Erika
Rüyalarınızda gördükleriniz, aslında gönlünüzden geçenlerdir, derler. Ama benim kâbuslarım, takıntılarım haline gelmişti.
Adı Michael.
Erkek arkadaşımın abisi, izlerken gözünüzü kapattığınız o korku filmlerine benzer: Yakışıklı, güçlü ve çok ürkütücü. Okulun basketbol takımının yıldızıydı ve beni hep görmezden gelirdi. Ama ben onu fark etmiştim.
Onu görüyordum. Onu duyuyordum. Yaptıklarını, sakladıklarını… Yıllarca gözlerimi ayıramamış, tırnaklarımı yiyerek izlemiştim.
Şimdi üniversitedeyim ama Michael’ı izlemeyi hiç bırakamadım. O kötü biri ve gördüğüm yaramazlıklar artık sadece zihnimin içinde değiller.
Çünkü sonunda beni fark etti.
Michael
Adı Erika ama herkes ona Rika der.
Erkek kardeşimin kız arkadaşı, evimizde büyüdü. Yanına ne zaman yaklaşsam, bakışlarını yere indirirdi. Üzerinden yayılan korkuyu her zaman hissederdim. Vücuduna sahip olamasam da zihnine sahip olduğumu biliyordum. Zaten tüm istediğim buydu. Ta ki erkek kardeşim şehirden ayrılana ve ben Rika’yı üniversitede tek başına bulana kadar.
Benim şehrimde. Korunmasız bir şekilde.
Fırsat ve zamanlama gerçek olamayacak kadar mükemmel. Çünkü üç yıl önce lise arkadaşlarımı hapse attırmıştı ve şimdi dışarıdalar.
Bekliyoruz. Sabrediyoruz. Artık kâbuslarının her biri gerçek olacak.
*
Çalma Listesi
“Bodies” – Drowning Pool
“Breath of Life” – Florence and the Machine
“Bullet with a Name” – Nonpoint
“Corrupt” – Depeche Mode
“Deathbeds” – Bring Me the Horizon
“The Devil in I” – Motionless in White
“Dirty Diana” – Shaman’s Harvest
“Feed the Fire” – Combichrist
“Fire Breather” – Laurel
“Getting Away with Murder” – Papa Roach
“Goodbye Agony” – Black Veil Brides
“Inside Yourself” – Godsmack
“Jekyll and Hyde” – Five Death Punch
“Love the Way You Hate Me” – Like a Storm
“Monster” – Skillet
“Pray to God (feat. HAIM)” – Calvin Harris
“Silence” – Delirium
“The Vengeful One” – Disturbed
“You’re Going Down” – Sick Puppies
“37 Stiches” – Drowning Pool
“Sen benim yaratıcımsın, fakat ben senin efendinim.”
–Mary Shelley, Frankenstein
Z. King için
Bölüm 1
Erika
GELMEYECEK.
Birbirlerine katlanamadıkları düşünülürse, kardeşinin veda partisine gelmesi için hiçbir neden yoktu, bu yüzden…
Hayır, gelmeyecek.
İnce kazağımın kollarını sıvayıp Cristler’in evinin ön kapısından hızla geçtim ve antre boyunca seri adımlar atarak doğrudan merdivenlere yöneldim.
Göz ucuyla kâhyanın köşeden çıktığını fark etsem de durmadım.
“Bayan Fane!” diye bağırdı arkamdan. “Çok geç kaldınız.”
“Evet, biliyorum.”
“Bayan Crist sizi arıyordu” dedi.
Kaşlarımı kaldırarak hemen durdum ve tırabzanın üzerinden ona bakmak için etrafımda döndüm.
“Gerçekten arıyor muydu?” Sahte bir şaşkınlıkla onu süzdüm.
Dudakları ince bir çizgi halini aldı, rahatsız olmuştu. “Eh, aramam için beni gönderdi.”
Kendimi tutamadan gülümsedim ve tırabzanın üzerinden uzanıp alnına ufak bir öpücük kondurdum.
“Pekâlâ, buradayım işte” diyerek onu rahatlattım. “Önemli görevlerine dönebilirsin artık.”
Dönüp merdivenlerin kalanını tırmanırken terastaki partiden gelen hafif müziği duydum.
Evet, annemin en yakın arkadaşı ve küçük Doğu Yakası topluluğumuz Thunder Bay’in yöneticisi Delia Crist’in değerli vaktini beni aramakla geçirdiğini hiç sanmıyordum.
Kâhya ben köşeyi dönerken arkamdan “Elbiseniz yatağınızın üstünde” diye bağırdı.
Abartılı bir nefes verdim ve loş koridordan geçerken homurdanarak “Teşekkürler Edward” dedim.
Yeni bir elbiseye ihtiyacım yoktu. Zaten sadece bir kez giydiğim bir sürü elbisem vardı ve on dokuz yaşında biri olarak kesinlikle kendi kıyafetlerimi seçebilirdim. O burada olup göreceğinden değil tabii. Burada olsa bile bana bakmazdı.
Hayır. Minnettar olmalıydım. Bayan Crist beni düşünmüştü, giyecek elbisem olduğundan emin olmak istemesi hoş bir davranıştı.
Bacaklarım ve ayaklarım hafif bir kum katmanıyla kaplıydı.
Uzanıp bol kot şortumun uçlarını tutarak sahilde tam olarak ne kadar ıslandığımı anlamaya çalıştım. Duş almam gerekiyor muydu?
Hayır, çoktan geç kalmıştım. Boş ver.
Odama –Cristler’in geceyi burada geçirdiğimde kalmama izin verdikleri odaya– girdiğimde yatağın üstünde seksi, beyaz bir kokteyl elbisesi buldum. Hemen soyunmaya başladım.
Uzun ince askılar göğüslerimi tutma konusunda neredeyse hiçbir işe yaramıyordu ama elbise vücuduma tam oturmuştu. Üstüme yapışıp tenimi olduğundan daha koyu gösteriyordu. Bayan Crist’in muhteşem bir zevki vardı ve sonuç olarak bana bu elbiseyi almış olması muhtemelen iyi olmuştu. Yarın okula gitmek için yola çıkma hazırlıklarıyla o kadar meşguldüm ki bu gece ne giyeceğimi düşünmeye vaktim olmamıştı.
Banyoya girip paçalarım ve ayaklarımdaki kumları temizledim ve uzun, sarı saçlarımı hızlıca tarayıp dudak parlatıcısı sürdüm.
Yatak odasına hızla geri dönüp Bayan Crist’in elbisemin yanına bıraktığı taba rengi bantlı topukluları kaptım ve koridora çıkıp merdivenlerden aşağı koştum.
Son on iki saat.
Antreden geçip evin arkasına doğru koşarken kalbim gittikçe daha hızlı atıyordu. Yarın bu saatlerde tamamen kendi başıma olacaktım. Annem olmayacaktı, Cristler olmayacaktı, anılar olmayacaktı… En önemlisi de onu görecek miyim diye merak etmeme, ummama ya da bundan korkmama gerek kalmayacaktı. Gördüğümde haz ve ıstırap arasında gidip gelmeyecektim. Hayır. Kollarımı kocaman açıp etrafımda döndüğümde tanıdığım kimseye çarpmayabilecektim. Göğsüme bir sıcaklık doldu. Korkudan mı yoksa heyecan mı bilmiyordum ama hazırdım.
Hepsini ardımda bırakmaya hazırdım. En azından bir süreliğine.
Sağa dönüp büyük evin yan tarafındaki kış bahçesine yönelirken, biri günlük kullanım, diğeri de yemek servisleri için olan bitişik mutfakların yanından geçtim. Çift kanatlı kapıyı açarak seramik döşemeli, duvarları ve tavanı tamamen camdan yapılmış devasa bahçe odasına adım attım ve anında sıcaklığın yükseldiğini hissettim. Yoğun, nemli sıcaklık elbiseme sızarak kumaşın vücudumda erimesine neden oluyordu.
Sadece tepedeki pencerelerden sızan ay ışığıyla aydınlanan sessiz, karanlık odada, ağaçlar tepemde ve etrafımda yükseliyordu. Palmiyelerin, orkidelerin, zambakların, menekşelerin ve ebegümecilerin tatlı kokusunu içime çektim. Bana annemin dolabından, mantolarından ve eşarplarından gelen tüm kokuların tek yerde birbirine karışmasını hatırlatmıştı.
Sola dönüp terasa çıkan cam kapılarda durdum ve kalabalığa bakarken ayakkabılarımı giydim.
On iki saat.
Sonra doğruldum ve boynumun sol tarafını kapatması için uzanıp birkaç tutam saçımı omzumun üstüne attım. Abisinin aksine Trevor bu gece kesinlikle burada olacaktı ve o, yaramı görmekten hoşlanmazdı.
Bir garson tepsiyle yaklaşarak “Alır mıydınız?” diye sordu.
Gülümseyip içinde Tom Collins* olduğunu bildiğim bardaklardan birini aldım. “Teşekkürler.”
Limon renkli içecek Bay ve Bayan Crist’in favorisiydi, bu yüzden garsonların sürekli bundan dolaştırmasını istemişlerdi.
Garson diğer misafirlere geçerek ortadan kayboldu ama ben yerimde kalıp gözlerimi partide gezdirdim.
Yapraklar dallarında sallanıyor, sakin esinti hâlâ günün sıcaklığını taşıyordu. Gündelik kokteyl elbiseleri ve takım elbise giymiş kalabalığa baktım.
Çok mükemmel. Çok temiz.
Ağaçlardaki ışıklar ve beyaz yelekli garsonlar. Yüzen mumlarla süslenmiş kristal-mavi havuz. Kadınların yüzükleri ve kolyelerindeki ışık saçan değerli taşlar.
Her şey çok gösterişliydi. Birlikte büyüdüğüm tüm o yetişkinlere ve ailelere, paralarına ve tasarım kıyafetlerine baktığımda çoğunlukla çürüyen ahşabı saklamaya çalışırken kullanılan boyayı görürdüm. Karanlık işler ve kötü tohumlar vardı ama güzel olduğu sürece evin yıkılması kimin umurundaydı ki?
Yaylı çalgılar dörtlüsünün hafif müziği eşliğinde yemek kokusu havada süzüldü. Bayan Crist’i bulup geldiğimi haber versem mi ya da Trevor’ı mı bulsam diye düşündüm. Sonuçta parti onun adına düzenleniyordu.
Ama onun yerine bardağımı daha sıkı tuttum; nabzım, asıl yapmak istediğim şeye karşı koymaya çalışırken hızlandı. Hep istediğim şeye.
Onu aramaya.
Ama hayır, gelmeyecekti. Büyük ihtimalle gelmeyecekti.
Belki de gelirdi.
Kalbim hızlandı, ensem ısındı. Tüm irademe rağmen gözlerim gezinmeye başladı. Partide ve suratlarda, onu arıyordum…
Michael’ı.
Onu aylardır görmüyordum ama çekim her yerdeydi, özellikle de Thunder Bay’de. Annesinin evin her yerine koyduğu resimlerde, eski yatak odasından koridora sızan kokusunda…
Burada olabilirdi.
“Rika.”
Trevor’ın adımı söylediğini duyunca gözlerimi kırpıştırıp başımı sola çevirdim.
Daha yeni kısacık kesilmiş sarı saçları, sabırsız görünen koyu mavi gözleri ve kararlı adımlarıyla kalabalığın içinden çıktı. “Selam bebek. Gelmeyeceğini düşünmeye başlamıştım.”
Midemin kasıldığını hissederek tereddüt ettim. Ama sonra kış bahçesinin kapısına doğru yanıma gelince zorla gülümsedim.
On iki saat.
Elini boynumun sağ tarafına –asla sol olmazdı– kaydırarak başparmağıyla yanağımı okşadı, vücudu benimkiyle aynı hizaya geldi.
Rahatsızca kıpırdanarak başımı çevirdim. “Trevor…”
“Bu gece gelmesen ne yapardım bilmiyorum” diye sözümü kesti. “Camına taş atardım, sana serenat yapardım; belki çiçek, şeker, yeni bir araba getirirdim…”
“Yeni bir arabam var.”
“Gerçek bir araba demek istiyorum.” Sonunda sırıttı.
Gözlerimi devirip elinden kurtuldum. En azından tekrar benimle şakalaşıyordu, yepyeni Tesla’ma laf atmak için olsa bile. Belli ki elektrikli arabalar gerçek araba sayılmıyordu ama sorun değildi.
Geriye kalan şeyler konusunda beni iğrenç hissettirmeyi sonunda bırakacaksa buna katlanabilirdim.
Trevor Crist’le doğduğumuzdan beri arkadaştık, hayatımız boyunca aynı okula gitmiştik ve aramızda bir ilişki olması önlenemezmiş gibi anne babalarımız tarafından sürekli bir araya getirilirdik. Geçen yıl sonunda da teslim olmuştum.
Birlikte Brown’a gidip üniversitenin neredeyse ilk yılı boyunca çıkmıştık –daha doğrusu ben Brown’a başvurmuştum ve o da beni takip etmişti– ama mayısta bitmişti.
Ya da mayısta ben bitirmiştim.
Onu sevmemem benim suçumdu. Daha fazla zaman tanımak istememem benim suçumdu. Peşimden gelmeyeceği bir şehirdeki okula transfer olmak benim suçumdu.
Babasının isteklerine boyun eğmesi ve en sonunda Annapolis’e katılması da benim suçumdu, ailelerimizin parçalanması da.
Alana ihtiyacımın olması benim suçumdu.
Bir nefes verip kaslarımın rahatlamasına izin verdim. On iki saat.
Trevor gülümseyip elimi tuttu ve beni kış bahçesine doğru geri çekerken gözleri parıldadı. Beni camın arkasına çekip kalçalarına yakın tutarak kulağıma fısıldadı. “Harika görünüyorsun.”
Ama ben tekrar kendimi geri çekip aramıza birkaç santim mesafe koydum. “Sen de iyi görünüyorsun.”
Kum sarısı saçları, dar çenesi ve neredeyse herkesi kandırabilecek gülüşüyle babasına benziyordu. Bay Crist gibi de giyiniyordu;
gece mavisi takım elbisesi, beyaz gömleği ve gümüş kravatıyla çok gösterişliydi. Çok temiz. Çok mükemmel. Trevor’ın yaptığı her şey sınırların içinde oluyordu.
“Meridian’a gitmeni istemiyorum” dedi gözlerini kısarak.
“Orada kimsen olmayacak Rika. En azından Brown’da ben yanındaydım ve Noah da Boston’da, bir saatten az uzaklıktaydı. Yakınlarda arkadaşların vardı.”
Evet. Yakın.
Tam da bu yüzden farklı bir şeye ihtiyacım vardı. Hiçbir zaman etrafımdaki insanların güvenliğini terk etmem gerekmemişti.
Düştüğümde kaldıracak biri vardı her zaman. Anne babalar, Trevor, arkadaşım Noah… Üniversiteye gidip annemin ve Cristler’in yakınımda olmasının rahatlığından vazgeçtiğimde bile Trevor beni takip etmişti. Sonra liseden arkadaşlarım yakınlarımdaki üniversitelere gitti. Hiçbir şey değişmemiş gibiydi.
Başımı biraz belaya sokmak istiyordum. Yağmura yakalanmak, kalbimi tekrar attıracak bir şey bulmak ve tutunacak kimsenin olmamasının nasıl bir şey olduğunu öğrenmek istiyordum.
Bunu ona da açıklamaya çalışmıştım ama ne zaman ağzımı açsam doğru sözleri bulamamıştım. Dışardan bencil ve nankörce duruyordu, içerdeyse…
Gücümün sınırlarını bilmem gerekiyordu. Soyadımın koruması olmadan, arkamı kollayanların desteği olmadan ya da sürekli tepeme çöken Trevor olmadan ayakta durabilecek miydim, görmem gerekiyordu. Ailemi tanımayan yeni insanların olduğu yeni bir şehre gidersem bana bir an bile ayırırlar mıydı? Hatta benden hoşlanırlar mıydı?
Brown’da ya da Trevor’la mutlu değildim, yoluma bakma kararım zor olsa da ve etrafımdakileri hayal kırıklığına uğratsa da ihtiyacım olan şeydi.
Olduğun kişiyi kabullen.
Trevor’ın abisinin sözlerini hatırladığımda kalbim tekledi. Zar zor dayanıyordum. On iki saat daha…
Suçlayıcı bir ses tonuyla “Ama bu tam olarak doğru değil, değil mi?” diye sordu. “Michael, Storm’da oynuyor, yani sana yakın olacak.”
Gözlerimi kısıp içkimi koyarken derin bir nefes aldım. “İki milyondan fazla insanın içinde onunla karşılaşacağımı sanmıyorum.”
“Onu aramazsan tabii.”
Kollarımı göğsümde kavuşturup Trevor’ın gözlerine bakmaya devam ettim, beni bu sohbete çekmesine izin vermeyecektim.
Michael Crist, Trevor’ın abisiydi. Biraz daha büyük, biraz daha uzun, çok daha korkutucuydu. Benzer hiçbir şeyleri yoktu ve birbirlerinden nefret ediyorlardı. Kendimi bildim bileli Trevor onu kıskanıyordu.
Michael daha yeni Westgate Üniversitesi’nden mezun olmuş, neredeyse hemen sonrasında NBA tarafından kapılmıştı. NBA’deki en iyi takımlardan biri olan Meridian Storm’da oynuyordu. Yani evet, şehirde tanıdığım bir kişi olacaktı.
Gerçi bunun bana pek faydası olmayacaktı. Michael bana neredeyse hiç bakmazdı ve benimle konuştuğunda ses tonu bir köpekle konuşuyormuş gibi olurdu. Yoluna çıkmayı planlamıyordum.
Hayır, dersimi uzun zaman önce almıştım.
Zaten Meridian’da olmamın Michael’la hiçbir ilgisi yoktu. Şehir eve daha yakındı, böylelikle annemi daha sık ziyaret edebilirdim ama aynı zamanda Trevor’ın gitmeyeceği tek yerdi. Büyük şehirlerden nefret ediyordu, kardeşinden ise daha da çok.
“Üzgünüm” dedi Trevor daha kibar bir şekilde. Elimi tuttu ve beni kendine çekip tekrar bir elini boynumun arkasına kaydırdı.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı) Romantik
- Kitap AdıGünaha Davet
- Sayfa Sayısı432
- YazarPenelope Douglas
- ISBN9786258492125
- Boyutlar, Kapak, Karton Kapak
- YayıneviDex Kitap / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Doppler ~ Erlend Loe
Doppler
Erlend Loe
“Merak uyandıran, huzursuz eden, duygu yüklü bir metin; yazar için yeni bir sanatsal başarı.” – Stein Roll, Adresseavisen “Loe’nun Naif. Süper’den bu yana yazdığı...
- Savaş ve Savaş ~ Laszlo Krasznahorkai
Savaş ve Savaş
Laszlo Krasznahorkai
Macaristan’daki bir kasabada arşivcilik yapan Korin, sıradan belgelerin içinde eski bir elyazması keşfeder. Savaştan kaçmak isterken bir başka savaşa yakalanan dört arkadaşın efsanevi hikâyesini...
- Salgın ~ Wayne Simmons
Salgın
Wayne Simmons
Belfast’te başlayan salgın, giderek yayılmaya başlarken, gündelik yaşam da geri dönülmez bir eşikten geçerek, giderek bir kâbusa dönüşüyor. Başlarda tek tük ama sonradan korkutucu...