Ya onurunu koruyacak ya da kendini sevdiği kadına adayacaktıCan düşmanı İngilizlerle savaşmaya mecbur bırakılan Morgan MacKinnon, kardeşlerine asla ihanet etmezdi; ancak Fransızlar tarafından esir alınarak Abenaki müttefiklerince ateşe atılma tehdidiyle mahkum edildiğinde bir seçim yapması gerekiyordu.
Öldürülsün diye bir adamı iyileştirmeye çalışmak hiç de Amalie’ye göre değildi, üstelik manastırda büyümüş bir kız olarak yüreği bu adam için deli gibi çarpıyorken. Fransızların tarafına geçen Morgan ise, yemininden vazgeçmese de hayatta kalabilmek için numara yapmak zorundadır. Artık hem kaçmak için fırsat kollayacak hem de Amalie’yi tehlikeden uzak tutmaya çalışacaktır. Ne var ki işler umduğu gibi gitmez; onu ele geçirmek isteyen başkaları da vardır ve Amalie onu bırakmaya asla niyetli değildir.
“Ödüllü yazar Clare’in kaleminden çıkmış bu kitap okuyucuların raflarında en seçkin yeri hak ediyor.” Romantic Times Book Reviews
***
Aşk Dersleri
“O zaman evlenmek mi istiyorsun?” Sesi gece yarısı kadar derin ve yumuşaktı.
Baskı altında kalan Amalie kekeledi: “B-ben öyle sanıyordum ta ki…”
“Ta ki?”
Yanaklarının kızardığını ve kendi söylediğiyle kapana kısıldığını hissediyordu. Açıklamaktan başka çaresi yoktu. “Ta ki Rillieux benî öpene kadar. Şimdi ise b-ben bir eş istediğime emin değilim. Bu şekilde mutluluğu bulacağımı sanmıyorum.”
Gözleri kısıldı, Amalie’ye onu inceliyormuş gibi ve sırıtarak baktı. “Yalnız, biraz yanılıyorsun. Rillieux seni gerçekten öpmedi.”
“Ö-öpmedi mî?”
“Hayır, öpmedi.” Uzandı, onu belinden sardı ve – “mon Dieu” Amalie demek istediğini anlamıştı.
“Gerçek Öpücük bu.”
***
önsöz
Carillon Kalesi (Ticonderoga)
Yeni Fransa
8 Temmuz 1758
Amalie Chauvenet korkusunu saklamaya çalışarak babasının gri üniformasındaki sırma kordonu düzeltti, “İyi olacağım, babacığım. Benim için başını belaya sokmana gerek yok.”
Uzaktan binlerce İngiliz askerinin kaleyi kuşatırken ve saldırıya hazırlanırken ortaya çıkardığı ayak ve metal seslerini duyuyordu. LesÂnglais”in kaleyi birkaç saat içinde kuşatacağı kesin olduğundan babası onu en güvende hissedeceği küçük kiliseye götürmeye gelmişti.
“Eğer kale düşerse, Pere François’in yanında kal.” Babasının tatlı yüzünü endişe kaplamıştı.
“Mümkün olursa yanına geleceğim. Eğer başıma kötü bir şey gelirse Pere François seni Montcalm’a veya Bourlamaque’ye götürecek. Seni koruyacaklar.”
“Sana bir şey olmayacak babacığım!” Sesi kendisine bile çocukça gelmişti – bu, babası için endişelendiğinin bir göstergesiydi. Bu uğursuz savaşta, iki taraf için de düşmanı lidersiz ve kafası karışmış bırakmak için ilk olarak subayları vurmak gelenek haline gelmişti. Ama Amalle babasının İngiliz askerlerinin tüfek menzilinde güvende olmadığı düşüncesine katlanamıyordu.
Babası onu çenesinden tutup gözlerine bakması için zorladı. “Beni dinle! Sen bir subay kızısın, Amalie, ama zafer koşuşturmasında disiplinli askerler bile yağmacılık yapar ve tecavüz eder. Seni yalnız bulmalarına izin vermem!”
Babasının dediklerini duydu ve ne demek istediğini anladı. Bir subay kızıydı ama aynı zamanda melezdi; soyu Fransız ve Abenaki karışımıydı. Çoğu Fransız onu kabul else de ingilizler o kadar kibar değillerdi. Onların gözünde karışık soydan bir kadın, bir köpekten çok az daha iyiydi. Eğer kale düşerse binbaşının kızı olmasına rağmen yüksek rütbeli bir subayın koruması olmaksızın güvende sayılmazdı.
“Qui* babacığım,” dedi korkuyla karnını tutarak. “Galip gelme ihtimalimiz yok mu?”
“İngiliz General Abercrombie bizimkinin neredeyse iki katı, en az on beş bin kişiden oluşan bir kuvveti yönetiyor ve MacKinnon Savaşçıları da onunla.”
Amalie’nin korkusu arttı. Herkes MacKinnon Savaşçılarını bilirdi. Yeni Fransa’da bu barbar Keltler grubundan daha acı masız dövüşçü, daha korkulan veya küfür edilen savaşçı yoktu.
Ormancılık ve nişan almada eşi benzer: olmayan Savaşçılar Amalie’nin büyükannesinin Oganak’taki köyünü yağmalamak için karakışta yabani ormanlardan geçmişler, erkeklerin çoğunu öldürüp evleri yıkarak kadınları ve çocukları aç bırakmışlardı. Fransızlar, MacKinnon kardeşlerin kellesine ödül biçmişti – ama Abenakiler onian kan ve acı içinde bırakarak intikam almak için canlı istiyordu.
Annesinin tarafından bazıları MacKinnon Savasçıları’nın uçabildiğini söylüyordu. Bazıları da onları kurda veya ayıya dönüşürken gördüklerini, hatta bazıları ölülerin kanıyla beslendiklerini bile iddia ediyordu. Onlarla ilgili hikayeler o kadar ilginçti ki bazıları bu MacKinnonlar’ın insan bile olmadığına, güçlü chi bai – ruhlar — olduğuna inanıyordu.
Ancak kadın ve çocukların canını bağışlayan Savaşçı hikayeleri, Britanya Düzenli Orduları’ndan korudukları rahip ve rahibe masalları, Fransız askerlerine ve benzer düşmanlara merhamet gösterdikleri rivayetleri de vardı.
Peki hangileri doğruydu?
Amalie öğrenmek bile istemiyordu.
“Neden manastırda kalmadın?” Babasının kaşları çatıldı. “En azından orada güvende olurdun.”
Babasının gri buklelerinden biriyle oynadı. “Geldim çünkü bana ihtiyacın vardı, babacığım.”
Babası nisan ayında ateşlenip hastalanınca Amalie, Trois Rivieres’den onun yanına gelmişti. O, Amalie’nin tek gerçek ailesiydi. Abenakiler’den kuzenleri ve teyzeleri olsa da onları pek tanımıyordu. Annesi Amalie daha iki yaşma girmeden lohusa yatağında ölmüştü ve babası tek çocuğuna orman yerine Ursulineler’in arasında bakmayı tercih ettiğinden eşinin ailesiyle yollarını ayırmıştı. Ve Amalie kendisine gösterilen ilgi için minnettar olsa da manastırın boğucu duvarlarının ardındaki dünyayı görmeye can altığından, uzunca bir süredir manastır hayatını oluşturan katı kurallar ve değişmez rutinden rahatsız oluyordu.
Carillon Kalesi’nde babası ona aklından geçenleri söylemesine izin verirdi. Hatta sorular sorduğu için Başrahibe’nin sıkça yaptığı gibi kızmak yerine, söylemesi için onu cesaretlendirirdi. Amalie babasına hem hayranlık duyar hem de subay olarak ona saygı gösterir ve onu severdi.
Onu kaybetmeye dayanamazdı.
Avucunu yanağına koydu. “Ordunun gücü tükenirse İngilizlerin Trois Rivieres’e ve Montreal’a ulaşması an meselesi olur. O zaman vadinin duvarları pek ise yaramaz. Seninle geçirebileceğim bu ayları, güvenlik gibi önemsiz bir şeye değişmem.”
Bakışları yumuşadı. “Ah tatlı Amalie’m, sana ihtiyacım var. Hayatıma güneş gibi doğdun.
Bunları düşünseydim seni çok önceden manastırdan alırdım. Ama siperler Abercrombie topçu birliklerine karşı koyamazsa…”
Sesi kısıldı. Sonra gülümsedi, Amalie’yi kendine yaklaştırdı ve onu, güven veren gücü ve tanıdık kokusuyla – pipo dumanı, kolalanmış keten giysi ve canlı kolonya kokusu – sardı.
“Tanrı’nın ellerindeyiz demektir.”
Ve böylece babası sîperlerdeki görevine dönmek için yanından ayrılırken Amalie gözyaşlarını tutarak ve zorla gülümseyerek küçük kilisede savaşın sonucunu beklemeye koyuldu.
Gri üniformasıyla çok şık görünen babası uzaklaşırken “Kendine dikkat et, babacığım,” dedi fısıltılı bir sesle.
Amalie, Pere François’in yanında elinde tespitliyle diz çöktü. Savaş patlak verdiğinde dua etmeye henüz başlamıştı. Yer gök inliyordu adeta. Bombardıman sesleri, tüfek ateşleri ve insanların bağırışları neredeyse sağır ediciydi. Daha önce hiç savaş alanında bulunmamıştı ve sözlerini, babasıyla ilgili düşüncelerini – ve kale düşerse hepsine neler olabileceğini hatırlamaya çalışarak her tespih boncuğunu geçişinde elleri titriyordu.
Askerler mahkum edilirdi. Babası ve diğer subaylar soruşturulur ve İngiliz esirlerle değiştirilirdi. Ve kadınlar…
Zafer koşturmacasında disiplinli askerler bile yağmacılık yapar ve tecavüz eder.
“Note Pere. qui etes aux cieux…”
Göklerdeki Babamız…
Amalie daha yeni diz çözmüştü ki Pere François yaralıları rahatlatması ve Ölenlere kutsal yağ sürmesi için hastaneye çağrıldı. Yardım etmek İçin sabırsızlanarak ve babasının yalnız bulunmaması gerektiği uyarısını dikkate alarak onunla gitmek istedi.
“Emin misin, Amalie?” Pere François endişeyle bulutlanmış yeşil gözleriyle ona bakıyordu. “Bu bîr sava;. Dehşet verici olacak.
Saçını örüp kalın bir düğümle ensesinde toplayan Amalie başıyla onayladı. “Evet, Peder, eminim. Manastırda daha önce de ölüm gürdüm.”
Ama kendilerini hastanede bekleyen şeyi tahmin bile edemezdi.
Ölü sayısı o kadar fazlaydı ki daha fazlasına yer bile yoktu. Bedenleri, hâlâ yaşayanlara yer açmak İçin aceleyle kenara çekilmiş; kavurucu güneşin altında huzursuzca yatıyordu.
Yaralıların kimi yatakta, kimi yerde; kimi ise duvara yaslanmış vaziyetteydi. Birileri acılarım dindirsin dîye beklerken kısa dualar mırıldanıyorlar, inliyorlar, acıdan bağlıyorlardı. Cerrah Mösyö Lambert ve adamları olabildiğince hızlı çalışıyorlardı ama çok fazla yaralı vardı. Ve her yer kan olmuştu. Hava barut ve ölümün pis kokusu ile ağırlaşmıştı.
Hiç şüphesiz bu, cehennemin ta kendisiydi.
Amalie çocukluk korkularını ve gözyaşlarını bir kenara itti. Önlük giydi ve cerrahın kendisinden istediklerini yapmaya koyuldu. Dalgalar halinde geliyormuş gibi gözüken savaşla gökyüzünün yerle bir olmasından, sessizliğe gömülüp sonra yeniden başlamasından korkuyordu.
Bir asker kanlı elleriyle Amalie’nin eteğine yapıştı. Amalie askerin elinden tuttu ve yanına oturdu; göğsündeki yarayı gördüğü anda onun ölmek Üzere olduğunu aaladı. Keşke ölürken acısını dindirebilmek için afyon ruhu verebilseydi, fakat yeteri kadar yoktu. Afyon ruhunu en azından yaşama ihtimali olanlar için saklaması istenmişti.
Asker konuşacak gibi oldu, nefes almaya çalıştı ve sonraöldü.
Amalie ona birkaç rahatlatıcı kelime söyleyemeden, Pere François ona son duasını okumadan, cerrah kendisiyle ilgilenemeden ölmüştü. Amalie yutkundu, bir dua mırıldandı ve askerin gözlerini kapattı.
Bir başka patlamayla küçük ahşap hastanenin duvarları sallanınca Amalie’nin nefesi kesildi.
“Bunlar Fransız silahları, matmazel.” Yan yataktaki asker acıdan kalınlaşmış sesiyle konuşmuştu. “Korkmayın. Onlar ateş ettikçe siperlerin dayanabildiğim öğreniyoruz.”
Korkusundan utanan Amalie, çalışanlar cesedi ortadan kaldırsınlar diye bir işaret olarak ölü askerin üzerine battaniye örttü. Etrafı savaşın bütün şiddeti karşısında cesaretini yitirmemi; adamlarla çeviriliyken kale duvarlarının arkasında güvende olan kendisi, nasıl korkudan söz edebilirdi ki?
“Sizin rahatınızı sağlaması gereken kişi benim, mösyö.” Amalie askerin yanına oturdu ve sağ kolundaki kanlı bandajın altını kontrol etti. Mermi çıkmıştı ama kemiğini de kırmıştı. Mösyö Lambert neredeyse kolu kesmek zorunda kalacaktı. “Susadınız mı?”
“Siz Binbaşı Chauvenet’in kızısınız, değil mi?”
“Qui.”
“Söyledikleri kadar güzelmişsiniz. Daha önce hiç böyle uzun saç görmemiştim.” Sonra gözleri büyüdü ve yüzü solgunlaştı. “Umarım cüretkarlığıma kızmıyorsunuzdur. Savaşta dilim çözüldü sanki.”
Amalie, Üç aydan fazla süredir Carillon Kalesi’nde olsa da erkeklerin ilgisine alışkın değildi. Nasıl cevap vereceğinden emin olamayarak bir anda düğümü çözülen, oturduğu zaman kalın ucu yeren değen saç örgüsüne uzandı. Yerdeki kanlara sürülmesin diye saçlarını çabucak yeniden ördü. Daha sonra su dolu kovayı kendine çekti, kepçeyi aldı ve askerin dudaklarına götürdü.
“İçin.”
Yaralı asker ilk yudumunu içmişti ki kapıdan bir gürültü geldi. Omzundaki ağır yarası kanayan Montcalm’ın emir komuta zincirindeki üçüncü adamı Şövalye Bourlamaque, içeri girdi.
Birileri “Savaş nasıl gidiyor?” diye seslendi.
Odayı beklenti dolu bir sessizlik kapladı.
Beyaz peruğu hatif eğri duran Bourlamaque ekşi bir suratla oturdu. “Üstün sayılırız.”
Şaşkınlık ve rahatlama mırıldanmaları bir rüzgar gibi odayı doldurdu ve Amalie yaralı askere bakınca onun da kendisi gibi şaşkın olduğunu gördü.
“Her nedense Abercrombie, topçularını getirmedi.” Bourlamaque, bir asker ceketini çıkarmasına yardım ederken dişlerini sıktı. “Düşman görünür görünmez öldürüyoruz ve kayıpları çok büyük.
Onları dört kere geri püskürttük. Hiçbiri siperlerimize ulaşmak için ağaç engelini geçemedi.”
Askerlerden biri “Abercrombie bir aptal!” diyerek kahkahalara boğuldu.
Bourlamaque gülmedi. “Olabilir – Tanrı’ya bu yüzden şükürler olsun! — ama nişancılar ağaçların üzerinden en ölümcül şekilde ateş açıyorlar. Onlara bombardımanla karşılık verdik, fakat köklerini kazıyamıyoruz.”
“MacKinnon ve adamlarının mı?”
“Evet. Mohikan müttefikleri de onlarla.” Bourlamaque keten bir bezle alnındaki teri ve barut izlerini sildi. “Birçoğu ağaçtan ağaca hayalet gibi ilerliyor ve vazgeçmeyecekler.”
“Ve kendilerine Katolik mî diyorlar!” Bir asker yere tükürdü.
Bourlamaque elini kaldırarak onlara sessiz olmalarını işaret etti. “Dinleyin! Tekrar geri çekiliyorlar.”
Ateş seslen sona erdi, yerini ilk olarak tamtamlar ve ardından kasvetli bir sessizlik aldı.
Çoğu zaman sava; bu şekilde biterdi; sadece yeniden başlamak için… Amalie böyle düşünmek istemiyordu, yine de…
Zar zor nefes alan Amalie aklını yeniden işine verdi. Savaş bitse de bilmese de bu adamların ona ihtiyacı vardı. Bir askerin yarasını temiz bir bezle sardı ve ona afyon ruhu verdi; sonra onunla birlikte dua etti ve diğer askerlerin yanına gitti. Arkadaki odaya daha fazla sargı bezi almaya gittiğinde ise şarjör seslerini yeniden duymaya başladı.
Karnına bir ağrı girdi ve adımları duraksadı.
Bir asker “Lanet olsun!” diye bağırdı. “Ne zaman geri çekileceklerini bilmiyor mu bunlar?”
Bir bombardıman gürültüsü daha duyuldu. Savaş tüm şiddetiyle devam ediyordu.
Daha fazla ölü. Daha fazla yaralı.
Bu seferki babam olmasın. Babam olmasın.
Amalie bu umuda tutunarak kendisine ihtiyaç duyulan yere gitti. Dışarıda çıplak zemin üzerinde yalan yaralı adamlara su getirdi, hafiflemiş yaralarını temizledi ve bandajladı. Elinden geldiği kadar onları teselli etti. Göğüslerinin arasından süzülen terin, boş midesinin guruldamasının veya kendi susuzluğunun farkına varmadı.
İngilizlerin sava; tamtamlarının temposu yeniden değişti ve bu kez ortalık daha da sessizleştî. Daha sonra – hayal miydi yoksa? – sevinç çığlıkları geldi. Sesler arttı, güçlendi ve bütün başlar askerlerin duvara dayandığı kuzeybatıya çevrildi. Tüfekleri başlarının üzerinde, bakışları siperlerde ve ilerideki savaş alanındaydı.
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıGünahkar
- Sayfa Sayısı384
- YazarPamela Clare
- ÇevirmenMelike Uzun
- ISBN6054188949
- Boyutlar, Kapak13,5x21 cm, Karton Kapak
- YayıneviKoridor Yayıncılık / 2012
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Ölümcül Kaos ~ Matt Dickinson
Ölümcül Kaos
Matt Dickinson
Kelebeğin bir kanat çırpışı kadardır her şey. Bir kanat çırpışı hayatları değiştirecek. Bir kanat çırpışı hayatları bitirecek. Jamie ve Will [SAUNCY KORUSU, WILTSHIRE] Okulu...
- Karabasan ~ George R. R. Martin
Karabasan
George R. R. Martin
Başına buyruk bir nehir gemisi kaptanı olan AbnerMarsh, zengin bir aristokrat kendisine çok kârlı bir teklifle yaklaştığında bu işte bir bit yeniği olduğundan şüphelenir....
- Ayın İki Yüzü ~ Manuela Salvi
Ayın İki Yüzü
Manuela Salvi
Biri olmadığında, diğerinin anlamı kalmıyordu… Hepimizin aşkın ağına düşmemiz, âşık olmaya bu denli ihtiyaç duymamız ya da sevdiğimizi sandığımız kişiye bir şeyler vermeyi beceremememiz,...