güzel görünüyorlardı. Meşe ağacından yeşil bahar yaprakları çıkıyordu. Harika şakayıklar ve zambaklar güneşe doğru dönmüş, yeniden canlanmalarını kutluyorlardı.
“Teresa Elizabeth Cahill,” diye tısladım. “Hemen geriye çevir.”
Kazanmış bir edayla gülümsedi ve güzel kokulu sarı zambakları koklamak için ilerledi. “Sadece birkaç dakika için. Böyle çok daha güzel.”
“Tess.” Sesimin tonundan bu konuda tartışmayı kesinlikle kabul etmediğim belli oluyordu.
“Eğer etrafımızdaki şeyleri güzelleştirmek için kullanmayacaksak zaten bütün bunların ne faydası var ki?”
Davranışlarına bakılırsa “bütün bunlar” bu tatlı ufaklık için fazlaydı. Tess’in sorusunu duymazdan geldim. “Hemen. Bayan O’Hare ve John dışarı çıkmadan düzelt.”
Tess bir reverto büyüsü mırıldandı. Bunun yararıma olduğunu düşündüm. Benim aksime onun büyü yapmak için yüksek sesle konuşmasına gerek yoktu.
Yabanasmalarının çiçekleri boyunlarını büktü; ayağımızın altındaki yapraklar çıtırdamaya başladı; camgüzelleri parçalara bölündü. Tess çok mutlu görünmüyordu, ama en azından beni dinlemişti. Bu, Maura için söyleyeceklerimden daha fazlasıydı.
Arkamızda çakıl taşlarının üzerinden gelen ayak seslerini duyabiliyorduk. Bu bir erkeğin hızlı ve sert yürüyüşüydü. Bu davetsiz misafirle yüz yüze gelmek için başımı çevirdim. Tess bana yaklaştı ve ben ona sarılmamak için kendimi zor tuttum. Yaşına göre ufaktı, ama elimden gelse onu ömür boyu böyle tutardım. Tuhaf ve tatlı bir çocuk tuhaf ve tatlı bir kadından daha güvenlidir.
John O’Hare, bizim arabacımız ve on parmağında on marifet olan bir adam, çitlerin arasından yavaşça yürüyerek çıktı. “Babanız sizi görmek istiyor, Bayan Cate,” dedi burnundan soluyarak, sakallı yanakları kızarmıştı. “Çalışma odasında.”
Nazikçe gülümsedim. Pelerinimin başlığından dışarı çıkmış inatçı bir tutam saçı içeri doğru ittim. “Teşekkür ederim.”
O gidene kadar bekledim. Sonra döndüm ve Tess’in başlığını buklelerinin üzerine örttüm, sonra da eğilip yamulmuş dantel kuşağının üzerindeki tozu temizledim. Kalbim hızla çarpıyordu. Eğer iki dakika önce gelmiş olsaydı, eğer gelen babam olsaydı ya da rahipler beklenmedik bir ziyarette bulunsalardı bahçenin bu köşesinin ilkbahara dönüştüğünü onlara nasıl açıklayacaktık?
Açıklayamazdık. Bu sihirdi, bu kadar basit.
“Gidip Baba’nın ne istediğine bakmak en iyisi.” Neşeli bir halde konuşmaya çalıştım, ama beklenmedik davetler beni rahatsız ederdi. O New London’dan döneli henüz birkaç gün olmuştu. Bizi tekrar bu kadar çabuk mu terk edecekti? Her sene evde kaldığı vakit daha da kısalıyordu.
Tess gül bahçesine doğru giden çakıllı yola özlemle baktı. “Bugün alıştırma yapmayacak mıyız yani?”
“O gördüklerimden sonra mı? Hayır.” Başımı iki yana salladım. “Sebebini çok iyi biliyorsun.”
“Evden bizi kimse göremezdi, Cate. Çitlerin ardındaydık. John’un geldiğini nasıl duyduysak onları da duyardık.”
Kaşlarımı çatıp ona baktım. “Gül bahçesi ve ev dışında bir yerde sihir yapmak yok. Ben annemden bu şekilde öğrendim. O da bu kuralları bizi güvende tutmak için koydu.”
“Sanırım,” dedi Tess iç çekerek. Zayıf omuzları birdenbire düştü ve bu ufak mutluluğu ondan esirgediğim için bir an kendimden nefret ettim. Ben onun yaşındayken, bahçelerde koşmaktan çok hoşlanırdım ve sanırım sihirli güçlerim konusunda da oldukça dikkatsizdim. Ama o zaman yanımda bana bakacak bir annem vardı. Şimdi ise Tess ve Maura için anneyi oynamak zorundayım ve kalbimde çırpınıp duran, dışarı çıkmak için yalvaran vahşi kızı duymazdan gelmem gerekiyor.
Onun önüne düştüm ve eve doğru ilerlemeye başladık. Birlikte mutfak kapısından geçip pelerinlerimizi ahşap kancalara astık. Bayan O’Hare korkunç balık çorbasını pişirdiği fokurdayan tencerenin üzerine doğru eğilmiş, eski bir kilise şarkısının bir parçasını mırıldanıyordu. Kıvırcık gri saçları müzik eşliğinde sallanıyordu. Gülümsedi ve masanın üzerinde duran havuç yığınını işaret etti. Tess havuçları yıkadı ve hemen onları kesmeye koyuldu. Mutfağın içinde bir şeyler yapmayı çok severdi; doğramak, karıştırmak ve ölçmek. Bu bizim konumumuzdaki kızlar için hiç de uygun bir davranış değildi, ama Bayan O’Hare bizimle bu konularda uğraşmayı çoktan bırakmıştı.
Babamın çalışma odasına açılan ağır meşe kapı hafifçe aralıktı. Masasında oturan babamı görebiliyordum, omuzları yorgunlukla çökmüştü, sanki hiç uyumamış gibi görünüyordu. Ama masasının üzerinde deri kaplı kalın ciltler duruyordu ve eğer işle alakalı bir durum varsa başka hiçbir şey düşünmeyeceğinden şüphem yoktu. Üstelik bu ciltleri bitirdiğinde, raflarda onların yerini alacak düzinelerce kitap daha vardı. O bir iş adamıydı, evet ama ilk olarak ve en çok da bir bilim insanıydı.
Kapıyı tıkladım ve girmem için müsaade vermesini bekledim. “John benimle konuşmak istediğinizi söyledi.”
“İçeri gir, Cate. Bayan Corbett ve ben yeni kararımızda senin de söz hakkın olması gerektiğini düşündük, sonuçta bu siz kızları da etkileyen bir durum.” Babam odanın köşesini işaret etti. Bayan Corbett yumuşak kırmızı kanepenin üzerinde şişman bir örümcek gibi oturuyor, elindeki planları evirip çeviriyordu.
“Yeni bir karar mı?” diye tekrar ettim ve babamın masasına doğru ilerledim. Annemiz hayattayken Bayan Corbett bizimle çok ilgilenmezdi, ama onun ölümünden sonra komşuluk öğütleri verip durur olmuştu. Son tavsiyesi beni rahibeler tarafından idare edilen bir manastıra göndermekti. Babam gitmeme onay vermesin diye onu zorlamak ve hafızasını değiştirmek zorunda kalmıştım. Tek hatırladığı beni uzağa göndermenin akıllıca bir karar olmadığıydı, annemi henüz kaybetmişken olmazdı.
Onun zihnine hükmetmek şimdiye kadar yaptığım en fena sihirdi. Ama bu gerekliydi. Eğer New London’a gitseydim kardeşlerime bakma sözümü nasıl tutabilirdim? İki günlük yol mesafesindeydi.
“Düşündüm de… yani Bayan Corbett’in önerisine göre…” Babam lafı ağzında gevelediyse de en sonunda diyeceğine geldi. “Bir mürebbiye! İhtiyacımız olan bu.”
Ah hayır!
Sertçe ona döndüm. “Ne için?”
Babamın zayıf yüzü kıpkırmızı oldu. “Eğitiminiz için. Gelecek hafta tekrar New London’a gidiyorum ve sonbaharın büyük bir kısmında burada olmayacağım. Bütün bu vakit boyunca derslerinizden uzak kalmanızı istemiyorum.”
Kalbime adeta bir şeyler batıyordu. Zaman hızla akıp gidiyordu ve artık onunla beraber olduğumuz tek vakit Fransızca telaffuzlarımızı ve Latince çevirilerimizi düzelttiği zamanlardı. Ve artık o bile olmayacaktı. Ben babama güvenmemem gerektiğini yıllar önce öğrenmiştim, ama Tess… Kalbi kırılacaktı.
Masasının kenarında duran lambanın üzerindeki tozu aldım. “Sen yokken Maura ve ben Tess’i çalıştırabiliriz. Bu sorun olmaz.”
Babam kibarlık etmiş ve Tess’in Latincesinin benimkinden daha iyi olduğundan bahsetmemişti. “Eğer tek sorun bu olsaydı… Yani aslında demek istediğim… Cate, artık on altı yaşına geldin ve…” Çaresizce zaten konuşmaya dahil olmak için sabırsızlanan Bayan Corbett’e baktı.
“Bir genç kızın eğitiminde yabancı dillerden daha çok dikkat edilmesi gereken hususlar vardır. Bir mürebbiye siz kızlara biraz zarafet öğretebilir,” diye açıkladı Bayan Corbett beni baştan aşağı süzerek.
Ellerimi sıktım ve yumruk haline getirdim. Nasıl göründüğümü biliyordum: koyu lacivert, boğazlı, fırfırı ya da süsü olmayan sade bir iş elbisesi, bahçede çalışırken giydiğim eskimiş botlar ve sırtıma doğu uzanan örgülü saçlarım. Bu görünüşün bana hiçbir faydası yoktu. Ama çok fazla ilgi çekmektense pasaklı biri olarak düşünülmek daha iyiydi.
“Her hafta şehre piyano dersi almaya gidiyoruz,” diye hatırlattım babama.
Bayan Corbett sırıttı, gözleri neredeyse şişko yüzünde kaybolup gidecekti. “Sanırım baban piyano derslerinden daha fazlasını düşünüyor, canım.”
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Bilimkurgu-Fantazya Roman (Yabancı)
- Kitap AdıGünahkar Doğan - Chatham Cadısı Günlükleri 1. Kitap
- Sayfa Sayısı360
- YazarJessica Spotswood
- ÇevirmenAyşe Tunca
- ISBN9786056328947
- Boyutlar, Kapak14x21, Karton Kapak
- YayıneviASPENDOS YAYINCILIK / 2012
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Yörünge ~ Tess Gerritsen
Yörünge
Tess Gerritsen
NASA’nın görevlendirdiği Doktor Emma Watson hayatının macerasını yaşamak üzere Uluslararası Uzay İstasyonu’na çıkmıştır. Büyük bir heyecanla beklediği bu görev, yerçekimsiz ortamda tekhücreli bir organizma...
- Kendinden Kaçamayanın Öyküsü ~ Hans Fallada
Kendinden Kaçamayanın Öyküsü
Hans Fallada
Hans Fallada’nın talihsizlikler, buhranlar ve psikolojik sorunlarla örülü gençliğinin dip noktasından günümüze seslenen Kendinden Kaçamayanın Öyküsü başlıklı öykü seçkisi, yazarın dünya çapında üne kavuşana ve çağdaş...
- Çöl Çiçeği ~ Waris Dirie
Çöl Çiçeği
Waris Dirie
WARIS DIRIE, çilde göçebe bir yaşam süren ve kızların sünnet edilmesi gibi gelenekleri hala uygulamakta olan Somalili bir ailenin kızı olarak dünyaya geldi. On...